29 Ekim 2011 Cumartesi

Anti-emperyalizm ve Arap Baharı üzerine...

20.yüzyılda Anti-Emperyalizm deyince...


ANTİ-EMPERYALİST OLMAK, DİKTATÖRLERDEN YANA OLMAK ANLAMINA MI GELMELİDİR?
(Emeğiyle geçinenler, bir kez daha tongaya düşmek zorunda mıdır?)

Libya ve Arap baharı denen olayları doğru görmek gerekiyor. Kapitalizme (yani burjuva kültürüne) geçiş sürecinde Feodal kültürlerden sonra dini gerekçeleri kalmamış olan yönetenler, baskı ile yönetimlerini sürdürmeye başladılar. Bu da diktatörlükleri doğurdu. Müslüman ülkelerin hemen bütünü, bu süreci yaşıyordu. Sermaye kendi çıkarı doğrultusunda bu diktatörlükleri destekliyordu.

Ancak dünyada Burjuva kültürü bir yandan küreselleşme akımları ile ekonomik bakımdan bütün dünyayı sararken, bunun karşıtı olan hümanizm kültürünü de ister istemez geliştiriyordu. Doğal sonucu olarak diktatörlerle yönettikleri halk arasındaki gerilim de büyüyordu. Tunus'daki kıvılcımla diktatörlerle yönetilenler arasındaki patlama ortaya çıkkınca sermaye, her zaman olduğu gibi saf değiştirdi ve denetimi elinden kaçırmamak için görünürde yönetilenlerden yana geçti. Türkiye de bu nedenle saf değiştirdi.

Bu durumda Demokrat ve devrimci güçler diktatörlerden yana bir tavır içinde olmamalıdır. Tarihsel akış, bu ülkeleri liberalizme ve küreselleşmeye doğru sürüklemektedir. Akışı görmek ve onun karşısında direnme yanlışına bir kez daha düşmek yerine bu sürecin en hızlı biçimde aşılması için politikalar geliştirmek doğru olur. Yani bu ülkelerin içindeki devrimci, demokrat, hümanist güçlerle güçbirliği yaparak kendi ülkelerimizdeki deneyimlerden onların da yararlanmasını sağlamak ve sermayeye karşı savaşımda ortaklıklar oluşturmak gerekmektedir. Bunun için özellikle örgütlü yapılanmalara gerek vardır. Bizim gibi burjuva demokrasisini oluşturmakta az-çok yol almış ülkelerin ilericilerinin sermaye karşısında, kendi içinden çıkan "insan hakları", "gerçek demokrasi", "birey özgürlüğü", "doğa koruma" gibi savaşımlarda etkin, dahası yönetici olması doğru politika olur. Bu politikaları geliştiri ve uygularken de burjuva demokrasilerinin daha ileri aşamalarında olan ülkelerdeki demokrat güçlerle diktatörlükten yeni kurtulmakta olan ülkelerin demokrat güçlerinin yanında yer almak ve onlarla birlikte davranmak, sermayeye karşı diktatörlerden yana davranma yanlışından da bizi kurtaracaktır.

Bizim bu durumda yapmamız gereken diktatörlerden yana olmak değil, her ikisinin de aynı bokun soyu olduğunu ortaya çıkarmak, her ikisine karşı da ileri demokrasiden yana tavır içinde olmaktır. Bizim için ülkelerin iç işleri - dış işleri ayırımı yoktur. Ulusal sınırlar, sermaye sınıfının kendi sermayesi için ortadan kaldırdığı, ama emek için sanal olarak kaskatı yerinde tuttuğu yapay ayırımlardır. Bizim politikalarımız İspanya İç savaşında yarım bıraktığımız yerden emeğiyle geçinenlerin politikalarını sürdürmektir. ("İşçinin yurdu yoktur" K.Marx...)

İnsanlığın hangi yollardan geçeceğini sezmeye çalışmak ve bu yolda olup olmadığına göre bir hareketi yargılayıp doğru olup olmadığına bakmak ve bu arada kendi yerinin neresi olması gerektiğini saptamak gerekiyor tabii.

“Arap baharı” denen "şey" için asıl yapmamız gereken kendi yerimizin neresi olduğunu, nereden bakarsak “doğru” olacağını saptamak... Tongaya düşüp sürüklenmemek için ayaklarımızı basacağımız (düşüncemizi oturtacağımız) sağlam bir yere gerek var.

Herkes Mustafa Kemal değil. Ümmet toplumundan sonra eline geçirdiği devleti demokrasiye doğru yönlendirmiyor. Kendi özel zenginliği için kendi elinde tutuyor. Bunu da doğal akışı kesmeğe çalışarak yapıyor. İşte buna diktatörlük deniyor. Gerçek ümmet toplumları Osmanlı, Çarlık Rusyası vb, doğal akışın daha içinde bile görünebilir. Çünkü onların kendine göre kul kültürü içinde kendince tutarlı olan değerleri var. Oysa kul kültürünü yıkıp yerine kendi babasının çiftliği gibi diktatörlükler kurmak için doğal akışı kesmeye çalışanların hiç bir değerleri yok!.. Lenin’in ve Mustafa Kemal’in farkı ise akışın önünü kesmemiş olmalarında... Yani toplumu yeni bir toplumun doğal değerlerine doğru yönlendirmiş olmalarında. Bu değer Mustafa Kemal için “birey kültürü”, yani burjuva toplumuna yöneliş, Lenin için Proleter kültürün değerleriydi. Burada Mustafa Kemal’in daha da gerçekçi kılansa, belirli ve daha önceden denenmiş olan değerlere yönlendirmesi... Lenin, belki günümüz için daha doğru, ama henuz kurulmamış olan bir değerler sistemine yönlendirmeye çalışıyor. Kısa yaşamında kurduğu sistem, Stalin sertliğine (bir tür diktatörlük) dönüşüyor tabii...

Şah Pehlevi, Kıral Suud, Saddam Hüseyin, Enver Sedat, Kaddafi, kimi zaman kıral gibi, şah gibi ünvanları da kullansa, artık ümmet toplumlarının değerlerini değil, burjuva “birey toplumu”nun ekonomik yapısını, dolayısıyla değerlerini taşıyan, kapitalistleşmekte olan toplumlar. Ama başlarındaki diktatörler liberal değerlere izin vermeyi çıkarlarına uygun görmüyor. Çünkü bu durumda toplumun demokrasiyi de zorlayacak olmasından korkuyorlar. Ve bir takım önlemler alıyorlar. Kendilerini seçtirip Cumhurbaşkanı gibi sıfatlara kavuşuyor (ya da kavuştuğunu gösteriyor) ya da Kaddafi’nin yaptığı gibi elde ettiği çıkarlardan kimi zaman önemlice bir bölümünü halka dağıtarak kendilerine yandaş ediniyorlar. Ama dikkat edersek ne denli besliyor olurlarsa olsunlar, kendilerini korumayı düşündükleri silahli gücü, kendi devletlerinin içinden (yani kendi kişisel rejimlerinden etkilenenlerden) değil, dışarıdan getirdikleri paralı askerlerden oluşturuyorlar.

Ama ne olursa olsun, en küçük bir suyun önünü koca koca barajlarla bile tamamen kesemeyeceğin gibi (en küçük bir su bile en büyük barajla önünü kesersen, gün gelir, patlatır), bu toplumlar da akıştan ister istemez etkileniyorlar ve başkaldırmaya başlıyorlar. İşte tam bu aşamada ya İran’da olduğu gibi, ümmet toplumunu hortlatmaya çalışanlar, ya da Kapitalist toplumlar devreye giriyor ve diktatörlükleri devirmeye çalışanlara ya destek veriyor, ya da doğrudan kendileri devreye girip diktatörleri deviriyor. Ama diktatörlükleri ümmet toplumlarına geri döndürmek isteyenlerle kapitalizme dönüştürmek isteyenler, akış içindeki doğal konumları gereği, birbirine düşman. O yüzden de çatışıyorlar (Amerika-İran zıtlaşması). Tabii aslında Kendilerini ümmet toplumu sayanlar (ya da saydıranlar) da artık liberal değerlerle yaşamak zorunda, soludukları hava (ekonomik yapı) bu, başka şansları yok... Kimisi İran gibi kapitalist dünya ile zıtlaşarak, kimisi Suudi Arabistan gibi uzlaşarak kendi diktatörlüklerini sürdürmek zorunda kalıyorlar.

“Biz”, bütün dünyanın “emeğiyle geçinenleri”, asıl sorumuz şudur: “Biz nerede olmalıyız?” Önce “dünya görüşü”müze bakacağız. Nasıl bir dünyaya doğru gittiğimizi bilimsel yollarla, doğru tahmin etmeye çalışacağız. http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html ...

Herkes karşısındakini kötülemeğe, bizi kendinden yana çekmeye, çalışacak... Gücümüz burada... Kimse bizsiz davranamayacak!.. Biz, kendi bulunduğumuz yerden, ama mutlaka kendi yerimizden, kendi değerlerimizle düşünmeyi öğreneceğiz.

Böyle bakınca diktatörlerin de, bu diktatörlerin zenginliklerini elde etme savaşımına girmiş olan kapitalist (artık global sermaye) dünyanın da bizim onaylayabileceğimiz yerde olmadıklarını görmek zor değil. Neden birinin ötekine karşı söylediklerinin tuzağına düşelim ki? Kapitalistlerin ölçütleriyle düşünmek (Açık Radyo, Taraf gazetesi vb.. - liberallerin çizgisi) bizi liberal, yetkin, ama duragan bir dünyaya yönlendiriyor, Diktatörlerin ölçütleriyle düşünmek ise şiddet toplumlarına... Ve her ikisi de kan dökülmesine...

Peki de her ikisini de karşımıza almakta ne gibi bir sakınca var? Yeni ve kan görmek istemeyen bir dünyadan yana olmakta?.. Her iki duragan düşünce biçimi de, çok bildiğimiz, bizi “akla kara” gibi birinden yana olmazsak ötekine düşmekle korkutmaya çalışıyor. Bizim kendi başımıza bir aklımız yok mu? Kendi tavrımızı belirleyemeyecek, kendi dünyamızı kuramayacak mıyız? Bunun için örgütlerimizi oluşturamayacak mıyız? Bu yeni bir değerler sistemi, duragan (statik) her şeyi reddetmek olamayacak mı?

İdeal toplumu, statik toplum olarak algılayan bütün yapılara ve yapılanmalara karşı dinamik değerlerimizi oluşturmak zorundayız. Statik düşünmeye koşullanmış akılla bunu yapmak kolay değil, buna zorunluyuz. Ne yapıp yapıp bütün statik değerlerin, özlemlerin, cennetlerin, yapılanmaların önünü kesmek zorundayız. Başka çıkarımız yok gibi görünüyor! “Dünyanın en küçük suyu, sürekli aktığında, bir gün mutlaka önünü kesecek olan en güçlü barajı yıkar geçer!..”bunu unutmamak gerekiyor!..