31 Ocak 2009 Cumartesi

İnsan-ı Kâmil

İnsan-ı Kâmil

Yazışmalar:

========================

Bu dünyada canım nereden yanarsa ben oyum...

  • 1240'da Selçuk sultanlarıyla Bizansli Hıristiyanların birleşerek katlettikleri Babai Türkmenlerin arasında bulunan Hace Bektaş'ın kardeşi Menteş benim!..
  • 1412'de "Yarin yanağından gayri her şeyde ortaklık" isteyen Şeyh Bedreddin kethudası Aydınlı Börklüce Mustafa'yla ardındaki Sakızlı Rum balıkçı, Aydınlı Yahudi esnaf benim!..
  • 1514'te Sultan Selim Çaldıran'a giderken, kaçmayı reddederek eski müridi Hızır Paşa tarafından asılarak öldürülen Pir Sultan Abdal, dağ tepelerine kaçamadığı için o incecik boynu koparılan Türkmen Alevi bebek benim!..
  • 1656'da 14 yaşındaki sultan IV Mehmet'in, başkaldıranların baskısına dayanamayarak bir hiç uğruna öldürttüğü ve götürülüp At Meydanı'ndaki çınar ağacına asılan cesetlerin arasında bulunan İç Ağası Mehmet Efendi benim!..
  • Yılını bilmediğim bir zamanda Yunus'un "Cennet Cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver sen onu / Bana seni gerek seni" şiirini ilahi olarak okudukları için ipe götürülürken de aynı ilahiyi okuyanlardan biri yine benim!..
  • 24 Nisan 1920'de TBMM'nin açılışının ertesi günü Meclis'te konuşan Mustafa Kemal'i, "Ermenilere yönelik yeni bir Türk şiddeti olmayacağının garantisini veririz." demek zorunda bırakan şiddetin yok ettiği Ermeni benim!..
  • 1930'da Menemen'de Derviş Mehmet tarafından boyu destereyle kesilip kafası sırığın üzerinde dolaştırılan 24 yaşındaki öğretmen Kubilay!..
  • 1942'de varlık vergisi veremediği için Osmanlı Bankasına borçlanan sonra da borcunu ödeyemediği için fabrikası haraç mezat satıldığından kahrindan ölen Yahudi tüccar Mişon Efendi benim!..
  • 1955'te 6-7 Eylül olayları sırasında İstanbul'da, kendi apartmanındaki Rumları, kapıdan geçen güruhtan koruduktan sonra kendisi de eline bir kalın sopa alıp Rum evi basmaya giden Kapıcı Mehmet'in evini bastığı Rum Kostas da benim!..
  • Ve tabii ki, Çorum olaylarında katledilen alevi Haydar, Madımak oteli baskınında yitirilen Kürt karikatürist Asaf Koçak da benim!..
  • Hala hapiste tutulan bir meczuba öldürtülen Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, çocuklara öldürtülen Rahip Santoro,

ve tabii ki Hırant Dink benim!.. Ermeni olmama ne şaşıyorsunuz?

Biliyorum, işim kolay değil!.. "İnsan" olmaya çalışıyorum!
Var mısınız?
Ömer

========================

----- Original Message -----
From:
To:
Sent: Sunday, February 01, 2009 4:17 AM
Subject: Re: [Utopyacilar] Fw: [BARANA] İnsan-ı Kâmil

Ustat Omer Tuncer'e Yurekten Katiliyorum,

Rezerv koydugum tek husus, bu gercekleri dile getirirken, dis guclerin, bolucu, parcalayaci oyunlarina gelip ( Gazze'de Hamas'in yaptigi gibi), eldeki bulgurdan da olmamaktir..

Sevgili dostlarima, genc yasinda Iran şahinin istihbarat örgütü Savak tarafindan katledilen, Iranl'li dusunur "Ali Şeriati"nin özgeçmisini ve eserlerini incelemelerini öneririm.

Selamlarimla,

Enis turan

========================

Ömer Tuncer wrote:

Sn Enis Turan,

Katılımınız bu kadar işte...

Bu aynı mantıkla bize, yani mazlumlara, tarih boyunca hep birşeyler beklettiler...

Bizi böyle oyaladılar... Hem de ölümüne... Yine aynı oyalama politikalarınız gündemde...

Herhangi birşeyi beklemenin gerekmediğini düşünüyorum.

Bunu artık yutmuyoruz ve "biz" artık "insanlaşma" sürecindeyiz!

Bunun için de mutlaka ve mutlaka Ermeni "de" olmam gerekiyor.

Yani Hırant'ın ölümüne Ermeniliği paravan edildiğinde, evet, "Hepimiz Hırant", "Hepimiz Ermeni"yiz işte...

"İnsan"sak eğer!..

Yani kardeş, vatandaş falan değil... Öz be öz Ermeni!..

Dünyadaki bütün öz be öz "insan"larla birlik olabilmek ve oyalayanların oyunlarını gırtlaklarına tıkmak için...

"Adam gibi insan" olabilmek için!..

Hırant "adam gibi insan"dı... bunun için öldürüldü... Ermeni olduğu için değil!..

Çoğalmamız herşey için yeter... Sardalya sürülerinin çokluklarıyla köpek balıklarına karşı durmaları gibi...

İstemedikleri, direnemeyecekleri de işte budur!..

İnsan-ı Kâmil karşısında silahsızdırlar, dayanamazlar..

Yeter ki biz, olmayı becerelim...

Ömer.

========================

----- Original Message -----
From:
To:
Sent: Sunday, February 01, 2009 7:39 PM
Subject: Re: [Utopyacilar] Fw: [BARANA] İnsan-ı Kâmil

Ne beklemesi ne oyalaması dostum? Neden söz ediyorsunuz siz?

Bakın Sn. Tuncer, bu memlekette kimsenin kimseyle uğraştığı falan yok. Butun sorun, 90 yıl önce karşılıklı olarak yaşanmış acı olayların sürekli olarak gündeme getirilmesi, tekrar kanatılmaya çalışılmasıdır. Aynen sizin şimdi yaptığınız gibi. Burada ve başka bir yerde, durup dururken Ermenilere dalaşan, Ermeniler şöyledir böyledir diyene rastladınız mı siz hiç? Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu , bu ne menem bir İnsan-ı Kâmil'liktir anlamadım gitti. :))

Bir Ermeni olmanıza da hiç bir diyeceğimiz olamaz, milleti zoraki kışkırtmayın yeter.

Ezilenler için mücadele, onları birbirine düşürmek değil, bilakis birbirlerine kenetlenmelerini sağlamaktır. Hepimiz Gazze'liyiz, hepimiz Iraklıyız, Hepimiz Bosnalıyız, Çeçeniz, Karabağ Azerisiyiz dediğini hiç duymadım ben.. hem de bunlar günümüzde ve burnumuzun dibinde olduğu halde.

Adam gibi insan olmakmış, İnsan-ı Kâmil'lik miş. Hadi canım sende...

Enis Turan

========================


Ömer Tuncer wrote:


Vay!.. Çok kızdınız ha?

Her yerde kolayca harcayıverdiğiniz "Yürekten katılıyorum" lafınızın ne denli sahte ve yapıştırma olduğunun ayırdına vardım diye mi?

Hangi doksan, tarih boyunca yaraları açan sizin anlayışınız, kanatmaması gereken de nedense katledilen "insan"larla, birlikte olanlar ha?..

Hadi biraz "neden" sorusu soralım:

Selçukluların Babaî kırımını beğenmediniz. Daha geri gideyim: Sokrates'e baldıran zehrini içiren hangi anlayıştı?

İskenderiye kitaplığını hangi anlayış yaktı? Bizans imparatoru Teodosius'un verdiği emirle İskenderiye başpiskoposu Theophilos mu? Halife Ömer'in verdiği emirle Amr ibn As mı? Kimden gelirse gelsin bu emir neden verildi? Hitler'in kitap yakma emrinden nasıl bir farkı vardı?

Hallac-ı Mansur'u parçalayan kimlerdi? Neden?

Anadolu'da öz oğlu Alaü'd Din Çelebi'yi katleden baskına hangi "Rumî" izin verdi? Sonra da cenaze namazını kıldırmayı reddetti? Neden?

Seyyid Nesimî'nin derisi canlı canlı neden yüzüldü?

Osmanlı boyunca kaç sadrazam vardı, kaçı keyf için idama gönderildi? "Devletin bekası içün" azl etmek neden yetmiyordu?

"Recm" nedir? Bir anlatır mısınız? Tarihte kaç kadın kaç erkek recm edildi? Neden?

Osmanlı'nın yasal(!) köle pazarlarını bilir misiniz? Orientalist ressam LEON GEROME'un bu konudaki resimlerini ekliyorum. Bakın bakalım, müslümanlığa mı sığdırabileceksiniz, insanlığa mı?


Osmanlı zaptiyelerinin Afrika kabilelerine değin gidip küçük erkek çocukların çüklerini kesip öylece bıraktıklarını, altı ay kadar sonra yeniden gelip, soylular için hadım harem ağası olarak yetiştirilmek üzere sağ kalanları toplayıp İstanbul'a getirdiklerini bilir misiniz?

Neden sizin dogmanızda dört yasal eş dışında erkekler için cariyeler de helaldir? Hadi özelleştirelim? Hangi Osmanlı sultanları yasal eşlerden değil de böyle cariyelerden doğmuştur?


Allah'ın vaadettiği Cennetinde bulunduğu söylenen genç ve güzel erkek hizmetkarlar olduğu savlanan ve Kur'an'da adları geçen gılmanlar kimlerdir? Bunlar için Yunus Emre bir şiirinde neden: "Huri ile gılmanı hevesim yok koçmağ için"; bir başka şiirinde de: "Huri ile gılmanı bir bir koçasım gelir" demektedir? Yunus Emre'ye göre "gılman" da Cennet'te, "huri" gibi "koçulmak üzere" mi sunulmaktadır? Bunların hepsinden önemlisi şu soru tabii: Bu dünyadaki özlemlerimiz arasında eşcinsellik bu denli sıradan, olağan mıdır ki bunu önlemek için öte dünyada eşcinsel ilişkiye izin verileceğine, dahası cennetliklere eşcinseller sunulacağına söz verilmektedir?


İnsanların başına getirilmiş daha ne acı olaylar var, aklıma bile getirmek istemiyorum. Anlattıklarım dışında daha başka gariplikleri ve kaynaklarıyla birlikte görmek isteyenler, Salah Birsel'in "Salah Bey Tarihi" başlıklı üçlemesine bakabilirler: "Boğaziçi Şıngır Mıngır", "Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu" ve "Kahveler Kitabı".

Bir Avrupa ülkesinde yaşasanız ve Papalığın adamları gelse küçük oğlunuzu iyi bir Hıristiyan ve papalık uğruna savaşacak asker olarak devşirmek istese gönül hoşluğuyla vermek ister misiniz? Sizi bir yana bıraktım, 4-5 yaşındaki oğlunuz anne-babasından ayrılıp hiç tanımadığı, hiç bilmediği bir kültürün, bir dilin olduğu eve, yepyeni bir ana-babaya nasıl gider? Orada öteki çocukların yanında nasıl yaşar, bu yeni yaşama nasıl alışır? İnsanca mıdır? Kim bilir kaçı o evlerde intihar etmiştir!?. Hiç kaydı tutulmuş mudur?



Siz Anadolu'da kaç Ermeni çocuğun, kendisinin Ermeni olduğunu bilmeden Türk aileler tarafından 1915 felaketinden kurtarılıp yetiştirildiğini ve kendisinin Ermeni olduğunu hiç bilmeden o ailenin çocuğu olarak yaşayıp öldüğünü biliyor musunuz? Ben birini çok yakından tanıyorum!.. Gidip de yollarda ölenler-öldürülenler ayrı... Başka Ermenilerin başkaldırması neden bu çocukların da onlar gibi cezalandırmalarını gerektiriyordu? Çoktandır devletin zaten yapması gereken bir özürün çıkardığı bunca patırtıyı anlamak olanaklı mıdır?





Yoksa yaraları kaşımayacağız!.. Üstünü örteceğiz!.. Bu dünyada sizin anlayışınız da göğsünü gere gere dolanacak öyle mi? Gereğinde aynı şeyleri aynı haklılık anlayışıyla yineleyesiniz diye ha?..

Yağma yok!..

Biz "onlar"dan değiliz. Biz bütün bu acıları çekenleriz.

Bizim dilediğimiz bu özüre siz yaygara da koparsanız çocuklarınız katılacak!..



Bosna'dan söz ediyorsunuz... Bir Fransız filozof, Bernard-Henri Lévy'nin 1994 yapımı "Bosna" adlı filmini gördünüz mü ( http://www.imdb.com/name/nm0529717/ )? Kendi ülkesinin yaptıklarını örtmeye çalışanlardan değil, insanlığın önünü açmaya çalışan "insan"lardan biri. Gazze'yi Çeçenistan'ı yaşamları pahasına ortaya çıkaran gazeteciler de öyle. Onlar "ben"dir; "Ben" de onlarım. Acı çekenlerin ta kendileri... Hiç bir nedenle ve hiç bir zaman çekilen acıları unutmayanlardan, unutmayacaklardan...
Yaralar tarih boyunca örtülmemeli, bütününün üstü eksiksiz açılmalıdır!.. Yeni yaralar açılmasına engel olmak için!..

Ve açılıyor, "insan"a ulaşacaksak daha da açılacak!... Sonuna kadar!.. İsteseniz de istemeseniz de!..

Evet!.. "İnsan-ı Kâmil" budur!..

Evet... "Adam gibi insan" olmak!.. tam orada!..

Beğenseniz de... Beğenmeseniz de...

Ömer.
==================


----- Original Message -----
From:
To:
Sent: Monday, February 02, 2009 3:44 AM
Subject: Re: [Utopyacilar] Fw: [BARANA] İnsan-ı Kâmil

Kızmadım Ömer Bey, hayal kırıklığına uğradım yalnızca.

Tarihteki her olay kendi zamanı içinde mukayeseli olarak ele alınmalıdır. Aynı dönemde diğer devletlerin tebalarının başına gelenleri incelediniz mi siz hiç? Siz Osmanlı ya da Selçukluyu zamanın devletler sisteminden iyot gibi soyutlayarak değerlendiremezsiniz. Aynen şimdi olduğu gibi o zaman da dış güdümlü çomak sokmalar ve işbirlikçileri (!) daima olmakta idi.

Ayrıca, mazlumlardan, sömürülenlerden söz ederken, meselenin özüne inecek yerde, işin içine Ermeniliği, Rumluğu soktuğunuz anda, başkaları da Türklüğü, Kürtlüğü sokmaya başlar ve iş zıvanadan çıkar. Bunu idrak edemediğinizi hiç sanmıyorum (!)

Yüzyıllarca uslu uslu oturan, Ermenilere "Millet-i Sadıka" diyen , onlara devletin en üst makamlarında görev veren Osmanlı, durup dururken mi azdı? Onlara olmadık vaadlerde bulunan İngilizi, Rusu, Fransızı melâike mi sence?

Aynı haltlar şimdi, günümüzde, devşirme ve işbirlikçiler de kullanılarak işlenmiyor mu dersin?

Günümüzün emperyalistleri zebella gibi başımıza dikilmişken hangi hak ve hukuktan söz ediyorsun ki sen.

Mülkiyet meselesinden, kapitalizmden, dev tekellerden, küreselleşme denilen modern sömürgecilikten, ABD ordusundan, füzelerden, CIA'dan Mosad'dan, vs, ve onların yediği herzeler hakkında hiç tısss yok bakıyorum (!)

Varsa yoksa Ermeni, Rum, Hırat ve eski defterler.. sanki bu eski defterleri inkar eden ve Hırant'ın öldürülmesini onaylayan varmış gibi. Buna, dense dense "kendi kendine gelin güvey olmak" denir ancak.

Sen ileriye dönük ne öneriyorsun dostum? Onlardan da söz etsene biraz. Küresel çapta hak ve adaleti sağlamak, sömürüyü önlemek ve de biz mazlumları ayağa kaldırmak için ne yapalım? TC'ne baş kaldırıp onu ortadan kaldırırsak, bir Kürdistan, Ermenistan, Pontus ve Batı Anadoluda bir İyonya devleti kurulmasını sağlarsak başımız göğe mi erecek sence? Mazlumlar iktidara mı gelmiş olacak? Yoksa Gürcistan daki "Turuncu Devrim"de olduğu gibi, her birinin başına yeni Amerikan uşakları mı geçecek?

ABD'si, Almanı; Rusu seni rahat bırakacak ve sen, bir İnsan-ı Kâmil olarak özlediğin o "insani düzeni" kuracağını mı sanıyorsun yoksa...
İn aşağı artık, in, Ömer Beyciğim.. Fazla havalandın zira...

Sevgilerimle,

Enis Turan

Not: Savaş Beyciğimiz, nedense benim yanitimi gruba iletmemiş.. bu nedenle özel adreslerinize de gonderme geregi duydum.


========================

Sn Turan,

Önce "Bana "sen" diye hitabetme hakkını size kim verdi?"

Sonra, hayal kırıklığına neden uğruyorsunuz? Arkadan dolaşmaya çalıştığınızın ayırdına vardım diye mi?

Yine saptırıyorsunuz. Benim yalnızca Türklerden söz ettiğimi kim söyledi?


Osmanlı'nın Türk olduğunu düşündüğümü kim söyledi? Aristokrat sınıf egemenliğinde bütün dünyada durum aynıdır. Sokrates örneğini, Hıristiyan örnekleri, Hallac-ı Mansur'u boşuna mı verdim? Şu sizin meşhur Rûmî'yi siz "Türk" filan mı sanıyorsunuz?

Mazlumlar dünyasından bakınca zalimlikte aralarında hiç bir ayrılık yoktur. İşte Aristokrat Osmanlının eğlencesinin ne olduğunu Reşat Ekrem Koçu şöyle anlatıyor:

DALKAVUKLAR

Eskiden kahyaları nizamnameleri ve narhları olan bir esnaf zümresi idi. Kendilerine yapılan her harekete tahammül etmeleri meslekleri icabı idi. Fakat dalkavuğa yapılan her muziplik, her hareketin derhal narh üzerinden bedeli ödenirdi. Mesela dalkavuğun yüzüne bir tokat atma 50 para, merdivenden yuvarlama 150 para idi. Bir yeri sakatlansa latifeyi yapan tedavi ettirmeye mecburdu. Ve mesela kuyruğu dışarda kalmamak üzere bir fındık sıçanını dalkavuğun ağzında kapama 400 para idi.

Ve mesela bostan dolabına bağlanarak su içinde bir miktar durdurulmak şartı ile, bostan kuyusunda bir devri 600 para idi... Ölürse cenaze masraflarını latifeyi yaptıran veriridi!

Ellerin ve ayakların domuz topu denilen biçimde bağlanması 40 para idi.

Buruna fiske vurmak, fiske başına 20 para idi.

Elin içinde beş-on kıl kalmak ve dişlerini leylek gibi takırdatmak şartı ile sakal zelzelesi 60 para idi.



Herkes onların hizmetkarıdır.

Türkler de öyle: "Etrak-ı bî idrak"tır. Sevgili Çetin Altan'da bu kavramı bolca okumuş olacağınızı düşünüyorum.

"Millet-i sadıka" da öyle... Ne aşağılayıcı bir tanımlama değil mi? Kapındaki köpek gibi!.. Kudurduğunda da kafasına kurşunu basacaksın öyle mi?..

Siz Türkler olarak, Ermenilerin kapısında "millet-i sadıka" olmak ister miydiniz?

O meşhur "üst-kimlik"inize kendi kültürel varlığınıza bütün haşmetinizle çöreklenip, sizin üst kimliğinize gelmek istemeyecek alt-kimlik(!)leri "düşman", "sadık olmayan" ilan edecek, Baba İlyas ve Babaîler gibi, Şeyh Bedreddin gibi, Köroğlu ve Celalî'ler gibi, Pir Sultan Abdal ve Şah İsmail Hatayî gibi gibi boyunlarını burmaya çalışacaksınız öyle mi? Üstelik "kendimle aynı hakları veriyorum" yalanlarını da hiç utanmadan bas bas bağırarak!..

Bütün Aristokrat kültürde olduğu gibi, Osmanlı Aristokrasisine göre de kendi dışındaki bütün "insan"lar onların "kul"udur.

Önemli olan bugün, içinde bulunduğumuz toplum adına ve bugünkü değerlere göre, adam gibi değerlendirmek ve yapılanlardan özür dilemektir.

Yarını mı soruyorsunuz!.. Önce Osmanlı kalıtçısı olmaktan Cumhuriyet Türkiyesi olarak iyice vaz geçeceğiz.

Aynen Mustafa Kemal'in yaptığı gibi:


"(...) bugünkü Balkan Devletleri, Osmanlı İmparatorluğunun yavaş yavaş parçalanması ve nihayet tarihe gömülmesinin tarihi neticeleridir. Bu itibarla Balkan Milletlerinin asırlara şamil müşterek bir tarihi vardır. Bu tarihin elemli hatıraları varsa, onlara sahip olmakta bütün Balkanlılar müşterektir. Türklerin hissesi en ağır ve acı olmuştur.(...)"
Mustafa Kemal







Yarın için değil mi? Bu toprakların çocuğu olarak önce bütün yapılanlar için "adam gibi" birbirimizden özür dileyeceğiz!.. Sonra Osmanlı ile aynı kültürden olmadığınızı açıkça söyleyeceğiz. Bu toprakların bütün insanları olarak bir araya gelip "adam gibi" hep birlikte birlikteliklerin olurunu arayacağız. Pazarlık değil, olur arayacağız...

Sonra bütün dünyanın mazlumları ile birleşeceğiz. Ama tam olarak birleşeceğiz. Öyle o milletin mazlumu, bu milletin mazlumu filan diye hiç bir ayırım yapmadan... Bir mazlumlar birliği oluşturacağız. Çağımızın mazlumları sermaye karşısında emeğiyle geçinenlerdir. Bunu da Marx, ve tabii yine "adam gibi" söylüyor. Gelecek mi istemiştiniz? İşte gelecek:

"İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil. (...)
Halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları, daha burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmakta.
Proletaryanın egemenliği bunu daha da yok edecektir. Birleşik eylem, hiç değilse uygar ülkeler arasında olmak üzere, proletaryanın kurtuluşu için en önde gelen koşullardandır.
Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır.
Ulusun kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da düşer."

Komünist Manifesto'dan

Beni bırakmamaya çalışacak olan ABD'si, Alman'ı, Rus'u değil, sermayenin kendisidir. Bunun içinde Türkiye sermayesi de var. Ve "ben", "insan" olarak bütün ABD, Alman, Rus "insan"larıyla birarada bu sermayeye karşı savaşım vermek zorundayız diyorum.

Siz orada, ya ardındaki sermaye gözden uzak kalsın diye milliyetçi/ulusçu paravanlar kurarak, ya da çok daha iyi niyetli bir bakışla kimilerinin kurduğu milliyetçi/ulusçu paravanların ardında neler olduğunu görmezden gelerek yaşayıp gidin bakalım...

"Akış" böyle bir şey işte... "Akış"ın ayırdına varmayanları, Aklı geleceğe doğru dürüst ermeyenleri sonunda toprak ediyor!..

Ya bir de etmeseydi?

Ömer Tuncer.
NOT: Bir yanıt verecekseniz hitabınızı düzeltip de gelin!..
=============================
Sevgili Dostlar,

İnsan-ı Kâmil yazışmalarıma birkaç yanıt var. Hepsine bir arada yanıt vermek istiyorum.

Önce Sn Umur Gürsoy diyor ki:

----- Original Message -----
From:
To: ütopyacýlar
Sent: Monday, February 02, 2009 11:08 AM
Subject: [Utopyacilar] orta yerden giriyorum

Sevgili Ütopya grubu üyeleri,

Kıymetli Tuncer ve Turan arasındaki bilgilendirici ancak giderek sertleşen tartışmaya bütün cehaletimle ortadan girerek haddime düşmese de orta yerde birleştirici bir iki söz söyleme gereksinimi duydum.

Yıllar önce Attila İlhan, kitaplarından sanırım "Ulusal Kültür Savaşı"nda; Fransız Devrimi'nin ya da Fransızların başardığı şeyin soylu (aristokrat) kültürünün iyi ve güzel yönlerini ve birikimini (müzik, yemek, nezaket vb) tüm Fransız halkına mal edilmesi olduğunu anlatır.

Daha sonra bunlara ilave Alev Alatlı okumalarım da beni kimi zaman sağcı olunabileceği ve pek tabii ki görecelilik (görelilik-izafiyet-relativite) ya da bulanık mantık düşüncesine getirmiştir.

Son olarak beni en çok etkileyen ve beni onunla (ve pek çok yeşil ve ekolojist düşünürün kitaplarında olduğu gibi) tanıştırdığı için Savaş Emek'e müteşekkir olduğum Feyerabend okumalarım başta batı kökenli neredeyse demokratik olmayan her türlü insan mühendisliği projesinden nefret ettirdi. Demokrasinin bile kusurları var.

Bu nedenle bende eski sol (Marksist) ve eski milliyetçi-mukaddesatçı ve skolastik düşüncelerden bir sentez oluştu. Bu sentez aslında insanların akvaryum benzeri evren ve içindeki yerküredeki ekolojik döngüler ve insan ekolojisi ile yönetildiğidir.

"Ayrılıklar da aşka dahil" diye bir şarkı sözü var ya sizlerin yazışmalarınız da ekolojiye dahil ve birbirinizi kırmaya hiç gerek yok.
Her şey ekolojinin kurallarına göre gidiyor; ABD'nin, Osmanl¹n¹n, Ermeninin vb yaptıkları ile ceylanlarla aslanların yaptıklarını pek farkı yok. Varsa bir fark aslanlar daha aslan; doyunca öldürmüyorlar.

Ben kuş gribi salgını gibi bir büyük dünya salgını bekliyorum. Ya da küresel ısınmanın ölümcül etkileri ile bu sorunları dünya bizlere sormadan halledecek, belki de ABD bunun için vardır.

Sayın Tuncer'in dünya emekçilerinin-mazlumlar¹n¹n birleşmesi vb gibi var sayımlar en azından dünya müslümanlarının-hiristiyanlarının birleşmesine göre pek gerçekçi ve ekolojik değil ne yazık ki.

Bize acılarımızı çekmek kalıyor. Bunu azaltmak için Kemalist ideoloji ve onun devletine muhtacız gibi de görünüyor. Alatlı'nın dedi»i gibi "En kötü devlet devletsiz kalmaktan ve özgürlüğümüzün yitirilmesinden iyidir".

Sevgilerimle.

Umur Gürsoy-Osmaniye

======

Sn Gürsoy denli karamsar değilim. Kendi dönemi içinde Kemalizme hiç itirazım yoktur. Tersine pek çok yerde yazdığım gibi, Kemalist Burjuva Devrimi'ni 1917 Sovyet Devrimi'nden çok daha gerçekçi ve doğru zamanda bulurum.

Tarih ve Kültür Tarihi boyunca her zaman olduğu gibi "akış" bizi yeniliklere doğru sürüklüyor. Şimdi geçmişi doğru anlamak ve oradan güç alıp geleceğe bakarak yeni dünyaları oluşturmak, kurmak, oluşumlarını hızlandırmak için çaba göstermek gerekiyor. Bunun için Kemalizm, sığınılacak bir yer değil, Aynen Fransız Burjuva Devrimi'nde olduğu gibi, üzerine basıp ileriye sıçranacak bir tramplendir. Ve Fransız Devrimi'ne göre özgünlüğü de tam bu noktadadır: ileriye sıçramalara hep açık kalmış, geleceğe gidişi desteklediğini bütün belgelerinde, eylemlerinde göstermişir. Ben bunu "diyalektik" tartışmalarının yaşandığı Marxizm ile aynı çağda oluşmasına bağlıyorum.

Her ne kadar kendimi Kemalist olarak tanımlamasam da Kemalist Burjuva Devrimi, tereddütsüz düşüncelerim için en temel iki sıçrama noktasından biridir.

Kültür tarihinde "gelecek" üzerine, geçen yıl Ütopyacılar toplantısında sunduğum bildirimin tam metnini, "Sosyal Sınıflar, kültürler, akış kuramı ve gelecek üzerine..." başlığıyla http://www.utopyacilar.org/esas/tuncer_2008.html adresinde bulabilirsiniz.

Yani Sn Gürsoy'un düşünceleri ile çok ters yönde düşündüğüm söylenemez. Ancak Kemalizm, benim için Gürsoy gibi bir sığınma yeri değil, bir sıçrama noktasıdır. Kültür Tarihinde kulların sığınma yerleri dinlerdir ve Kemalizme "sığınmak" bana göre Kemalizmin kendisine aykırıdır. Kemalizm'in en önemli özelliği sığınak olmaması ve ileriye açıklığıdır.

=========================================

Sn Ayşe Tosuner diyor ki:

----- Original Message -----
From:
To: utopyacilar@yahoogroups.com
Sent: Monday, February 02, 2009 11:25 AM
Subject: Re: [Utopyacilar] Fw: [BARANA] İnsan-ı Kâmil

sayın omer tuncer,

ben sizin sadece insan-i kamil yazınızı okudugum icin begendim dedim .Kusura bakmayın ama enis turan ın cevabını okuyunca cok farklı bir noktada oldugunuzun ayırdına vardım.ulusalcı olan hic kimsenin hırant dink in olumunden mutluluk duyma ihtimali olamaz.mazlum halklar da bagımsızlıkları varsa eger ozgur olabilirler.batı emperyallizminden ulkemizi sonuna kadar korumak bizim gorevimiz.bizi bolmek icin cok ugrastılar.kurt turk dediler basaramadılar ,cunku icice gecmis bir halkı bolmek kolay degildir,
alevi sunni dediler yine basaramadılar.simdi en son oyunlar laik seriat catısmasını kullanmaya geldi umarım onu da basaramayacklar.cunku Ataturk devrimlerini bu halk benimsemistir .O yuzden basaramayacaklar

Ayse tosuner
=======

Sn Tosuner de önce yazılarımı beğenmiş. Sonra, bence biraz da Turan'ın çeldirmelerine kapılmış görünüyor. Bütün düşüncelerimin toplumumuzu bölmeyi amaçladığı kanısına varmış olmalı ki, "bölücülük" karşıtı bir paragraf yazmış.

Anladığım yanlış değilse: yazdıklarım da Mustafa Kemal'den ve Marx'dan yaptığım alıntılar da tam tersine insanları bölmeye çalışan davranış ve eylemlere karşı, bütün insanların bir ve aynı olduğunu göstermeye çalışan, ulusal ayrılıkları bile ortadan kaldırıp, insanların gelecekte "insan" kavramı çerçevesinde birleşeceklerini tahmin eden ve kuvvetle onaylayan paylaşımlar ve yazılardır. Tutumum bütün ayırımcılıkların karşıtı ve geleceğin kuruluşuna yönelik bir tutumdur.

================================

Geliş sırasına göre burada yanıt vermem gereken EnisTuran'ı ve son derece saygısız mesajını en sona bırakıyorum...

================================

Sayın Şenel Ergin, Sayın Umur Gürsoy'a yanıt olarak yazmış olmakla birlikte doğrudan benim "İnsan-ı Kâmil" kavramını yanlış kullandığıma ilişkin bir mesaj olduğu için, bu kavramdan ne anladığımı da açıklıkla yazma isteğindeyim.

Diyor ki:

----- Original Message -----
From:
To: <utopyacilar@yahoogroups.com>
Sent: Monday, February 02, 2009 2:29 PM
Subject: Re: [Utopyacilar] orta yerden giriyorum

Sayın Umur Gürsoy,
Yazınızı rahat bir nefes alarak okudum. Fikir beyanlarının dar sınırlarını genişlettiniz. Sizin söylediğiniz gibi, ben de olabildiğince alçak> gönüllülükle, söz konusu tartışmayı okurken zihnimde patır kütür dolaşan bir şeyi yazmak istedim. Yazınızı okuduktan sonra, hiç olmazsa size ulaşabileceğimi düşünüyorum.
"İnsan-ı Kâmil" kavramı içeriği çok net olarak tanımlanmış bir "insan durumu"nu anlatır. Bize okutulan tartışma kapsamında seyreden fikirlerin oluşturulduğu düşüncenin metafizik'i bu kavramı içermez. Yani her iki taraf için de, beyan edilen fikirlerin niteliğinden ve doğruluğundan bağımsız olarak, fikir sahiplerinin insan-ı kâmil duruma erişmeleri olanaklı değildir.
"İnsan-ı Kâmil" niteliği sizin yazınızdaki düşünce boyutunu kapsar ve bunu da aşar. Daha fazla da konuşmak istemiyorum. Bu kanalda her şey kolay harcanıyor.
Ancak söylemek istediğim çok net bir şey var: İnsanlar bu dünya denen reel-irreel ortamlara atılmış, kurallar haline getirilmiş zihin ürünleri olan yön göstericiler eşliğinde düşünebiliyor. Bu bağlamda, modernist, materyalist batı biliminin siyaset felsefesi bağlamı "İnsan-ı Kâmil" kavramını taşıyamaz. Bu tartışma için başka uygun bir terim oluşturulmasını öneriyorum. "Beğenseniz de, beğenmeseniz de" Bilim Felsefesi bunu söyler.
Sevgi ile selamlıyorum.
Şenel Ergin

=====================

Her kavrama olduğu gibi bu kavrama da Sn Şenel Ergin, doğaldır ki, istediği anlamı yükleyebilir ve yazılarında kendi yüklediği anlamı ile kullanabilir. Bu yazıları bizim de anlamamızı istiyorsa, yazının başında hangi anlamı yüklediğini belirtir. Biz de yazısında ne dediğini tam olarak anlamış oluruz. Bu tavır, hepimizin bildiği gibi bir bilim insanının tavrıdır.

Oysa "İnsan-ı Kâmil" kavramı çok eski bir kavramdır ve anlamı bellidir.

Sühreverdi el Maktul'un ikiye ayırdığı tasavvuf yolunda "Seyr-i Sülûk-i Afaki / Ruhun dış dünya yolculuğu" yanlılarının, yani Hace Evhadettin-i Kirmani, Hace Nasiru'd Din Mahmud, Hace Bektaş ve Yunus Emre'nin, sonra da günümüze değin Alevi-Bektaşilik yolunda önemli bir kavramdır. Varılacak yeri yurdu belli bir "yetkin insan"ı değil, sürekli bizden uzaklaşan, ardından gelmemizi bekleyen bir amacı anlatır. İşte bu özelliği yüzünden de "İnsan-ı Kâmil"e ulaşmak için Marifet kapısının "bilge(arif)"liğini de aşmak ve Hakikat kapısının "dost(muhip)"liğine, "birey"liğine dolayısıyla "tanrı"lığına ulaşmak gerekir. Ama ulaşıldığında görülür ki, burası da statik, değişmez, gelişmez, durduğu yerde duran, huzurlu bir nokta değildir. Buraya varmak, eksikliğinin bilincine varmak ve sürekli kendini geliştirme sürecinde tutmak anlamına gelmektedir. İşte içinde çelişki taşıyor gibi görünen bu düşünce, tasavvufun düşünce biçimi olan İlm-i Batın tarafından yorumlandığında anlaşılabilir.

Karşı yolda olan "Seyr-i Sülûk-i Enfusi / Ruhun iç dünya yolculuğu" yanlıları ise kültür tarihi boyunca, sürekli olarak bu yolun önünü kesmeye çalışmış, bunun için saptırmalar, anlamı dondurmalar, kemikleştirmeler gibi yöntemler kullanmışlardır. Gerçekten de İlm-i Batın, yani alttaki gerçek anlamı arama bilimi, son derece bireysel bir yoldur. İlle de benzetmek gerekirse, bir şiirden herkesin kendine göre alacağı özel bir tad olması gibi bir şey. İlm-i Batın'da da herkes kendine göre yorumlama özgürlüğüne sahiptir.

İşte bu yol sünni kafaların anlayacağı bir yol olmadığı için Şems ve Mevlânâ ile ardılı Seyr-i Süluk-i Enfusi'ciler, Osmanlı Devleti'nin kurucusu olan Seyr-i Sülûk-i Afaki'cilere karşı yükselen bir karşı devrim örgütlemişler ve Fatih Mehmet döneminde devleti ele geçirerek Yavuz Selim döneminde de tam egemen olmuşlar, Osmanlı'yı sünni bir imparatorluğa dönüştürmüşler ama Yükselme Devrini de sona erdirmişlerdir.

Seyr-i Süluk-i Afaki'cilerin bıraktığı yerden, kültürel bakımdan da Osmanlı Aristokrat "kul düzeni"ni alaşağı ederek "birey olma" savaşımını günümüze değin getiren ise Kemalist Burjuva Devrimi olmuştur.

Sn Ergin, "Bu bağlamda, modernist, materyalist batı biliminin siyaset felsefesi bağlamı "İnsan-ı Kâmil" kavramını taşıyamaz" diyor. Bu kavramın onun söylediğinin nasıl bir anlama geldiğini tam olarak bilmediğim için modernist materyalist batı felsefesinin bu kavramı taşıyıp taşıyamaması gibi bir konuda söyleyecek bir şeyim de yıktur.

Ancak geleneksel anlamıyla "İnsan-ı Kâmil" kavramı, karşılaştırmalarım yanlış değilse, hem ortaya çıkış ortamı bakımından, hem düşünsel bakımdan F. Nietzsche'nin "Übermensch / Üstinsan" kavramıyla tam tamına çakışmakta, üstelik Avrupa felsefesinin düşünce geliştirmekte ne denli geç kaldığını da anlatmaktadır. Doğru dürüst bir incelemeyle, şimdiye değin tasavvuf sandığımız şeyin malihülyalara dalmış ayakları yerden kesik mistik birt ortam değil, ayakları taş gibi yere basan 13. yy Anadolu tasavvufu olduğunu, sapasağlam bir felsefe sistemi oluşturduğunu görmemiz çok zor değildir. Bu nedenle de Renaissance sonrasi Avrupa felsefesindeki "kul"dan "birey"e dönüşme çabalarının ilk örneklerini 13.yy Anadolu felsefesinin içinde tereddütsüz görebiliyoruz.

(Daha ayrıntılı bilgi ve bu konudaki belgesel bağlantısı için: http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadoluda-yeniden-dou.html )

Sn. Şenel Ergin hocama bağışlarsa bir şey daha söylemek isterim: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde 1966-1972 yılları arasında beni altı yıl okutmuş, bitirme tezimi de yaptırmış, doktora yeterliğini de vermiş olan sevgili hocalarım Sevgili H.Vehbi Eralp, Sevgili İsmail Tunalı, sevgili Macit Gökberk, Sevgili Nermi Uygur, Sevgili Bedia Akarsu ile hadi Sosyoloji hocalarımı da sayayım: Sevgili Nurettin Şazi Kösemihal ile asistanı sevgili Muzaffer Sencer, son yılımda da Cahit Tanyol'un hiç birinden "Felsefe böyle der", "ahlak felsefesi böyle der", "estetik böyle der", "mantık böyle der", "bilim felsefesi böyle der" ya da "sosyoloji böyle der" gibi bir söz duymadığımı, ancak herhangi bir konuda felsefenin değil, birbirinden çok farklı olarak tek tek filozofların ve sosyologların söylediklerinin felsefeyi ve sosyolojiyi oluşturduğunu öğrenmiştim.

Ayrıca "metafizik" ve "reel-irreel" kavramlarının da benim anladığım anlamlarla yüklenmiş olmadıklarını anlıyorum. Bu yazı bağlamında açıklanma gereksemesi vardır.

Bilgilerinize sunarım efendim...

==============================================

Şimdi gelelim EnisTuran'ın mesajına...

Diyor ki:

----- Original Message -----
From:
To: utopyacilar@yahoogroups.com
Sent: Monday, February 02, 2009 1:51 PM
Subject: Re: [Utopyacilar] Fw: [BARANA] İnsan-ı Kâmil

Bu hakkı bana, ortada fol yok yumurta yok iken, önyargılı tutumunuzla, hakkımdaki olmadık yakıştırmalarla, ötekileştirmelerle, hakkınızdaki olgun insan imajımı (hayalimi) tümüyle yıkarak bizzat siz verdiniz Ömer Beyciğim. Sormanıza da şaşırdım doğrusu (!)
Kimsenin arkasından dolaşmadım ve ne düşünüyorsam dobra dobra söyledim şimdiye dek. Ama, bu samimiyetimi kendinize yakıştıramıyorsanız o sizin sorununuz.Kişi başkalarını kendi gibi bilirmiş mâlumunuz.
Bu tartışma benim için kapanmıştır.. çünkü peşin hükümlerle yapılan tartışmalardan, havanda su dövmekten öte, yapıcı ve fark yaratıcı sonuçlara varılması mümkün değildir.
Umur Gürsoy arkadaşımızın degerlendirmesine tümüyle katılıyorum. Ve, Ayşe Tosuner gibi, sağduyulu, yansız kişilerin çokluğuna da şükrediyorum.
Size iyi akışlar dilerim Ömer Bey
Enis Turan

===================

Şimdi ben bu mesaja ne diyeyim?

Ağız dalaşına mı girsem?

Aynı üslupta yanıt mı versem?

Ne yapsam?

Bana "sen" diye hitabetme hakkını, ona göre "önyargılı" tutumumla, onun hakkındaki "olmadık yakıştırmalarla" hakıımdaki "olgun insan" imajını (hayalini) tümüyle yılarak bizzat ben vermişim... Üstelik sormama da şaşırmış (ben bunu zaten bilmeliymişim anlaşılan, nasıl olur da bilmezmişim)

Siz bir şey anladınız mı?

Ben gerçekten anlamadım!..

Bu tartışma onun için kapanmış. peşin hükümlerle yapılan tartışmalardan, havanda su dövmekten öte yapıcı ve fark yaratıcı sonuçlara varılması mümkün değilmiş...

Demek, doğrudan düşüncelerin karşısına geçip doğurgan tartışmalar yapmak yerine "yürekten katılıyorum"larından sonra ama diyerek düşüncenin yüreğine koyduğu "rezerv"ler... "yaraları tekrar kanatma" suçlamaları... "milleti zoraki kışkırtmayın"lar... "(kendi yandaşı olduklarını özellikle sayarak) savunduğunuzu hiç duymadım ben"ler, "hadi canım sende"ler!.. önyargısız, olmadık yakıştırmalardan uzak, olgun insan imajına da çok uygun öyle mi?

Daha sayayım mı?

Arkadan dolaşıp: "kızmadım Ömer Bey"ler... "mukayeseli olarak ele alınmalıdır" dedikten sonra yalnızca kendi istedikleri dışında yapılan mukayeselere yanıt vermemeler... İşin zıvanadan çıkacağını idrak edemediğinizi hiç sanmıyorum diyerek zıvanadan çıkarmaya çalışıyorsunuz anıştırmaları... "Mülkiyet meselesinden, kapitalizmden, dev tekellerden, küreselleşme denilen modern sömürgecilikten, ABD ordusundan, füzelerden, CIA'dan Mosad'dan, vs, ve onların yediği herzeler hakkında hiç tısss yok bakıyorum" diyerek CİA, Mossad ajanı mısın anıştırmaları...

"Varsa yoksa Ermeni, Rum, Hırat ve eski defterler.. " diyerek düşünceye yanıt verdiğini sandırmalar, okuyacakları kandırma çabaları...

"TC'ne baş kaldırıp onu ortadan kaldırırsak, bir Kürdistan, Ermenistan, Pontus ve Batı Anadoluda bir İyonya devleti kurulmasını sağlarsak başımız göğe mi erecek sence?"ler... TC'yi ortadan kaldırmayı kim, ne zaman istemişse...

"ABD'si, Almanı; Rusu seni rahat bırakacak ve sen, bir İnsan-ı Kâmil olarak özlediğin o "insani düzeni" kuracağını mı sanıyorsun yoksa...
İn aşağı artık, in, Ömer Beyciğim.. Fazla havalandın zira..."lar...

Demogoji nasıl yapılır bilirsiniz değil mi?

Sevgiler,

Ömer Tuncer

12 Ocak 2009 Pazartesi

Gerçek Bir Denizciden Gemici Şarkıları

Knidos'ta Bahar... Phot: Konstantin Zhukov
1983 yılı... Bahar ayları... Mayıs olmalı...

Bir belgesel çekimindeyiz. Antalya'dan Bodrum'a doğru kıyıdan,Likya kalıntılarını çekerek geliyoruz. Yolda çekimlerimiz var. Bir çok yerde... Knidos'ta da var...

Marmaris'te kalacak bir yer ayarlıyoruz. Knidos'a doğru yola çıkıyoruz. Datça'ya kadar o yıllarda bile fena olmayan bir yol... Virajlı ama asfalt...Datça'ya girip yolu soruyoruz. "Gelirken sağa sapan o toprak yol" diyorlar.

Knidos'a varmak için o yoldan ne kadar gitmemiz gerekiyor diye soruyoruz, 35 km olduğunu öğreniyoruz.

Neyse, altımızda o zaman çalıştığım resmi kuruluşun arazi koşullarına uygun büyücek bir arabası var, çok da tedirgin olmuyoruz: Bu araba nasılsa gider...

Knidos kenti kalıntılarında genel çekimler yapacağız, özellikle de ünlü yontucu, klasik Ege yontularının kurallarını "asil serenite" adıyla, M.Ö 5.yy'da koymuş olan Praxiteles'in ünlü "Knisos Aphroditesi" yontusundan kalan kalıntıları arayacağız. Kaynaklara göre kaidenin görünür durumda olması gerekiyor...

Sonunda bir de günbatımı çekip Marmaris'e geri dönmeyi planlıyoruz
Yol ilerledikçe öyle pek de kolay bir yol olmadığı anlaşılıyor. virajlar, dağlar... Özellikle de dar yol kenarında yüksek uçurumlu yarlar...

Ekipten mırıltılar geliyor: "Ağbi, bu yoldan gün battıktan sonra karanlıkta nasıl döneceğiz?"

Biraz sonra: "Ömer, gerçekten bu yoldan karanlıkta dönülmez!.."

"Gün batımını başka yerde de buluruz, buradan karanlık basmadan dönelim!.."

Direniyorum:

"Hayır!.. Gerekirse arabada, gerekirse dışarda yatarsınız. Bu gün batımı bu akşam burada çekilecek!.."

Knidos'a inen son keskin virajlı, uçurumlu yol, darbeyi vuruyor.

Toplu halde: "Tamam. diyorlar. valla dönmeyiz. Gerekiyorsa sen arabayı alır gidersin!.."

Ama şöförümüz de onlara katılınca benim arabayı alıp dönme şansım da yitip gidiyor!..

Yani gün batımı çekilecek; gece de orada kalınacak...

Knidos Aphroditesinin kaidesini yerinde buluyoruz. Yontuyu aramış olanlardan kalan sondaj çukurları var... Başka çekimler de yapıyoruz. Gündüz çekimlerini bitiriyoruz. Biraz oyalanıyoruz, günbatımını bekliyoruz. Knidos bomboş. Kazıevinden kalan döküntüler, kıyıları denetim altında tutan bir jandarma karakolu, bir de birbirine sırtını dönmüş iki küçük koydan daha korunaklı olan iç tarafa bakan koyda, bir tahta baraka meyhane... Alimünit yiyecekler ve içki var... Daha çok bu korunaklı koya yanaşacak yatlar için olduğu anlaşılıyor..

Meyhane sahibi ile sohbet ediliyor. Tamam, akşam buraya geliyoruz deniyor...

Sanki gidilebilecek başka bir yer var!..

Koyda bir tekne bağlı. Yat desem o denli büyük değil, kayık desem o denli küçük değil...

Meyhaneciye, senin mi diye soruyoruz. "Hayır" diyor. "Bir Fransız geldi bugün". Bu mevsimde ta Fransa'dan buraya bu küçücük tekneyle nasıl cesaret etmiş diye soruyoruz. Bilmiyor... İki Fransız kız bir de erkek bu küçük, yelkensiz, tek kamaralı tekneyle Akdeniz'i dolaşarak Akdenizi aşmış Fransa'dan buraya dek gelmişler. "Peki nerdeler" diye soruyoruz. Teknelerinde olduklarını öğreniyoruz...

Sonra işimize bakıyoruz. Kameralarımızı gün batımı için hazırlıyoruz...

Gün batımı yaklaştıkça hava puslanıyor... Güneş batmadan o pusun içinde yavaşça yitip gidiyor. Deklanşöre basamadan kameraları topluyoruz.

"Gördün mü Ömer, şimdiye Marmaris'e varmış olacaktık bak!.. Sıcak yataklarımıza..."

"Konuşmayın" diyorum, "tamam!.."

"Şimdi yatma yerlerimizi hazırlayalım haydi..."

Bir küçük çadırımız var, kuruyoruz, üç kişi onu sahipleniyor. İki kişi arabanın koltuklarını paylaşıyoruz... Şöförümüz karakolda bir hemşehrisini buluyor ve orada bulduğu boş asker ranzası için söz alıyor...

Tabii kalkıp meyhanemize gidiyoruz.

Sonra teknedeki üç Fransız da çıkıp geliyor. Masamıza davet ediyoruz, İngilizcenin başını gözünü yara yara sohbet etmeye başlıyoruz. Birkaç kadeh içince böyle bir sorunumuz da kalmıyor, İngiliz bülbülleri gibi şakımaya başlıyoruz.

Erkeğin adı Gilles. Gemici... Soyadını bilmiyorum. Kızların adını hiç anımsamıyorum. Onların adını yazmamışız.

Kızlardan esmer ve daha güzel olanı, hiç konuşmuyor, bir şey sorarsak da bir ya da birkaç sözcükle yanıtlıyor, sonra bizimle ilgisini kesiyor.

Bir süre sonra biz de onunla ilgimizi kesiyoruz.

Gilles ve sarışın kızla aramız "iyi"...

Sohbet koyulaşıyor...

Şarkılar türküler başlıyor.

Katılmaya çalışıyorlar... Olmuyor... Birkaç Fransızca şarkı söylemeyi deniyorlar...

Sonra Gilles tekneden bir akordiyon getiriyor. Klavyeli değil, tuşlu bir akordiyon...

Akordiyonu görür görmez ekibimizin sesçisi Bülent de arabaya gidip çekimler için kullandığımız profesyonel Nagra ses kayıt cihazını getiriyor, mikrofonlarını Gilles'in akordiyonuna ve ağzına yakın yerlere yerleştiriyor...

Gerçek bir Fransız gemicisi Gilles, önce kendi aksanıyla bir İngiliz, sonra da Fransız gemici şarkıları söylüyor: Kaydediyoruz.

Yazık ki çok değil, hepsi hepsi 15 dakika boyunca...
Bülent bandın üzerine "Jill" yazıyor
Neden daha fazla çalmasını istemedik, neden daha fazla kaydetmedik, hiç anımsamıyorum. Belki yorgundu... Belki bandımız bitti... Belki biz Türkçelerde çok ileri gittik, artık söylemez oldu... Gerçekten bilemiyorum.

Ama anılarımda kalan bir şeyi anlatmadan da geçemeyeceğim. Gecenin şarkılı türkülü ve coşkulu bir anında, birden havada bir kadın ayakkabısı uçtu, tahta zamine düşüp taaak etti...

Hepimiz şaşırdık: O bir köşede unuttuğumuz güzel-esmer Fransız kız ikinci ayakkabısını da masanın üzerinden aşırtıp, tahta zemine fırlattı: Taaaaak!..

Sonra kendisi fırladı ve sözlediğimiz şarkılar ve el çırpmaları eşliğinde on dakika kadar deli gibi dans etti... Sonra yerine yeniden oturdu ve önceki sessizliğine döndü... Yine birkaç kez konuşmayı denedik, olmadı...

Ekipteki Abdulkadir'le, Lâtif'le, Cabbar'la, Bülent'le ve şöförümüz Necati'yle (soyadlarını yazmıyorum, kendilerinden izin almadım) paylaştığımız güzel bir geceydi.

Çekimlerde bazan, kimisi anlatılamayacak denli özel, böyle sürprizler olur...

Ama bazan...

Yaşamdaki "bazan"lardan daha fazla değil...

Ama belleklerde bu "bazan"lar kalıyor.

4 Ocak 2009 Pazar

Telif Hakları Konusunda Aykırı Düşünceler


"Sanat için, sanatın gelişmesi için elverişli
bir ortam yaratmaz kapitalizm..
Ortalama bir kapitalist,
sanata karşı bir gereksinme duyarsa,
bu ya özel hayatını süslemek içindir
ya da iyi bir yatırım yapmak için.."
Ernst Fischer
[1]

“SANAT YAPITI”, “SANATÇI” VE “TELİF HAKLARI” KONUSUNDA AYKIRI DÜŞÜNCELER…[2]

Ömer Tuncer

"Sanat" ve "bilim" gibi insan üretimi "paylaşım ürünleri"nin satılabilirliği, liberalizmin iç zıtlıklarından biridir. Sanat da bilim de "emek üretimi" olmadan önce "paylaşım ürünleri"dir ve bireyin “paylaşma gereksemesi”nden doğarlar. Oysa emek ürünleri, satılabilir ürünler, karşılığında başkalarının emeğini alabilmek için kendi gereksememizden ürettiğimiz fazlalardır. Oysa "sanat"ı, "bilim"i satmak için değil, "paylaşmak" için üretiriz. Bu eylemimiz, konuşmak gibi,ancak başkasına ilettiğimizde amacına ulaşabilecektir. Sanat, "yaşamımız"ın, bilim, "merakımız"ın paylaşımıdır.

Bu durumda neyin "fazla"sını satacağız?

Kapitalizmin, her şeyi "meta"laştıran çarkının insan karakterine uygun düşmeyen en büyük açmazlarından biri, her şeyi satılabilir olmaya zorlamaktır. Ama çürüme noktalarının en önemlilerinden biri de budur.

Bilim ve sanat ürünleri, paylaşılmak için yapılır ve paylaşıldıkça artar. Onu satmak tüketmeye götürür. Dolayısıyla yaratıcıyı da daha geniş kitleler tarafından “talep edilen” "tüketilebilir mal" üretmeye zorlar. Bu da sanat ve bilim yapıtlarının yozlaşması sonucunu doğurur. Dahası, bu yapı, satılabilir ürünler üreten, kendine “sanatçı” diyen yeni üeticiler üretir. Bu yozlaşmanın en tipik örneklerini discovery gibi kanallarda izlediğimiz adına “belgesel” denen”şey(!)”lerde, piyasa müziklerinde, televizyon dizilerinde, satılmak üzere üretildikleri açıktan görülebilen resimlerde görüyoruz.

Sanatı, bilimi "geçim kaynağı" olarak gören, "meta"laştıran, sanatçının burnuna "geçim" adlı ayıcı halkasını geçiren kapitalist yapıya karşı durmanın yolunu, hep birlikte aramalı ve mutlaka bulmalıyız.

Bu aşamada üretilen ve bizce sanat ve düşünce ürünü sayılan her türlü yapıtı teknolojinin getirdiği olanaklarla herkesin hizmetine açmanın çok doğru olduğunu düşünüyorum. Geçim için paylaşması gereken yapıtını satmak zorunda olduğunu düşünenler de varsın kendilerine başka iş arasınlar.

Umuyorum ki, bugün değilse yarın, bilim insanları, sanatçılar, sinemacıların İran'da yaptığı gibi, ürünlerini "meta"laştıran yapıya karşı örgütsel düzeyde savaşım verecekler, kendilerini kapitalizmin tüketici dişlilerinden kurtaracaklardır.

Şah İsmail Hatayî diyor ki:

(...)
Bülbül hevestir ötmeye
Sarılıp güle yatmaya
Bahçıvan gülü satmaya
Gül kadrini bilmez imiş.

Bahçıvan satma bu gülü
Haramdır parası pulu
Ağlatma dertli bülbülü
Gözyaşını silmez imiş.

Bülbül güle hayran olur
Hayran olur seyran olur
Bazı insan gafil olur
Gafil arif olmaz imiş.[3]


Doğal ki bütün sanat yapıtlarının oluşması için yaratıcı, amacını gerçekleştirmesi için izleyici gerekiyor. Bu yapının gerçekleşmesine, içinde bulunulan toplumların iletim yolları da katılacaktır. Bu yollar da, içinde bulunulan toplumların, içinde bulunulan kültürlerin, yaşanılan teknolojiin yardımıyla gerçekleştirilir. Kapitalist yapı, bunu ancak metaya dönüştürürse sağlamakta, üstelik bunun dışındaki yolları da sistem dışında tutmaya ve tıkamaya çalışmaktadır. Bundan önceki Kültür Bakanlarından birinin yaptığı telif hakları toplantılarından birinde kitap yayıncılarından bir temsilcisinin, hem de sol görüşleri ve eylemleri ile tanınan bir temsilcinin, fotokopi ile yapılan kitap çoğaltmaları, üniversitelerdeki ders notu teksirleri bir yana, halk kütüphanelerine bile “korsan” suçlamasıyla karşı çıkışı unutulur gibi değildir. Değildir ama Liberalist yapının mantığı da budur!

“Kapitalist olmayan yol olanaklı mıdır?” sorusuna en güzel yanıt örneklerini kültür tarihinde buluyoruz.

Söz gelimi dağıtım zinciri, kitap için Osmanlı toplumunda, metaya dönüşmedikçe, öyle güzel çözümlenmiş ki heyecan veriyor:

Bir kitabı edinmek isteyen, çoğaltması bir hattata veriyor. Hattat, kitabı öğrencileriyle birlikte "beyaza çekiyor” (bu terimin salt kendisi bile güzeli aramanın bir sonucu değil midir). Öğrencilerden biri masa başında ana metni okurken hattat ve öteki öğrenciler ayrı ayrı kağıtlara yazıyorlar. Usta hattat öğrencilerini denetliyor, yanlışlarını düzeltiyor. Kitabın çoğaltım ve ciltleme işi bitince, usta hattatın beyaza çektiği ve kendi ciltlediği kopya, ısmarlayana veriliyor. Öğrencilerin çoğalttığı kopyalar da Ahî örgütü ve Kervancıbaşı aracılığıyla Osmanlı toprakları içinde çeşitli yerlere gidecek olan kervanlara dağıtılıyor ve gidecekleri illerde bunları belli sayıda satabilmerine izin veriliyor. Kendilerinden para filan istenmiyor. Kervan sahipleri vardıkları illerde bu koşullara uyarak, kitapları çok düşük fiyatlarla satıyor.

Her kitap gittiği kentte aynı işlem bir daha, bir daha uygulanıyor.

Deniyor ki, böylece Trablus'tan Şam'a, Erzurum'dan Belgrat'a yazılan her kitap altı ay içinde dağıtılır, şerhleri (açıklamaları), haşiyyeleri (kenar notları) hazırlanır ve bunlar da yeniden bütün ülkeye dağıtılır, tartışmalar aynı yöntemle herkese duyulurdu.

Gene işin içinde "para" var tabii. Ama temel iş dağıtmak, ulaştırmak, paylaşımı sağlamak... Yani dağıtılan ürün metalaşmamış daha.

Sonra düşünürler babası, yurttaşımız Ephesos’lu koca Herakleitos’un “akış”ı devreye giriyor…[4]

Girdiğimiz nehir artık aynı nehir değil… Bugünün liberal ilkesi başka: “Alabilen alsın, alamayana uğurlar olsun!..”

Peki, Herakleitos’un bize gösterdiği bizim ancak 2500 yıla yakın bir süre sonra yeniden keşfetmeye ve yaşamımıza geçirmeye çalıştırdığımız “akış” burada duracak mı?

Geçmişle bugünü karşılaştırırsak ayırdına varıyoruz ki: “durmayacak”…

Bu durumda “yarın” nasıl olacak?

Bizim katkımız nasıl olmalıdır?

Temel olarak, yarınki toplumsal yapı, bir yandan, sanat ürünleri üretenleri, yorumlayanları en üst düzeyde yaşatabilecek bir organizasyonu oluşturmalı, bir yandan da onların paylaşmayı istedikleri ürünleri sınırsız olarak dağıtabilmelidir.

Sanatçının ürettiği ürün metaya dönüşmeden her türlü dağıtıma açık tutulabilmelidir. Ama buna ulaşmak için bugünkü sanatçıların yaşamalarına engel olunamaz. Ancak geçiş için gerekli savaşım, bu sanatçıların da yardımıyla sürdürülmelidir.

İçinde “kâr”ın, dolayısıyla paranın olmadığı kültürün, dolayısıyla da toplumun gerçekleşmesi için bugünden savaşım vermek gerekiyor. Bu savaşımda, içinde yaşadığımız toplumun içinde, oluşan zıtlıklarından ötürü çözemeyeceğini bildiğimiz sorunların üstüne gitmek, çürümeleri genişletmek, çözmesi konusunda baskı yapmak gerekir. Parasız toplumlara geçme sürecinin başlayıp gelişebilmesi için “kâr” düzeninin verdiği zararları ortaya dökmek ve kapitalist toplumları çözüm konusunda şiddeli baskı altında tutmak gerekir. Günümüzde her gurup kendi içinde yaşadıkları çözülmezlikler açısından toplumu sürekli denetim altında tutma savaşımı vermelidir.

Sanat ve bilim, paylaşım araçlarıdır ve kültür tarihi boyunca bugüne değin hiç metalaşmadılar. Oysa, "kâr" yöntemine göre işleyen burjuva kapitalist ekonomilerinde, yapıtları metalaştırmadan üreticilerinin geçimini sağlama olanağı yoktur. Metalaştırdığınız zaman da ortalık bir sürü yapay, sahte, yoz ürünle dolmaktadır. Toplumlarda zıtlıklar ve çürümeler böyle oluşur.

Sorunu görmez ya da görmezden gelirsek ya geçiş sürecimizi başlatmamış oluruz -ki akış içinde buna olanak yoktur, biz öyle sanırız-, ya da içinde yaşadığımız toplumun yarattığı tuzağa düşmüş, onun üstünü örtmeye çalıştığı sorunu açığa çıkarmamış oluruz. Oysa bizim savımız, örtülü sorunları açmak, ortaya çıkarmak ve çözüm önerileri geliştirmektir.

Gerekseme böyle başlar. Çözülmesi gereken ve iki ayrı yanımızdan tutup çekiştiren zıtlık bu noktadadır.

Kafasında Aristokrat tanrısal duragan yapının, biçimini değil, yalnızca içeriğini değiştirerek, böylece bütün zamanların en doğru sosyal yapısını bulduk sanan ve son zamanların düşünce piyasasında, “piyasa ekonomisi” adıyla bilinen “liberal kültürel-ekonomik düzen”i görenlerin isteseler de çözemeyecekleri bir sorundur bu..

Bu "kâr ve geçim sarmalı"na sarılmış, yarışmacı ekonomik düzen içinde "paylaşma" sorunu çözülemez. Bu yüzden Einstein'in E=mc2 formülü nükleer bombalara neden olabiliyor, bu yüzden yüz yılını tamamlamış olan ve bütün geleceğimizin temiz enerji sorununu kökünden çözeceğini herkesin kuşkusuzca kabul ettiği Tesla'nın enerji formülleri bir türlü ortaya çıkarılıp kullanılır hale getirilemiyor.

Bu yüzden sanatçılar geçim boyunduruğunda yaşatılıyor, meta haline getirilmiş yapıtları yüzünden “telif hakları” diye birbirini yiyyor. Sermaye, Avrupa Birliğiyle, Amerikasıyla “Telif Hakları Yasası”nın kendi ekonomik yapılarına da uygun olarak ve çıkarları doğrultusunda çıkarılması ve geliştirilmesi için baskı üzerine baskı yapıyor. Bu yüzden ortalığa ipe sapa gelmez bir takım çizer(!)ler, yazar(!)lar, besteci(!)ler, şarkıcı(!)lar salkım saçak dökülüyor.

“Buna engel olunursa, bu kadar yazar, çizer, ressam, sinemacı, besteci, yorumcu nasıl geçinecek?”

Bu soru da bu günkü “serbest ticaret ortamı”nın sorusu. Yani insanların ürettikleri malları satmaktan başka geçim yollarının olmayacağı varsayılarak oluşmuş… Oysa "toplum" denilen şey, yani “kamu”, sanat ürünleri aracılığı ile duyarlık iletişimi kurmaya çalışanların da nasıl geçinecekleri, hem de çok iyi koşullarda nasıl geçinecekleri konusunda çözüm üretmelidir.

Bugünün dünyasında, bu sorun, özellikle piyasa müzikçilerinin bütün tüccarlıklarıyla ve itip kakmasıyla oluşturulmuş bir telif hakları yasasının öteki sanat ve bilim üreticilerini de de piyasa koşullarına itip kakmasıyla çözümlenecek gibi değildir.

Bunun için geleceğin toplumlarında nasıl geçinileceğinin çözümünü bilim insanları ve sanatçılar kendi alanlarında, kendi çabalarıyla üretmelidirler. Geleceğin dünyasının yaşama ölçütleri belirdikçe, onları temel alan geçim ölçütleri de gereksemeler doğrultusunda, ve gerekseme duyanlar tarafından ortaya çıkarılacaktır.

“Mülkiyet hakları” içinde yaşadığımız sosyal düzende, satılabilir metaların birilerinin malı olmasının haklarıdır. Gerçek anlamdaki sanatçıları, bilim insanlarını en üst düzeyde yaşatabilecek bir toplumsal ortamda onların hakları, da “mülkiyet hakları”na benzer bir biçimde ve “telif hakları” olarak gerekmeyecek mıdır?

Bir açıdan ve belki bir süre için, doğal ki gerekecektir. Yaratılar, bugünün düzeninden sarkan kimileri tarafından kendisininmiş gibi ortaya çıkarılmasın diye... Ama okuyucuya, izleyiciye ulaşması, alabildiğine ucuz, olabilirse para ile ölçmeden, para karşılığı satılabilir, alınabilir sınırlarına girmeden paylaşılabilmelidir.

Sanat yapıtlarının, bilimsel kuramların ve bunların gerçek üreticilerinin paylaşmaktan vaz geçme şansları yoktur. Paralı- parasız fark etmez!..

Bülent Ersoy da bırakalım kendine başka iş arasın!..

Meta üretenler başka metalar üreterek yaşamayı seçsinler. Friedrich Nietzsche'nin söylediği gibi, "bırakınız mahvolsunlar"!..

Beğeni ve merak düzeyimizi yani insanlığımızı sürekli yükseltebilmek için buna ihtiyacımız var.

Özetle:

1 - Sanat yapıtının bir fiyatı olması yalnızca kapitalizme özgü bir durumdur. Yunus Emre, hiç bir şiirine fiyat etiketi takmamıştı. Onun zamanında gezip dolaştığı yerlerde ya da tekkesinde oturduğunda etrafındaki halk onun yiyeceğini, içeceğini, sağlar, yaşama koşullarını da bu belirlerdi.

Osmanlı toplumunda ürünlere fiyat belirlenmesi başladıktan sonra bile, hattatlar "beyaza çektikleri" kitapların metinlerinin başkaların eline geçmesini önlemeye çalışmazlar, tam tersine ellerine geçirdikleri her metnin bütün bir Osmanlıya yayılması için ellerinden geleni yaparlardı.

1965 yılında kurulmuş olan ve sevgili Onat Kutlar'ın yöneticisi olduğu Sinematek'e o yıllarda konuk olarak gelmiş bir Bulgar yönetmen, Vulo Radev'e, nasıl geçindiği sorulmuştu. O da Bulgaristan'daki sistemin, film yönetmenlerine bir maaş verdiğini, bunun karşılığında bir filmi bitirdikten sonra kendiliğinden iki yıl yeni bir film için araştırma zamanı olduğunu, gerekirse ve isterse buna bir yıl daha eklenerek üç yıla çıkabildiğini, bu arada yeni bir filmin bütün hazırlıklarını yapmış olması ve filmin çekimine başlaması gerektiğini anlatmıştı. Doğrudan tanık olduğum bu söyleşide Vulo Radev "sanatçıyı yaşatmak" için ne yapılabilir sorusuna yanıt arayan bir toplumun bulduğu (oldukça da kolaycı olduğunu düşündüğüm) çözümü anlatıyordu.

Bu çözümün "çözüm" olup olmadığının tartışmasına girmiyeceğim. Ama "piyasa dışı" bir çözüm arandığı anlaşılıyor. Türkiye'de de Devlet Tiyatrosu, Devlet Opera ve Balesi, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası sanatçıları için benzer çözümler var. Ancak Bulgaristan örneği için de Türkiye örneği için de devletin müdahalesini önleyecek önlemler almak gerekiyor.

Kaldı ki piyasa müdahalesi ise gerçekten sanatçılıkla uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan bir sürü "yaratık"ı, müzisyen (besteci ya da icracı), ressam, yazar, çevirmen olarak karşımıza çıkarıyor. Eksiksiz olarak bütününü piyasanın belirlediği "para kazandırıcı" yozlaşmış ürünleri, “sanat yapıtları”, bunları insanlara sunmakla görevli ve özellikle parlak pullarla kaplı, süslü püslü kılıklar içinde görünen aktarıcıları da "sanatçı" olarak sunuyor. Oysa Osmanlı'da toplumun sanatçıları, meddahlar, karagöz oynatıcılar, orta oyuncuları, tiyatro turupları vardı ve halktan yana esprilerle toplumun yönetimini eleştirme hakkına da sahiptiler. Benzer yapılanmalar Ortaçağda Avrupa'da da vardır.

Aristokrat toplumlarda sanatçıların geçmini sarayın sağladığı, saray sanatları, yine sanatçıların geçimini dinsel örgütlenmenin sağladığı, dinsel sanatlar, kimi zaman da her ikisini iç içe gördüğümüz yapılanmalar olmuştur. Dolayısıyla sanat da buna göre biçimlenmiştir. Ama bugünden baktığımızda bunların bile geleceğe kalabilecek nitelikte ve yüksek değerde yapıtlar olduğunu görebiliyoruz.

Sanat yapıtının her zaman bir fiyatı var değildi. Yapıtlarına fiyat biçilmeden de sanatçıları yaşatacak formüller bulunabiliyordu. Gelecek için ise hemen bir formül önerivermek elbette olanaklı değil. Ancak bunun düşünülmesi, bulunan formüllerin tartışılması, geliştirilmesi, yetkinleştirilmesi, denenmesi, sonuçlarına bakılması, sonra bir aşama daha geliştirilmesi gerekiyor. Bu bir süreç... Hep birlikte ve bilinçle yaparsak gelişme süresi kısalabilir. Kendi haline bırakırsak yine aynı şey olacak. Ama süreç, kendi zamanını kendisi belirleyecektir.

2 - Sorunun ne olduğu çok açık: Sanat yapıtı üretmek, bir insanlık gereksemesidir. Kimi insan bu gereksemeyi yüksek oranda duyar, kimisi duymaz, yalnızca izleyici olur. Yani yemek yemek gibi, tuvalete gitmek gibi... Üretenin yaratısını ve İzleyicinin yarattığı talebi birbirine bağlayıp hadi birbirinizle anlaşın demek, yaratının niteliğini (kalitesini) de belirleyin demektir. Hele araya girerek onlardan çok daha fazlasını kazanmaya çalışmak korsanlıktan başka bir şey değildir.

Telif hakları konusunda yarattığımız direnç ve toplumsal baskı, kabul etmeliyiz ki yaratının hak edilmiş bedeli değildir. İnsanoğlu, sanat yapıtını kendi gereksiniminden doğurur, geçinmek için değil. Bu doğurma, geçinmenin de buna bağlanması için zorlanmaya başlaması ile arz-talep dengelerine göre biçimlenmeye başlar, yozlaşma da bu noktada oluşur. Kapitalizmin kuralları işlemeye başlar, yayıncı, dağıtımcı devreye girer, onların "haklar(!)ı" da gereksemesi nedeniyle yapıtı doğurmuş olandan çok daha fazla olur.

Kimi zaman talep, paranın sel gibi akmasına da neden olur. Gazinolar, televizyon ekranları sözümona sanatçı(!)larla dolar. Kendilerini tanıtabilmek için transseksüelliklerini, ibneliklerini (eşcinsel değil, fahişe anlamında) tanıtım malzemesi olarak kullanmaya başlarlar. Yüz yıl sonra Zeki Müren'i kimse anımsamayacak bile, ama 1921 yılında ölen Enrico Caruso efsanesi, 20 yy başında, o zamanın teknolojisiyle yapılmış üç-beş kaydıyla bile, opera dünyasında unutulmayacak...[5]

Sorunun ne olduğu açık: Toplumun bu yozlaşmaya engel olması ve insanın yaratma ve yaratılanı paylaşma gereksinimlerini karşılayıcı dizgeler oluşturması, bunun için de kafa çalıştırması, uygulamalar, denemeler yapması gerekiyor.

3 - Sorun, bir “telif hakları sorunu” olarak bakıldığında, bugünkü kapitalist dizgenin içinde ve onun bir parçası olarak düşünüldüğünde çözülemez. Çözüm, bütün insanlara istediğini istediği gibi üretebileceği ortamı hazırlamak ve her zaman hazır tutmakle gerçekleşebilir. "İnsan" sanat anlamında ürettiğinden geçinmeye zorlanmamalıdır. Sanat "ustalık" ister, ama "meslek" değildir. Yani sanat "geçim"le bağdaşmaz ve bağlanamaz. Ama toplum (devlet değil), sanat üretenlere gene de, altını kalınca çizmek istiyorum, "üst düzeyde bir geçim” sağlayacak yapılanmayı bulmalıdır. Sorunun ana noktası budur.

Ne yapalım, Bülent Hanım(!) da bakkal dükkanı açmak zorunda kalsın, ya da becerebildiği işi(!) yapsın!..

Cemal Süreya'lar maliye memuru olarak da Türkçenin en iyi şiirlerini yazabiliyor...

Behçet Necatigil'ler, öğretmen maaşıyla yetinip emekli olabiliyor...

Onların metalaştırılmış kitaplarını da bankalar satıyor (e, kâr görmüşlerdir, ne yapsın çocuklar)...

Ama teknoloji, bu dizgeyi çökertme yolunda. Bilgisayar ve internet, özgür bir iletişim ve paylaşım ortamı sunuyor. Bu sosyal yapı içinde doğal ki bir başka reklam-sömürü dizgesi için yapılmış bu da. Ama “insan”a düşen, onların arasındaki çatışmadan yararlanarak sanat ve bilim yaratılarını olabildiğince yaymak. Yaratılarımızı, metinlerimizi, filmlerimizi, müziklerimizi bu ortam üzerinden alabildiğine özgürce paylaşmak!.. İstedikleri kadar bağırıp çağırabilirler, yasalar çıkarıp önlemler alabilirler.

Tipik bir toplumsal zıtlık yaşanıyor. Ayırdına varmasak bile tipik diyalektik akış sürüyor: kapitalist yapılanmanın birbiri ile zıtlaşan iki alanı, yeni bir sentez doğuruyor: özgür sanatsal-düşünsel iletişim alanı... Fiyat etiketlerinin ardına artık, ne müziklerini, ne kitaplarını, ne görüntülerini saklayabiliyorlar. Bizim için de alabildiğine paylaşma olanağı doğuyor. Bugüne değin seçe seçe paramıza göre edinmek zorunda olduklarımızı bugün artık gürül gürül akan bir kanaldan paylaşabiliyoruz.

4 - Bugüne göre yapay bir çözüm önerilemez. Bu ütopyacılık olurdu. Ama yarının yapısı kendiliğinden oluşmakta. Hem de bunu sermaye, kendisi oluşturmakta. Tam olarak diyalektiğin öngördüğü gibi. Kendi iç zıtlığı ile... Sanat ve bilim alanında geçimlerini buna bağlayanlar elenecek. Herkes kendince bir bakkal dükkanı açacak yaşamak için. Kapitalizmin yapısı içinde geçimin yollarını bulacak. Paylaşma gereksemesi için doğuracaklarını da hangi aracı bulursa onunla dağıtacak, paylaşmak isteyenlere ulaştıracak. Bunun için bütün yolları deneyecek, olanakları kullanacak.

Bugüne değin bir araya gelen guruplar dergi falan çıkarırdı. Bizim, harçlıklarımızdan artırdığımız parayla aldığımız 8 mm kameralarla ve filmlerle yaptığımız sessiz belgeselleri izletmek için elimizde göstericilerle salon salon Türkiyenin bir yerlerine gittiğimizi anımsıyorum.

Bugün de fanzinler çıkıyor, internet üzerinde bloglar, siteler açılıyor...

İstedikleri kadar fuar düzenleyebilirler... Benim kuşağımın "kitabı kağıt üzerinden okuma" tutuculuğu yavaş yavaş toprak oluyor...

Yalnızca gerçekten üretmeye gerekseme duyanlar üretebilecek. Bunun dışında, bu alandaki "mama" tükeniyor.

Kapitalist dizge, her zamanki gibi, acımasızca yanıtını veriyor: "başka kapıya!..", "BAŞKA KAPIYA!.."

Bu çürümüş çamurun içine yarının yapısı köklerini salıyor, özsuyunu alıyor, filizleniyor...
_________________________

[1] Bu alıntıyı ve Gürsel Korat’ın “Yazı Araç mı, Amaç mı?” yazısını (http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=1317 ) bana anımsatan Mustafa Temiztaş’a teşekkürlerimle
[2] “Bilim ve Gelecek “ dergisi Ocak 2009 tarihli, 59. Sayısında yayınlanmıştır.
[3] Bu inanılmaz güzellikteki deyişin bütününü avazıyla birlikte KALAN Müzik’ten çıkmış olan Hüseyin Albayrak – Ali Rıza Albayrak’ın “Şah Hatayi Deyişleri” CD’sinde bulabilirsiniz.
[4] http://omer-tuncer.blogspot.com/2008/02/ak-kavram-zerine-yazmalardan-fragmanlar.html
[5] Kayıtları dinlemek için: http://en.wikipedia.org/wiki/Enrico_Caruso