30 Mart 2009 Pazartesi

Kadınlar Günü üzerine gecikmiş bir yazı

düş kırıklığı ve papatyalar

o şimdi küçük bir kadın
kucağında bebeği
yirmi üç yıl, kırk altı bahar
nasıl da geçti

kavgalardan sıyrılmış düşleri
papatyalar, portakal ağaçları
yarısı mükemmel çocukluğunun anısı
uzak, çok uzak şimdi

üstelik çıngırak çiçekleri de yok
baharı uyandıracak

unuttuğu bir şeyler olmalı yaşanacak
çocukluğundan kalma buğu
hala gözlerinde
oysa gülmek gibi
ağlamayı da unuttu

şimdi küçük bir kadın
kucağında bebeği

AYŞEGÜL TERCAN



EVRENSEL KÜLTÜRDE ARINILAMAMIŞ KALINTILAR,
ANADOLU KÜLTÜRÜNDE “KADIN”
VE
“POZİTİF AYIRIMCILIK” KADINLARI KURTARMAYA YARAR MI?..


Kültür tarihinden günümüze gelen sorun çok…

Hayatlarında bir kez olsun yakından görmedikleri papanın ardından dökülen içten gözyaşları…

Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, annelerine, babalarına, sevgilerine yetiştirilmeye çalışılan hediyeler…

Unuttuk mu? Bir yanda iki çocuk bayrak yakmaya kalktı diye bütün ülkeyi bayrağa bulayıp ala boyayanlar, öte yanda ülkesinin bayrağını mayo yapıp kıçına giymekten keyif duyanlar.

Sonra önderler… Ardından cehenneme bile gidilmekten çekinilmeyen önderler!..
Şöyle geri çekilip bir tanesine bile dışardan bakmayı bir denedik mi?

Nasıl değerler bunlar?

Ve bugünlerde çok moda olan “kadınlar”…

Bu “kadın”ları ne yapsak? Alsak başımıza taç mı etsek?.. Bugüne değin “negatif” ayırımcılığa uğratmışız, bundan sonra artık “pozitif” mi ayırsak?

"Birey" temelli kültür ve "kâr" ölçütlü ekonomi, böyle değerlendiriyor...

Ne zaman kadınlarımız "pozitif ayırımcılık" vb kavramlarla gerçekte insan olmaktan, uzaklaşmakta olduklarının ayırdına varabilecek?

Ve ne zaman, kadın ya da erkek “biz” (emeğiyle geçinenler), ekonomik liberalizmin (ki kapitalizmdir) tepeden hazır yolladığı sorunlara ve işine gelen çözümlere, yine onun taktığı at gözlükleriyle onun istediği gibi bakmak yerine kendi kültürümüze göre değerlendirmeyi öğreneceğiz?

"Ben merkezli” burjuva kültürü içinde yaşıyor, onun ölçütlerine göre davranıyoruz. Oysa kendi kültürümüzü yaratmadıkça ve yaşam ölçütlerimizi buna göre ortaya koymadıkça yapabileceğimiz başka şey yok.

* * *
Anı günleri, yıldönümleri saptamak, burjuva kültüründen çok daha öncelerden gelir. Doğrudan doğanın döngüsüyle ilgilidir. Baharın gelişi, doğanın uyanışı: Nevroz (yeni yıl), Hıdırellez vb... Çorum, Hattuşaş’ta Hitit Yazılıkaya tapınağının büyük salonundaki ünlü kaya kabartmasında, yaklaşık 3500 yıl öncenin, böyle bir yeni yıl töreni, doğanın yeniden doğuşunu sağlamak üzere, erkek ve kadın tanrıların birleşmeleri anlatılmaktadır. Erkeklerin başında en büyükleri, yıldırım salıcı Teşüp (sonradan Zeus) ile kadınların başında ana tanrıça Hepat (Kuphepat, Kupapa, Kubaba, Kübele, Kibele, Kıble, Hera, Havva, Eve) doğaya hamile kalmak üzere karşı karşıya gelmekte oldukları gösterilmektedir.

42 Numaralı figür Baştanrı Teşüp, 43 numara, Ana Tanrıça Hepat’tır.
Her ikisinin arkasında bu kesitin dışında kalan pek çok tanrı ve tanrıçalar vardır

Bu Teşüp-Hepat önderliğinde tanrıların törensi birleşmesi daha sonra Kybele-Attis birleşmesine dönüşecek, her türlü yılbaşı geleneğine, çam cinayetlerine neden olanlarına değin varacak, pek çok başka gelenek doğuracaktır. İslamiyet’te Hızır’la İlyas kardeşlerin kavuşmasına dönüşmüş olsa da, Hıdırellez'de, kısmet açma, ev sahibi olma gibi karşı cins birlikteliğini anıştıran tılsımlar, doğayı doğuracak cinsel birleşmenin Hitit kültüründen bu güne ulaşan ardılları olarak, günümüz Anadolu’sunda hâlâ yaşayacaktır.

Yeni yıl ve doğanın uyanması, güz gelince, bağbozumu (şarap yapımı) ya da ürünün kaldırılmasına da dönüşür, büyük şenliklerle kutlanırdı.

Aristokrat kültürde, yıldönümleri "kutsal zamanlar" olarak anılmaya başlar. Bütün kutlamalar, dinsel bayramlar, kutsal günler (paskalya, kandiller vb) böyledir.

Ardından satılabilecek her şeyi satan kültür, burjuva kültürü geldi. Bugün içinde yaşadığımız kültür budur. “Satış” düzenini yok etmek için yaşam veren Che Guevera'mızı bile satılmaktan kurtaramıyoruz. Küba, onu saygın önderi sayarken, cesedinin ellerini kesip paketleyen burjuva ekonomik liberalizmi onun yakışıklılığını ve "çekici"leştirmek için kaçınmadığı kahraman kişiliğini bile duraksamadan satışa sunmuyor mu?

Onyıllar önce Dostlar Tiyatrosu'ndan izlediğim Abdülcanbaz oyununda “Gözlüklü Sami” tiplemesiyle Genco Erkel'ın söylediği, Arif Erkin bestesi "Gözlüklü Sami’lerin şarkısı" hâlâ kulaklarımda:
Bu işin raconu böyle,
Çıkarına bakacaksın,
Uygun fiyat verirlerse
Ananı da satacaksın!..

Mart 1973. Dostlar Tiyatrosu’nda oynanan “Abdülcanbaz” oyunundan bir sahne. Mehmet Akan, Macit Koper ile
sağ başta “Gözlüklü Sami” Genco Erkal’. (Fotoğraf: Ömer Tuncer)


Biz, emeğiyle geçinenler olarak, kendi kültürümüzü kurarken, bütün bu "özel gün"ler, kutsallaştırılmadan ve insan yapısı olduğu ve kültürel geçmişi unutulmadan, yalnızca gerekiyorsa alınmalı, “kutsal gün” tongasına düşülmemelidir.

Bütün dünya kadınlarını, bu arada Türkiye kadınlarını da ayağa kaldıran “8 Mart Kadınlar Günü” de özel yıldönümlerinden. Sorunu da, çözümünü de, önceden hazırlanmış, allanmış-pullanmış, hediyelik paketleri hazırlanmış olarak önümüze konmuş buluyoruz.


Almasak “kadın düşmanı” sayılacağız!..

Klasik görüntü, politik örgütlerin sırtlarında kendini taşıtan başkanlarının, taşıyan “kul”lardan kadın olanlara birer kırmızı gül dağıtmasıdır. Ama bu görüntü, politik örgütlerde bulunan kadınların “insan” olarak algılanmasına, “taşıyıcı kul” olmaktan çıkmasına yetmeyecektir.























Albert Uderzo
'nun çizgileriyle
"Galya'lı Asteriks" çizgi romanında egemen kabile şefi ve karısı...

Önce bu “taşıyıcı kul”ların ayırıcı özelliğinin, yalnızca “kadın olma” olmadığının ayırdına varmak gerekiyor.

Bu durumda kadınlar için “pozitif ayırımcılık(!)” eşitsizliği gidermeye yaramayacaktır. Dünyadaki hiç bir eşitsizlik olumlu yönde de olsa zorlamayla dengeye gelemiyor. Onu oluşturan koşulların ortadan kaldırılması gerekli ve yeterlidir. Yani "kadın" ve "erkek", doğal (biyolojik/psikolojik) yapı dışında "insan"da birleşmek zorundadır. Yeni kültür, ancak insana, burjuva kültürünün "ben"iyle değil "insan" kavramıyla, "biz" bilincinin oluşmasıyla ortaya çıkacaktır.

"Pozitif ayırımcılık", insanı insanlığa yaklaştırmayı önleyen cadaloz bir "ben"in denge isteği değil, zorlamayla dengeymiş gibi görünecek bir yapıyı oluşturma isteğinden başka bir şey değildir. Bu da insanın "dayanışma" duygusunun güçlenmesine değil, "sen değil, ben" duygusunun iktidarının sürmesine yaramaktadır.

Yani "pozitif ayırımcılık", kadınları kurtarmak yerine dengesizliğin sürmesine yaramaktadır. Erkek-egemen kültürel yapı, dengesizlikle beslenir. Dahası, bu yapıya sızan kadınların kadınlığı da, biçimlerinden başka bir yerde kalmamaktadır. Bu "kadın" biçimli yaratıklar kültür, duygu, duyarlık olarak erkekleşmeye eğilimli olmakta ve hızla dönüşmektedir. Bu ülke, bunu en yakından, yakın zaman başbakanımız Tansu Çiller’de görmüş olmalıdır.

Altlarından birleştirmeden ve üstten kovalarla birinden ötekine su aktararak iki havuzun suyunu dengeye getiremeyiz. Bu işi çok incelikle yapsak bile, bir süre için getirmiş gibi görünürüz. Ama ancak, birleşik kaplarla oluşturulması gereken gerçek denge geciktirilmiş olur. Bu da dengesizlikten çıkar sağlayanların işine yarar. Dikkatle bakılırsa, Kemalist dönemde kadınların zor yoluyla bir şey yapması istenmedi. Var olan potansiyel kullanıldı ve yalnız kadınların değil, bütün insanların “kul” olarak kalmasına neden olan engellerin ortadan kaldırılması için çaba gösterildi. İnsan olabilme çabalarının, ama var olan çabaların önü açıldı. Güzellik yarışmaları düzenlendi. Türkiye’nin bir dünya güzeli bile oldu. Bu, bize bugün "gülünç" gelse de, o gün için önemliydi, kadınların kadınca bir güven kazanmasını sağladı.

Oysa "pozitif ayırımcılık", birilerinin "hakkın değil ama" diyerek verdiğidir, ya da birilerinden “hakkım değil ama” diyerek ve zorlanarak alınandır.

Bu da yalnızca güvensizliği besler.

Kadın milletvekillerinin çoğalmasının çözümü, kota koymak değildir. Sorun, yalnız kadınların değil, bütün insanların depolitizasyondan kurtarılmasıyla çözülebilir. Geçerli burjuva düzeni, yalnız kadınları değil, kendi özel olarak yetiştirdiği "ben-merkezci" bireyler (Aldous Huxley’in “Brave New World/Cesur Yeni Dünya”sında “Alfalar”) dışındaki hiç kimsenin devlet yönetimine burnunu sokmasını istememektedir. Bu anlamda politikayla ilgilenmeye izin verilmenin koşulu, erkek ya da kadın olmak değil, kul kültürünün efendisi olmaya elverişli olmaktır. Ancak Aristokrat kültürden başka olarak bu kez, en büyük “efendi”, tanrı değil, “sermaye” olmuştur. Çünkü burjuva kültürü (burjuva demokrasisi) olarak kendi iç mantığı gereği, oturmuş değildir ve egemenlik kullar tarafından taşınan ve bir tür "kutsal"lık verilmiş olan politik önderlerdedir. Tayyip Erdoğan’ın AKEPE’den istifa eden milletvekillerini "nankör" olarak suçlamasının mantığı başka nedir ki? Aynı anlayış, Başbakan Ecevit'e Anayasa kitabını fırlatan Cumhurbaşkanı Sezer'i de, kendisini seçtirmiş olduğu için, nankörlükle suçlayan Devlet Bakanı Hüsamettin Özkan’da da yok mudur?

Bunlar "kul" kültürünün günümüz toplumlarındaki görünümleri, geçmiş kültürlerden bugüne sarkıntılarıdır.

İnsan dayanışması, "çıkar" (ya da yasal biçimiyle "kâr") uğruna yapay olarak parçalanmakta ve "kadın hareketi", "eşcinsel hareketi", "doğa korumacıları hareketi" gibi küçük parçalar halinde, sermaye tarafından daha kolay denetlenmekte ve yönetilmektedir.

Kadın hareketi ise adından başlayarak yanlışlar taşımaktadır. Geçen yıl, 2008’in 6 Mart’ında, Kadınlar Günü(!)’ne iki gün kala, gösteri yapmak isteyenlere karşı yapılan saldırıyı savunmak için, Tayyip Erdoğan’ın, “Bu nasıl kadın hareketi, içinde erkekler de vardı”, suçlamasıyla bu parçalanmayı savunmasını anımsamak gerekir.

* * *
Kültür tarihinin hiç bir döneminde Anadolu'da "kadın", Avrupa kültüründeki gibi "yok" sayılmamıştır. Antik dönemde Hellen anakarasında çocuk istemek dışında, cinsellik bile erkekler arasında çözümlenirken, Anadolu toplumlarının yönetiminde kıraliçeler olabiliyordu (Halikarnassos kıraliçesi olarak Artemisia I -MÖ 450- ve satrap olarak Artemisia II ve Ada -MÖ 350-).

Halikarnas Balıkçısı’na göre, Atinalı koca Perikles, Miletos'un eğitimli, “insan” Aspasya'sı ile evlenebilmek için, bu nedenle, Atina senatosu karşısında salya sümük ağlayarak yalvarmış, izin istemişti. Hellen anakarasında kadın ancak Sparta kralının karısı Güzel Helen gibi nereye çeksen götürülecek kültürel yapıdaydı. Onu bile insan olarak algılayıp anlatan Anadolu’lu Homeros’tur.

Genel olarak Mısır'da, Mezopotamya'da, Anadolu'da Aristokrat sünnî (ortodoks) yapı oluşmadan önce pek çok kadın adı biliriz: Saba melikesi Belkıs, Kleopatra, Hatchepsut, ozan Sappho, Aspasya, Artemisia, Amazonlar, Mirina (İzmir'in adı ondan gelir), Phrine (Aphrodite rahibesi, kutsal fahişelerdendir).

Kimisi mitolojik, kimisi tarihseldir ama, "kadın", kültürümüzdedir. Aristokrat sünnî (ortodoks) kültürün Dünya’yı sarmasından sonra ise kadın yalnızca Anadolu'da, özellikle Alevi Türkmenlerde eski saygınlığını korur. Kimisi Kaz dağlarının Sarı Kız'ının Artemis'ten geldiği gibi antik Anadolu Mitolojisinden gelir. Kimisi, Meryem Ana ve Mecdelli Meryem gibi dışarıdan gelir ama Anadolu kültürüyle yoğrulduğu için bugüne değin yaşar. Kimisi, Ahi Evren'in karısı Kadın Ana (Kadıncık Ana, Fatma Ana) gibi sünniliğin ulaşamadığı alanlarda bize kadar ulaşmayı başarır.

Kadın Ana, Vilayetname’de (Hace Bektaş[*] Menakıpnamesi), Sulucakarahöyük(bugün Hacı Bekteş)'teki dergâhın iç işlerinden sorumlu ve Hace Bektaşın en yakınındaki kişi olarak anılmaktadır.

Aristokrasinin kuramcısı ve dinsel şeyhi olarak kendini yücelten Mevlânâ, her ne kadar Ahi Evren'in, kendi eşiyle ve başka kadınlarla “eşitlikçi” ve “can/insan”da buluşan içli dışlılığını, alaycı ve oldukça da edepsiz bir dille alaya almış olursa olsun, Anadolu kültüründe kadın hiç bir zaman erkekten aşağı sayılmamıştır. Alevi Cemleri'nde kadın erkek ayırımı olmaz. Toplumdaki herkes gibi Cem'deki herkes de cinsiyetsizdir, “insan”dır, "can"dır. Kadın ya da erkek hiçbir insan kendi eşine bile "cinsel obje" olarak bakmaz, bakamaz.

Kadın Ana geleneği bütün Anadolu'da sürer gelir:

(...)
Anadolu'da bilinen beş 'Ana' vardır.
'Toprak Ana', 'Havva Ana: 'Meryem Ana', 'Fadime Ana', 'Kadın Ana'.

'Kadın Ana', bugün de yaşar.

'Kadın Ana' köyde hastaların umutsuzların yardımcısıdır.
Gelinlerin, gençlerin, çocukların doktorudur, ebesidir.
YoksuIIarın, varlıklıların, kadınların, erkeklerin
her tür derdine deva arayandır.
Düğünlerde, Sünnetlerde, adaklarda,
ölümlerde köylünün daima yanındadır.

Ona bu adı halk verir.

'Yaşar Emmi, Kadın Ana)'yı
nasıl tarif edersin?'

'Kadın Ana olmak çok zordur, kızım.
Kadın Ana olmak için akıl ister, sabır ister,
yüreği çok varlıklı olmak gerekir.
Kadın Ana'nın sözü bir köy ağasınınki kadar geçerlidir.
O tüm kadınların anasıdır.
Doğumda kadının koruyucusudur, çünkü o doğurtur.
Lohusaya ve bebeye günlerce o bakar.
Lohusa iyileşip ayağa kalkıncaya kadar ilgilenir.
Bebeleri o tuzlar. Tuzladığı bebeler pişkin olurlar, dayanıklı olurlar.
Ömürleri boyu ağızlan, terleri, ayaklan kokmaz.

Ağır hastalara Kadın Ana bakar, başlarında bekler.
Ölüm oldu mu oradan hiç ayrılmaz.
Cenaze kadınsa onu da Kadın Ana yıkayıp kefenler.
Ölü evine, yas almak için sık sık gelir gider.

Kız istemede, nişan takmada, düğünde hep o vardır.
Törenler onsuz olmaz. Kadın Ana gönlünü,
elini, gözünü halkın üzerinden hiç eksik etmez.(...)

“Anadolu’da Kadın Ana’lar”, Sabiha Tansuğ,
Sanat Olayı Sayı:12 Aralık 1981, s:31
Avrupa kültürünün ortaçağında adı bilinen tek kadın, Jeanne d'Arc, (d. 1412 - ö. 30 Mayıs 1431)'dır.
O da uluslaşma, yani burjuvalaşma sürecinde kendini yakmış olduğu için... Oysa Anadolu'nun kültür dünyasında Mihri Hatun gibi, Zeynep Hatun gibi kendi aşkını bile anlatmaktan çekinmemiş Sappho torunu ozan kadınlarımız vardır. Üstelik bunlar, Aristokratların arasından bile çıkabilmiştir.
Sultan anası olarak doğrudan siyasete bulaşmış, entirikayla da olsa Osmanlı'nın geleceğini değiştirmiş saray kadınlarını (Hurrem Sultan onlardandır) unutmamak gerekir.

Anadolu kadını, kültür tarihimizin hiç bir döneminde Avrupalı kadın kadar "yok" konumuna düşmemiştir. Tersine, kişiliğiyle sanata, kültüre, politikaya, en az erkekler kadar ulaşmış bir geleneğin sürdürücüsü olduğu gibi, erkekleşmeden kendi kadınsı kültürünü de oluşturmuştur. Avrupa'dan alınacak feminist harekete hiç gereksemesi olmamıştır.

Oysa burjuva kültür emperyalizmi, Anadolu kültürünü de denetim altında tutmak için olmalı, kendi kadınlarının yanına çekmek istemekte ve kendi kültüründeki gerçek yerini unutturarak, yapay bir savaşımı çok gerekli ve haklı göstermeye çabalamaktadır.

Yazık ki Anadolu’lu kadınlar, bugün, bu tuzağa kolayca düşmektedir.

Oysa "pozitif ayırımcılık" vb. burjuva tuzakları yerine bütün insanlarımızla beraber güçlerini birleştirerek kadınların da devlet yönetimi konusunda düşünce geliştirecek ortamı oluşturması gerekmektedir. Bu durumuyla kadınların, bütün yönetilenler gibi devlet yönetiminde, toplumda var olan oranlarda görünmemeleri için de, daha başka özlenen alanlarda görünmemeleri için de bir neden kalmayacaktır.

Önemli olan yönetilenler (halk) olarak devlet yönetmenin hep birlikte öğrenilmesi, kendi öz örgütümüz olan devletin sermayenin elinden kurtarılması ve halkın kendi sorunlarını kendisinin çözdüğü bir yapının oluşturulmasıdır. Hep birlikte güçlerin birleştirilmesi ve gerçek demokrasinin savaşımının verilerek devleti yönetilenlerin çıkarına uygun örgütleyecek demokrasi kültürünün oluşturulması ve yerleştirilmesidir.

Sermayenin, daha pek çok yapay oluşum gibi, kadın hareketi ve benzeri hareketler oluşturarak arkasına saklanıp denetim altında tutmak, doğru çözümlere engel olmak istediği yönetilenler hareketi, budur.

Söz gelimi gelenek cinayetlerini de yalnız kadın sorunu olarak algılamak, sermayenin işine gelmektedir. Trajedi, yalnızca öldürülen gencecik kadınların değil, onları öldüren kardeşlerinin, ölüm kararı veren ana-babalarının, yakınlarının, köylülerinin, dahası bütün toplumun trajedisidir. Toplumun bütünüyle bu trajediden kurtarılması için, gerçek anlamda yepyeni bir kültürün, insana "insan" olarak bakan dayanışma kültürünün oluşturulması gerekir. Burjuva "ben" toplumunun "çıkar" ya da "kâr" amaçlı yarışmacı yaşama ölçütleri yerine emeğiyle geçinenlerin salt kendi gereksemelerinden doğan ve 800 yıl öncenin Anadolu’sunda Selçuklu ve Bizans Aristokrasisine karşı başarılmış olan dayanışmacı “imece kültürü”nün, ve bundan oluşacak yaşama değerlerinin ve ölçütlerinin bugüne uygun yepyeni bir anlayışla oluşturulması ve uygulanması gerekmektedir.

Geçen yıllarda yitirdiğimiz Mevlûde Günbulut ananın, yaşadığı yerin (Şarkışla) hemen yanında, Gemerek'te Deniz Gezmiş'in yakalanışında attığı dayanışma çığlığı, Zülfü Livaneli tarafından, avazıyla ve sözleriyle, yanlış aktarılmış, yozlaştırılmış da olsa unutulur gibi değildir.

Kolayca, basitçe, günün içinde, hemen söylenivermişçesine:

N'olayıdım, n'olayıdım
Okur yazar olayıdım
Deniz mahkemeye düşmüş
Avukatı ben olayıdım.

Bu kadınca yoğunluğu bir anadan başkasının yaşama ve paylaşma olanağı olabilir mi?

"Kadın" deyince, çok daha başkaları da dahil, vamp, fahişe, entrikacı, eğreti gelin, hiç birini dışta bırakmadan hepsini anlıyorum. Söylediklerim eksiksiz hepsi içindir.
Dayanışmanın, hep birlikteliğin türküsünü artık yakmak zorundayız.
Taşıdığı yürekten korkulan türkü budur.
_______________________________
[*] “Hacı Bektaş-ı Veli”nin adında kullanılmakta olan, “Hacı” sanına ilişkin, kültür tarihindeki veriler, bu sanın, 13.yy’da yaygınlıkla kullanılan, sonradan “Hoca”ya dönüşecek olan, “bilge” anlamındaki “Hace” iken, bu alanda sürmekte olan sünnî yozlaştırmasına uğramış olduğunu düşündürmektedir. Bu nedenle bu Türkmen Kocasının, Hacı Bektaş değil, “Hace Bektaş” olarak anılması doğrudur.