19 Aralık 2011 Pazartesi

Aslan Başer, kapitalizmin çöküşünü tahmin ediyor...


28 Temmuz 2011'de yitirdiğimiz Aslan Başer hoca...

SON BİNYILIN EN BÜYÜK DÜŞÜNÜRÜ: KARL MARKS 1 (*)
Aslan Başer Kafaoğlu
İngiliz BBC haberleşme kurumu, Berlin Duvarı’nın yıkılışının 10. yıldönümünde, sona eren binyılın en büyük düşünürleri hakkında bir araştırma-anket yaptı. Aylar boyu süren bu anketin sonucunu BBC 1999 yılının Ekim ayında açıkladı. Yüz binlerce katılımcının oy kullandığı ankette birinciliği kazanan isim, Karl Marks idi. İkinciliği ve izleyen sıraları kimlerin aldığını burada yazarak, Marks’ın bu ankette kazandığı payenin ne kadar önemli olduğunu okuyucularımıza anlatabilmek isteriz. İkinci sırayı Albert Einstein almıştı. Üçüncü ve dördüncü ise, sırayla büyük fizik bilgini Newton ile Darwin idi. Aylarca süren dev anketin sonuçları böyleydi.
Aslında anket, Marksizmin gözden düşürülmeye çok çalışıldığı bir zamanda yapılmıştı ve bu sonucun geleceği bilinseydi bu işe katiyyen girişilmezdi. Anketin yapıldığı sıralarda, sosyalizmin ve Marksizmin öldüğünü anlatan yüzlerce sözde bilimsel kitap yayımlanıyordu. Karl Marks ismi, bütün bu aleyhte kampanyaya karşın ipi birincilikle göğüslemeyi başarmıştı. Bir de şu var: Örneğin Newton’un adından hep saygıyla söz edilir. Descartes, Einstein veya Kant ismi anılınca da öyle. Ama Marks ismi anılınca, karşıdan sayısız kötüleme, yalanlama ve hatta küfür de birlikte gelir. Marks ismi işte bu handikapları da aşmış bulunuyor. Daha da beteri Marks ve yapıtları, Engels dışında hiçbir Marksist tarafından en doğru biçimiyle yorumlanmış da değildir. Ama bütün bu eksik ve engellere karşın Karl Marks saygın bir ankette birinciliği kazanmıştır.
Aslında bu anket 1999’da yapılmıştır. Ama varılan sonucun doğruluğu onu sevmeyenlerce de yadırganmamıştır. Doğrusu ben de bu ankete katıldım, benim sıralamamda birinci Descartes, ikinci Karl Marx idi. Konuyu İngiliz The Economist dergisi 21 Aralık tarihli özel Christmas sayısında tazeledi. Aslında Marks’ın düşüncesi 1999’dan bu yana insanların arasında daha bir yaygınlık ve güç kazanmıştır. Bu anket şimdi yapılsa Karl Marks daha kolay kazanır.
SERBEST PİYASA EKONOMİSİNİN SONU KAÇINILMAZ
Çünkü, Karl Marks’ın serbest piyasa ekonomisi üzerindeki değerlendirmeleri bugün bütün kesinliğiyle geçerlidir. Marks’a karşı serbest piyasa ekonomisinin hiç tökezlenmeden süregideceği ileri sürülüyordu. Serbest ticaret ekonomisi 1930’larda onun temel felsefesine aykırı yollar izlenerek yıkımdan kurtarılmıştı. Bu yolun “tartışılmaz ve yadsınmaz” yöntemlerini anlatan büyük ekonomist Keynes, aslında Marks’ı en iyi yorumlayan ve buna göre serbest piyasa ekonomisini düzelten adamdı. Onun ana kitabı olan, kısa adıyla Genel Teori’de yazdığı son paragraf çok önemlidir.
Bu paragrafın bir yerinde büyük iktisatçı, ekonominin hedefi olan “tam istihdam”a varabilmesi için “Yatırımların Sosyalizasyonunu” tek yol olarak gösteriyordu. Böylece yatırımlarda, kârları en çoğa çıkarmayı amaçlayan liberal ekonominin temel aksiyomu yerine yeni bir temel aksiyom giriyordu. ABD dahil serbest piyasa ekonomisi felsefelerine göre işleyen bütün ekonomiler büyük İngiliz iktisatçının reçeteleriyle, ölümden bana göre “geçici bir süre” kurtulmuşlardı. Evet, “geçici bir süre içindi” bu kurtuluş. Keynes de böyle söylüyordu. Her ekonomik birimin sadece kârını maksimize etmesi (en çoğa çıkarması) yetmezdi. Liberal ekonominin savunduğu bir “görünmez el” de yoktu. Keynes’e göre, bunalımdan kapital ekonomi kurtulmuştu ama bu geçiciydi. Sürekli Tam İstihdam (toplumun bütün işgücünün çalıştırılmasına) ve bu amaca ulaşmak için ise yatırımların SOSYALİZE EDİLMESİ şarttı. Bu yapılamaz ise iktisadi çöküş mukadder idi.
İlk ağızda kapitalist düzen “ölmemek için”, Keynes’in öğütlerinde kaldı. Savaş yıllarında özellikle ABD Keynes’in öğütlerini aynen tuttu. Sanki Amerikan ekonomisini Keynes yönetiyordu. ABD bu sayede II. Dünya Savaşı sonunda dünyanın diğer ekonomilerine kıyasla büyük bir üstünlük sağladı. Savaş sonrası da bir süre, 1946 yılında ölen Keynes’in öğütleri tutuldu. Ama aç gözlü kapitalistler, kârlarının en çoğa çıkmasını engelleyen Keynesçi fikirlere uyan iktidarları ayakbağı saydılar. Doludizgin ve sınır tanımayan bir kârı en çoğa çıkarmayı amaçlayan ekonomik düşünce, neo-liberal düşünce bütün kapitalist dünyada adeta “norm” düşünce şekline geldi. Sınırsız serbest ticarete sınır getiren her düşünce, ortaçağ taassubunun kâfirlik niteliğine eş nitelemelere uğradı.
KAPİTALİZM 2010’DAN SONRA YERYÜZÜNDEN SİLİNECEK
Onlara bakılırsa, bu kâr düzeni sınırsız bir zaman sürecekti. Marks’ın tanısının tersine kapitalist düzen (onlar serbest piyasa düzeni diyorlar) sınırlı bir zaman parçasında değil sonsuza kadar sürecekti. Buna kanıt olarak da ABD, AB ve Japonya ve hatta Asya Kaplanları adını verdikleri bazı Uzakdoğu ekonomilerindeki millî gelir istatistiklerine yansıyan yüksek gelişme hızlarını gösteriyorlardı. Onları haklı göstermeye yarayan bu gelişmeler 1995’ten sonra değişmeye başladı. 1997’de Asya Kaplanları grup halinde bir bunalım geçirdi. Bunu atlattılar mı denirken, bunalım kapitalistleştirilen Rusya’ya, arkasından Brezilya’ya, Türkiye ve Arjantin’e sıçradı. Örneğin, Türkiye’de yurttaşların birey başına geliri 1990’dan bu yana artmadı.
Ama Arjantin ve Türkiye gibi ülkelerdeki gerilemede aranmasın kapitalizmin duraklaması ve gerilemesi. Bugün kapitalist övgücüler tarafından sistem gelişirken göklere çıkartılan Japonya on yıldır gerilemekte. Kapitalist yönetim ve ona akıl veren kapitalist düşünceye belinden bağlı fikir adamları on yıldır buna bir çare bulamadılar. Bu hastalık sadece Japonya’ya özgü sanılırken, AB’nin lokomotifi Almanya ve ona sıkı sıkıya bağlı Fransa da durgunluğa girdi. Sonunda durgunluk geldi ABD ekonomisini de vurdu. Kapitalist düzenin en büyük savunucuları bile artık o tatlı günlerin bittiğini kabul ediyor.
Bizim yıllardan beri Karl Marks’ın fikirlerine dayandırdığımız “Kapitalizmin 2010’dan sonra yeryüzünden silineceği” yolundaki tanı artık o kadar şaşırtıcı değil.
Aslında anlamlı olan, kapitalizmin herhangi bir dış etkenle (hava koşullarının anormal değişmesi, şiddetli depremler, vandal istilası gibi) değil fakat tam da Marks’ın çok doğru biçimde saptadığı kapitalist düzenin ana niteliklerinin özünden dolayı yıkıma girmesidir. Marks’ın asıl büyüklüğü de buradadır. Bunu da gelecek yazıda görelim.

SON BİNYILIN EN BÜYÜK DÜŞÜNÜRÜ: KARL MARKS 2
Aslan Başer Kafaoğlu
Mahvolduğu, düşünce tarihinden silindiği sanıldığı bir zamanda BBC tarafından yapılan bir ankette, ünlü bilgin-filozof Albert Einstein’ın önünde birinciliği kazanan Karl Marx bu payeye gerçekten layık bir düşünür olarak, bugün daha da gözlerde büyümektedir. Bunu anlamak için 2002 yılında dünya ekonomisinde neoliberal denilen, aslında Fransız Marksistlerin 1950’den sonra koydukları isimle “devletle bütünleşmiş kapitalist” ekonomilerin, 1995’ten ve özellikle 1999’dan bu yana geçirdikleri süper krize bir göz atmak yeter.
1999’dan bu yana bizim kısaca kapitalist ekonomiler dediğimiz ve girişim kârını en çoğa çıkarmayı amaçlayan (kâr maksimizasyonunu hedefleyen) blokların içine girdikleri duruma bir göz atmak yeterlidir. İsterseniz bu ülkeleri üç bölümde ele alarak inceleyelim. İlk irdelemeye başlayacağımız ülke Japonya. Bu ülke 1950’den 1995’e kadar olan zaman parçasında kapitalizmin “yıldız ülkesi” sayılıyordu. Yıllık yüzde 7’den aşağı düşmeyen büyüme hızı, yıllar geçtikçe artan mal ve hizmet ihracatı ve sıfır sayılabilecek işsizlik sayısı ve oranıyla Japonya’ya imrenmemek mümkün değildi. Hemen bütün dünya ülkeleri dış ticaretlerinde açık verirken, sadece Japonya ve onun yanında Almanya bu açıkları karşılıyordu. Birçok ekonomist bu hızlı ve güvenli gelişmenin sırrını açıklamak için teori üzerine teori geliştiriyordu. Japon sermayesi yatırımlarında ülke sınırlarını aşmış, dünyanın başka yerlerinde yatırımlarda bulunmaktaydı.
Örneğin Amerika’nın en büyük otomobil üretim firmalarından hisse senedi alıyorlar, dünyanın en büyük alışveriş merkezi olan New York’taki Rockfeller Center’ın tapusunu adlarına çeviriyorlardı. İşte bu derece büyüyen efsunlu dev, 1995’ten sonra ilk önce banker ve banka iflasları ile sarsıldı. “Canım nasıl olsa kurtulur” dilek ve tanıları da sökmedi, o yıllardan bu yana her yıl küçülüyor, büyüme hep negatifte. 2003’te binde 5 oranında küçüleceği, iyimser tahminlerde belirtiliyor. Yıllardan beri ülkeye gelen hükümetler neoliberalizmin reçetelerini yazıp uyguluyorlar. Ama üfürükçü nefesi kadar bile çare olamıyor bu reçeteler. On yıla yaklaşan bu duraklama ve gerileme iki bakımdan önemli. Birincisi neoliberal reçetelerle bu yönteme göre işleyen ekonomilerin tekerlerine taş gelemeyeceği, büyümenin zaman zaman yavaşlasa da bu ülkelerde sonsuza kadar süreceği yolunda son derece itibarlı ekonomistlerin, enstitülerin uydurduğu masallar kamuoyunda etkisini yitirdi. İkincisi ve daha önemlisi, aslında Japon ekonomik bunalımı; Japonya ekonomisi açısından çareler bulundukça kapitalist ekonominin en büyüğü (ülke ve önem olarak) yıkıma gideceğinin açıkça görülüyor olması. Çünkü, Japonya’da on yıl süren bunalım üretilen ürünlere ülke içinde pazar bulunmayışı sonucu. Aslında bu hastalığa Japonya açısından çare var. Japonya yapacağı bir develüasyonla buna karşı çıkabilir. Yapılacak bu develüasyonla, stok fazlası erir ve yeniden üretim artışı sağlanabilir. Ancak bu develüasyon, Japonya ile aynı tip malları ihraç eden ABD ekonomisini esaslı biçimde yaralar. Bu ise zaten dış ticaretinde yılda 500 milyar dolar açık veren ABD milli ekonomisini hatta belki de çökertebilir. Örneğin bir Japon yeni develüasyonundan sonra ABD dışarıya belki de bir tek otomobil satamaz. ABD’nin ekonomik yapısını bilenler bunun ABD için ne anlama geleceğini çok iyi değerlendirebilir. En iyi değerlendirenlerden birisi ise zamanın ABD Cumhurbaşkanı Clinton olmuştur. Clinton bir yıl içinde sadece kendisi Japonya’ya üç defa (ABD tarihinde hiçbir zaman Amerikan Cumhurbaşkanı bir ülkeye aynı yıl içinde üç ziyarette bulunmamıştır) giderek, ilaç olarak ilk akla gelebilecek olan Japon parasının devalüe edilmemesi yolunda ağır baskıda bulunmuştur. Basketteki deyimle, uygulanan bu “tam saha pres” sonucu Japon yöneticiler bu yolu adeta kafalarının en ulaşılmaz yerine gömmek zorunda kalmışlardır. Ancak Japon ekonomisindeki bu kriz sürüyor; doğal ki, saatli bir bomba gibi Japon Yeni devalüasyonu tehlikesi de. Japon krizi böyle sürerse bu ülke “ölmemek için öldür” formülünü her zaman uygulayabilir. Diyelim ki bunu yapmadı. Krizden asla kurtulamaz. Kapitalist dünyanın bu dört trilyon dolarlık milli geliriyle ikinci sırayı tutan ülkesi onarılamaz bir dertle hastadır.
Amerikan ekonomisinin tek derdi bu olası saatli bomba patlaması da değildir. Bu kapitalist blokun başı ayrıca kendi yapısından gelen dertler sonucu ölümcül biçimde zayıflama sürecine girmiştir. Borsalarda hisse senetleri hızla düşmektedir. Bir yatırımcı 1999’da 1000 dolara alabileceği bir hisse senedini bugün ABD borsalarında sadece 300 dolara satın alabilir. Aslında Amerikan iş dünyası mal alım satımlarından doğal nakit fazlasını artık yatırımlara değil borç faiz ve taksitlerine yatırarak ayakta kalabiliyor. ABD’de firma kârlarının (daha doğru deyimle nakit fazlasının) yüzde 15’i ABD içinden ve dışından alınmış borç faizlerine gidiyor. Yani ortalama olarak yüzde 15 “finansman giderleri dışındaki kâr” ancak borç faiz ve taksitlerini ödemeye yetiyor. Artık ABD ekonomisinin yürütücülüğü, Shumpeter’in göklere çıkardığı girişim sahibinden para sahibine geçmiştir. Marx’ın Kapital’inin 3. cildindeki “Faiz Getiren Sermaye”nin tefeci faizcileri, dünya ekonomisinin dizginlerini ellerine geçirmişlerdir. 1990’larda ABD ekonomi basınının güvendiği bağımlı veya bağımsız yatırımcının borsalardan hisse senedi ve tahvil alarak ekonomiyi beslemesi mekanizması ise son yıllarda çöküş halindedir. Borsalardan ekonomik girişimcilere akan fonlar 1999’da üç birim ise bugün bu bir birime düşmüştür. Yine 1990’larda sistemin kurtarıcısı olacağı düşünülen şirket birleşme ve evliliklerinin de yıldızı sönmüştür. 2000 yılında 3,5 trilyonu bulan bu çeşit birleşme ve evliliklerin hacmi 1 trilyon dolar civarına düşmüştür. Amerikalılar da tıpkı Japonlar gibi bu kötü gidişe karşı neoliberal ekonominin örgütlediği çeşitli reçeteleriyle karşı çıktılar. Faizleri yüzde 6’dan yüzde 1’e kadar indirdiler (Japonlar sıfıra indirmişlerdi) olmadı. Nüfuzlarının geçtiği ülkelere baskı yapıp gümrüklerini indirttiler, olmadı. Fakir ve hastalara yardımları azaltmak istediler, yapamadılar. Tarım kesimine verilen kamu desteğini azaltmak istediler, yapamadılar. (Dikkat edin kendi halklarına kabul ettiremedikleri sömürü ve fakirleştirmeyi bizim gibi ülkelere dayatarak kabul ettirdiler.)
Amerikan ekonomisi gün geçtikçe yaşaması için esas olan şeyleri artan bir hızla yitiriyor. Neleri yitirdiğini ve ne yapsa kurtulamayacağını gelecek yazıda göreceğiz.
  
SON BİNYILIN EN BÜYÜK DÜŞÜNÜRÜ: KARL MARKS 3
Aslan Başer Kafaoğlu
ABD ekonomisi, özellikle 2000 yılından bu yana dışarıdan gözlenen bütün parlaklığını yitirmiştir. Artık borsalarda eskiden dışarıdaki yatırımcılara pek parlak gelen durumu yok.
ABD EKONOMİSİ GELECEĞİNİ YEDİ
1999’dan bu yana gerek eski ekonomi firmalarının hisse senetlerinin kote bulunduğu Dow Jones endeksi ve gerekse on yıldır roket gibi atılımlar kaydeden yeni ekonomi (bilgisayar ve iletişim) firmalarının hisse senetlerinin yer aldığı Nasdaque endekslerinde hızlı düşüşler görülmekte ve bu düşüşler artık kaçınılmaz sayılmaktadır. ABD ekonomisinin hızlı yıllarında o hayranlıkla seyredilen yükselişlerde aslında geleceğini yediği artık iyice anlaşılıyor. O dönemde ABD firmaları bilançolarını şişirmişler, olduğundan çok daha kârlı göstermiş, Yeminli Denetim firmaları da bu toplu sahteciliği onaylamışlardır. Bu sahte yüksek kârlılığa aldanan dış yatırımcılar (özellikle Avrupalı ve Japon), ellerindeki fonları Amerika’nın şişirilmiş (teknik deyimle “köpüklü”) menkul kıymet borsalarından aslında zararlı, hatta borca batıklığı sahtecilikle gizlenmiş Amerikan şirketlerine yatırmışlardır. Yutturmaca yollarla dış ülkelerden fon sağlanması bir yandan borca batık firmaları kısa sürede iflastan kurtarırken, öte yandan firma kârlarının sadece borç faizlerini ödemeye yeterli düzeye düşürmüştür.
SONU GETİREN DARALMA
İşte 80’li ve 90’lı yıllarda geleceklerini yiyerek sürdürdükleri bu ballı dönem onları sahtekârlıkların meydana çıkmasıyla birden bire sonuna getirmiştir. Marx’ın saptadığı gibi, Amerikan firmaları kapitalist üretimin en önemli koşulu olan yatırımları artırabilme yetilerini yitirmişlerdir. Ayrıca borçla harçla yürüttükleri çalışmalarında rakipleriyle yarışamaz bir üretim yapısı içine düştüler. Böylece pazar kaybına uğradılar. Dış ticarette ABD gitgide açık rekorları kırdı. Bu açıklar gitgide büyümekte, yani özel firmaların dayanılmaz borç yükünü daha da artırıyor. Böylece ABD firmalarının açmazı daha da çetinleşiyor. Geçmiş yıllarda bunu karşılamak için başvurulan kaynaklar gitgide kuruyor. Örneğin 1999’da firmalar hisse senedi çıkartarak önemli dış kaynak sağlayıp, bunları borç ödemede kullanabilirken, 2002 yılında yurtiçinden bu yolla elde edilen kaynaklar üçte bir düzeyine düşecek kadar eksilmiştir.
Doğal ki ABD ekonomisi daraldıkça, zaten bitik durumdaki Japon ekonomisi yanında eski performansını yitiren kapitalist ekonominin üçüncü ayağı Batı Avrupa ekonomilerinin de sallanmasına yol açmaktadır.
KAPİTALİST EKONOMİYE İNANÇ ZAYIFLIYOR
Kısaca, kapitalist ekonominin kendini kurtarmak için girdiği çeşitli yollar ve aldatmacalar da kurtuluşa yetmiyor. Daha da önde gelen bir gözlem, kapitalist dünyanın içinde bulunanların serbest piyasa dedikleri bu düzene inançlarını yitirmiş olmasıdır. Kapitalist ülkeler medyasında ve sokaktaki adamın kafasında kapitalist ekonomi hakkında eski güven tamamen silinmese bile son derece zayıflamıştır. Kapitalist ekonomi için bitmez tükenmez kaynak oluşturacağına inanılan borsa ve banka sistemleri çöküyor.
1980’lerde ve hele 1990’larda artık Marks’ın düşüncesinin çöktüğü yolunda sayısız yazı ve kitap yazıldı. Karşıda sosyalist bir hasım ekonomisi kalmayan kapitalizm için sonsuza kadar sürecek bir yol açıldığı yazılmaya başladı. Ama bütün bu tanı ve yayınlar, Marx’ın kapitalizmin bir zaman parçasının ekonomik sistemi olduğu ve koşullar oluştuğunda yıkılacağı yolundaki öngörüsünün gelişmesini önleyemedi.
KAPİTALİZMİN YIKILIŞI MARKS’IN ÖNGÖRDÜĞÜ ÇİZGİDE
Kapitalist ekonominin son sığındığı teori sayılan neo-liberal öğretinin yazdığı reçeteler onu artık kurtaramıyor. Bunu Marks daha 19. yüzyıl sonlarına gelinmeden matematik bir kesinlikle belirlemişti. Kapitalizmin yıkılışı tam da Marks’ın öngördüğü çizgi üzerinde oluştu. Kapitalin artışı, kapitalizmin yönlendirici ana çizgi olması hep görüldü. Marks, işletmelere konan kapital artarken, sabit kapitalin “mütedavil” denilen ve büyük kısmı işçi ücretlerine giden kısımdan çok daha hızlı büyüyeceğini kanıtlamıştı. İşte bu temel eğilim, kapitalizmi üretime pazar bulamama riskiyle karşı karşıya bırakacaktı. Üretim olanaklarının, pazar olanaklarının çok üstünde artışı kapitalizmi yıkım yoluna götürdü.
Kapitalizm, bunalımı aşmak için yapay yollarla (reklamları artırma, enflasyon, kredi kartları, küreselleşme zorlamaları, daha önceleri silah harcamaları ve tütün-uyuşturucu gibi malların satışını artırarak pazarı genişletme) ve üretimin dışındaki mekanizmalarla insanlığa karşı yöntemlere başvurmaktan çekinmedi. Böylece ömrünü uzatan kapitalizmi artık hiçbir önlem kurtaramaz.
______________________________________
(*) Bu yazı 3 bölüm olarak aydınlık dergisinde, 2004 ya da 2005'in kış aylarında, Hoca'nın ölümü üzerine de Bilim ve Gelecek Dergisi'nin Eylül 2011 sayısında yeniden, yayınlanmıştır.

Gazete Duvar'da Fikret Başkaya'nın 06/08/2017 tarihinde hocanın geleceğe ilişkin tahminlerinin çıktığını doğrulayan bir yazısı yayınlandı: 

http://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2017/08/06/kriz-degil-cokus/

Kriz değil, çöküş...

Artık kapitalizm tarihsel sınırına dayanmış bulunuyor. Büyük insanlığa teklif edeceği bir şey yok, dolayısıyla insanları aldatma-oyalama, başka türlü söylersek, meşruiyet üretme yeteneği aşınmış bulunuyor. Zira her seferinde çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor... Eğer bundan böyle hala krizden söz edilecekse, en azından "kapitalizmin nihai krizi" demek gerekecek!
Fikret Başkaya
http://cdn.media.gazeteduvar.com/2017/08/f736.jpg
Kapitalizm, İkinci emperyalist savaşın (1939-1945) ardından yaklaşık 30 yıl sürecek bir yükselme dönemine girdi. Kâr oranları, verimlilik ve üretimde önemli artışlar kaydedildi. Bu döneme Fransız iktisatçıları “Şanlı Otuzlar” diyecekti. Fakat balayı uzun süremezdi, zira krizler kapitalizmin mantığına ve işleyişine uygundur. Kapitalizm krizsiz yapamaz, yağmur bulutta ne kadar içerilmişse, kriz de kapitalizmde o kadar mündemiçtir. 1970’li yılların ortalarından itibaren (1974-75) kriz, tüm emperyalist ülkeleri yeniden etkisi altına aldı ve tüm dünyayı kapsar hale geldi.
Krize, petrol krizi dediler. Hızını alamayan ırkçılar, krizi Arapların peydahladığını söyleyecek kadar ileri gittiler. Başka türlü söylersek, krizin “dışsal”, arizî bir şey olduğu söylendi. Oysa, ortalama kâr oranı, verimlilik ve üretimde önemli düşüşler söz konusuydu, sistem genişleme döneminin sonuna dayanmıştı. Velhasıl kapitalist dünya sistemi yapısal krize girmişti, veya aynı anlama gelmek üzere kriz, yeni bir uzun dalganın, yeni bir uzun durgunluk döneminin habercisiydi…
Sermaye sınıfı kâr oranlarını restore etmek üzere, savaş sonrası dönemin tüm kazanımlarına savaş ilan etti ve ünlü neoliberal sosyal ve ekonomik politikalar dayatıldı. “Sosyal devleti” aşındırmak üzere kapsamlı bir saldırıya geçilmişti. Sendikalar etkisizleştirildi, reel ücretler düşürüldü, sermayeden alınan vergiler azaltıldı, sosyal harcamalar kısıldı, özelleştirmeler dayatıldı, sermayenin hareketini kısıtlayan tüm düzenlemeler tasfiye edildi ve buna, liberalizasyon (serbestleştirme) dendi. Devletin yapısı ve işleyişi sermayenin tek yanlı çıkarını gözetecek şekilde yeniden dizayn edildi. Ama söylem farklıydı. Devleti küçültmekten söz ediliyordu oysa asıl amaç sermayeyi büyütmekti. Buna da “déreglemantasyon (kuralsızlaştırma) dendi. Kamuya ait olan, toplumun ortak kullanımına sunulmuş ne varsa özelleştirildi.
Özelleştirmeden sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri… velhasıl hiç bir şey muaf değildi. Metalaştırılmamış, paralılaştırılmamış, soysuzlaşmamış hiç bir şey bırakılmadı. Dönemin üç sloganı: liberalizasyon, deregülasyon ve privatizasyondu (özelleştirme).
Bir de kaydırma (delokalizasyon) yoluna gidildi. Emperyalist merkezlerdeki kapitalist işletmeler ‘ucuz işçi cenneti’ denilen, ücretlerin ve sermayeden alınan vergilerin çok düşük, çevre koruma mevzuatının da pek olmadığı azgelişmiş ülkelere [Çevre’ye] kaydırıldı. Fakat sermayeden alınan vergilerin düşürülmesi de yeterli görülmemiş olacak ki, sermaye “vergi cennetlerinin” yolunu tuttu. Esasen bir tür “kolonizasyon” söz konusuydu. Sermayenin bu kapsamlı saldırısına, Sovyet sisteminin çöktüğü 1989-1990 sonrasında küreselleşme denilecekti. Aslında emperyalist saldırı dememek için bir edab-ı kelam yapılmıştı…
Geride kalan dönemde sermaye kâr oranlarını büyük ölçüde restore etmeyi başarsa da, verimlilik ve üretim artışı bahsinde sürekli olarak tökezlemeye devam etti… Kâr oranlarındaki artış, ücretlerin bastırılmasının, başka türlü söylersek, sömürü oranının yükseltilmesinin sonucuydu… Ve en kapsamlısı 2007-2008’de olmak üzere, neoliberal denilen 1980 sonrası dönemde irili-ufaklı 10 kriz yaşandı ve sistem patinaj yapmaya devam ediyor. Dayatılan neoliberal politikalar sistemi “rayına oturtmakta” yeterli olamadı. Üstelik ilaç hastalığın nedeni haline geldi! Sistem hayli zamandır, düşük büyüme, aşırı gelir dağılımı dengesizliği ve aşırı borçlanma ve derinleşen doğal çevre tahribatı temelinde yol alıyor, daha doğrusu yol alamıyor. Ve artık sistemin mantığı dahilinde bir çıkış yolu da görünmüyor.
Lâkin, mevcut durumu artık “kriz” kelimesiyle ifade etmek uygun değil. Zira kriz, normal durumdan bir sapma demeye gelse de, normale dönüşü de ima eder. Velhasıl, geçici bir duruma gönderme yapar. Bu yüzden kapitalist dünya sisteminin içinde bulunduğu durumu çöküş kavramı daha iyi karşılıyor. Artık kapitalizm tarihsel sınırına dayanmış bulunuyor. Büyük insanlığa teklif edeceği bir şey yok, dolayısıyla insanları aldatma-oyalama, başka türlü söylersek, meşruiyet üretme yeteneği aşınmış bulunuyor. Zira her seferinde çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor. Eğer bundan böyle hala krizden söz edilecekse, en azından “kapitalizmin nihai krizi” demek gerekecek!
O halde sadede gelebiliriz. Neden böyle oldu? “Ücretli kölelik sistemi” neden patinaj yapıyor? Neden yolun sonuna gelindi? Neden sistemin sorun çözme yeteneği aşınmış durumda? Avusturya kökenli Amerikalı iktisatçı Joseph Schumpeter, kapitalizmin “bir yaratıcı yıkıcılık sistemi” olduğunu söylemişti… Görünen o ki, artık kapitalist sistem yaratıcı yıkıcılık değil, tam bir “yıkıcı yıkıcılığa” dönüşmüş bulunuyor. Zira, her seferinde çözdüğündün daha çok sorun üretmeden, sorunları azdırmadan yol alamıyor, Yaptığından daha çoğunu bozmadan, var olan sorunları azdırıp yenilerini peydahlamadan edemiyor…
O halde neden böyle oldu? Böyle bir tablonun, böylesi bir sonucun, başka türlü söylersek, bir sürdürülemezlik durumunun ortaya çıkmasının başlıca iki nedeninden söz edebiliriz. Bunlardan birincisi, doğrudan kapitalizmin mantığını, işleyişini ve temel eğilimlerini angaje ediyor. Bu bakımdan kapitalizm bizzat kendi sınırına dayanmış bulunuyor; İkincisi, kapitalist işleyiş, doğaya ve insana zarar vermeden yol alamıyor. Şimdilerde “ekolojik sorun” denilenin gerisinde kapitalizmin bu kör mantığı yatıyor. Ve kapitalizm, kendi dışındaki bir sınıra, ekolojik sınıra da dayanmış bulunuyor…
KAPİTALİZM VAHŞİ REKABETLE ÇALIŞIR
Kapitalizmin kendisiyle ilgili çelişkiyi kısaca şöyle özetleyebiliriz: Kapitalizm çılgın rekabete, vahşi rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir. Rekabet, üretim tekniklerini sürekli yenilemeyi, geliştirmeyi, bu günün revaçta tabiriyle inovasyonu zorluyor. Her seferinde makina daha çok işçiyi işinden ediyor. Zaten kapitalizmin tarihi bir bakıma makinanın işçinin yerini almasının tarihidir. Lâkin bir sorun var: makina yeni değer üretmez, robot yeni değer/fazla değer üretmez. Değeri sadece ve sadece canlı emek, eti-kemiği olan insan/işçi üretebilir. Makina/robot daha önce canlı emek tarafından üretilmiş, makinada dondurulmuş değeri yeni ürüne aktarır.
O zaman şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer makina yeni değer, fazla değer yaratmıyorsa, kapitalist, işçiyi makina ile neden ikame etsin? Makina daha hızlı ve daha çok üretmeye imkân verdiği için! Böylece en ileri teknikleri öncelikle üretim sürecine sokmayı başaran kapitalistler, rakipleri karşısında avantajlı duruma geliyorlar, pazar paylarını, dolayısıyla kârı yükseltmeyi, toplam artı-değer kütlesinden daha fazla pay kapmayı başarıyorlar.
KAPİTALİZM YATAY VE DİKEY GENİŞLİYOR
Fakat bir sorun var: Makina/robot Coca-Cola içmez. Milyonlarca işçinin yerini alıyor ama milyonlarca işçinin satın alma gücünü de yok ediyor. Marksist bir tabiri kullanmak gerekirse, bir realizasyon sorunu veya üretilenin satılmama sorunu ortaya çıkıyor. Günlük dildeki talep yetersizliği… Zira realizasyon ancak satışla gerçekleşir… Makina/robot değer yaratmadığına göre, bu her ileri aşamada daha az değer üretildiği anlamına gelir. Velhasıl sistem temelli bir çelişkiyle malûldür… Bir fikir vermek için, eğer, iletişim ve enformasyon teknolojileri bu günkü tempoyla gelişmeye ve kullanılmaya devam ederse, önümüzdeki 10-20 yılda, halen çalışan her iki işçiden/çalışandan birinin işini kaybedip, “işsizler ordusuna” katılması kimseyi şaşırtmasın…
İkincisi, kapitalizm yatay ve dikey genişliyor. Daha önce kapitalist ilişkilerin hakim olmadığı alanlara doğru genişliyor, etkisi altına alıyor, dönüştürüyor. Bir de daha önce kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu yerde dikey olarak derinleşiyor. Şimdilerde bu iki genişleme alanı da önemini kaybetmiş bulunuyor. İki alanda da sınıra ulaşıldı…
Kapitalizm sınırsız üretim dinamiğine sahip, lâkin bu dünyanın kaynakları sınırlı. Ve belirli bir eşik aşıldığında, kaynaklar kıtlaşıyor, tükeniyor. Bir şey daha var: kapitalist işleyiş, doğaya verilen zararları dikkate almıyor. Burjuva iktisatçıları buna “dışsal ekonomiler” diyor ama öyle pek de dışsal olmadığı şimdilerde anlaşılmış bulunuyor. Atmosfer ısınıyor, bir bütün olarak ekolojik denge bozuluyor, okyanuslar tuzlanıyor, canlı türleri ve biyolojik çeşitlilik yok oluyor, su, toprak, hava kirleniyor, tatlı sular azalıyor, başta enerji kaynakları ve stratejik madenler olmak üzere, üretim için vazgeçilmez doğal kaynaklar kıtlaşıyor, her seferinde enerji üretimi pahalanıyor… Artık sistem tam bir krizler sarmalına hapsolmuş durumda…
İşte, ekonomik kriz, finansal kriz, iklim krizi, enerji krizi, politik kriz, jeopolitik kriz, gıda krizi, sosyal kriz, etik krizi, vb…. Üstelik bu krizlerin her biri de bir diğerini ve/veya diğerlerini azdırmak koşuluyla. Mesela, iklim krizi fosil yakıtların aşırı kullanılmasının sonucu. Atmosferin ısınmasını durdurmak için fosil yakıtları toprağın altında tutmak gerekiyor. Lâkin petrol, sistemin damarlarında dolaşan kan, dolayısıyla öyle bir şeye, muazzam bir ekonomik krizi, daha doğrusu yıkımı göze almadan tevessül etmek mümkün değil. Sanıldığı gibi kısa ve orta vadede petrole/doğalgaza/kömüre bir alternatif üretmek de mümkün değil…
Nobel ödülü sahibi de olan, Rus kimyager-fizikçi Ilya Prigogine, “Eğer bir kimyasal, biyolojik veya sosyal sistem, genel denge durumundan fazlaca saparsa ve bu sıklıkla tekrarlanırsa, artık bir daha sistem yapamaz” diyor. Şimdilerde kapitalist dünya sisteminin manzarası tam da öyle… Artık sistemin mantığı dahilinde düzlüğe çıkma imkânı yok. Bir çöküş hali söz konusu. Çöküş kaçınılmaz.
Eğer öyleyse, büyük insanlık için iki seçenek var demektir: 1. Bu çöküşün altında kalmak; 2. Aklını başına almak, sürece müdahale etmek, aracın direksiyonunu sola kırmak, insanlığın yegane vazgeçilmez ufku olan sosyalizme, komünizme giden yolu aralamak… Kimse kendini aldatmasın, bu ikisi arasında bir orta yol yok! Gerçi barbarlıkla sosyalizm dışında bir seçenek yok ama “Büyük İnsanlık” elini çabuk tutmazsa, insanlığın bir geleceği de olmayabilir… İnsanlık ve uygarlık kritik eşiğe gelip dayandığına göre, bundan sonra şeylerin seyri, Büyük İnsanlığın ve onların safındaki entellektüellerin basiretine bağlı olacak…

29 Ekim 2011 Cumartesi

Anti-emperyalizm ve Arap Baharı üzerine...

20.yüzyılda Anti-Emperyalizm deyince...


ANTİ-EMPERYALİST OLMAK, DİKTATÖRLERDEN YANA OLMAK ANLAMINA MI GELMELİDİR?
(Emeğiyle geçinenler, bir kez daha tongaya düşmek zorunda mıdır?)

Libya ve Arap baharı denen olayları doğru görmek gerekiyor. Kapitalizme (yani burjuva kültürüne) geçiş sürecinde Feodal kültürlerden sonra dini gerekçeleri kalmamış olan yönetenler, baskı ile yönetimlerini sürdürmeye başladılar. Bu da diktatörlükleri doğurdu. Müslüman ülkelerin hemen bütünü, bu süreci yaşıyordu. Sermaye kendi çıkarı doğrultusunda bu diktatörlükleri destekliyordu.

Ancak dünyada Burjuva kültürü bir yandan küreselleşme akımları ile ekonomik bakımdan bütün dünyayı sararken, bunun karşıtı olan hümanizm kültürünü de ister istemez geliştiriyordu. Doğal sonucu olarak diktatörlerle yönettikleri halk arasındaki gerilim de büyüyordu. Tunus'daki kıvılcımla diktatörlerle yönetilenler arasındaki patlama ortaya çıkkınca sermaye, her zaman olduğu gibi saf değiştirdi ve denetimi elinden kaçırmamak için görünürde yönetilenlerden yana geçti. Türkiye de bu nedenle saf değiştirdi.

Bu durumda Demokrat ve devrimci güçler diktatörlerden yana bir tavır içinde olmamalıdır. Tarihsel akış, bu ülkeleri liberalizme ve küreselleşmeye doğru sürüklemektedir. Akışı görmek ve onun karşısında direnme yanlışına bir kez daha düşmek yerine bu sürecin en hızlı biçimde aşılması için politikalar geliştirmek doğru olur. Yani bu ülkelerin içindeki devrimci, demokrat, hümanist güçlerle güçbirliği yaparak kendi ülkelerimizdeki deneyimlerden onların da yararlanmasını sağlamak ve sermayeye karşı savaşımda ortaklıklar oluşturmak gerekmektedir. Bunun için özellikle örgütlü yapılanmalara gerek vardır. Bizim gibi burjuva demokrasisini oluşturmakta az-çok yol almış ülkelerin ilericilerinin sermaye karşısında, kendi içinden çıkan "insan hakları", "gerçek demokrasi", "birey özgürlüğü", "doğa koruma" gibi savaşımlarda etkin, dahası yönetici olması doğru politika olur. Bu politikaları geliştiri ve uygularken de burjuva demokrasilerinin daha ileri aşamalarında olan ülkelerdeki demokrat güçlerle diktatörlükten yeni kurtulmakta olan ülkelerin demokrat güçlerinin yanında yer almak ve onlarla birlikte davranmak, sermayeye karşı diktatörlerden yana davranma yanlışından da bizi kurtaracaktır.

Bizim bu durumda yapmamız gereken diktatörlerden yana olmak değil, her ikisinin de aynı bokun soyu olduğunu ortaya çıkarmak, her ikisine karşı da ileri demokrasiden yana tavır içinde olmaktır. Bizim için ülkelerin iç işleri - dış işleri ayırımı yoktur. Ulusal sınırlar, sermaye sınıfının kendi sermayesi için ortadan kaldırdığı, ama emek için sanal olarak kaskatı yerinde tuttuğu yapay ayırımlardır. Bizim politikalarımız İspanya İç savaşında yarım bıraktığımız yerden emeğiyle geçinenlerin politikalarını sürdürmektir. ("İşçinin yurdu yoktur" K.Marx...)

İnsanlığın hangi yollardan geçeceğini sezmeye çalışmak ve bu yolda olup olmadığına göre bir hareketi yargılayıp doğru olup olmadığına bakmak ve bu arada kendi yerinin neresi olması gerektiğini saptamak gerekiyor tabii.

“Arap baharı” denen "şey" için asıl yapmamız gereken kendi yerimizin neresi olduğunu, nereden bakarsak “doğru” olacağını saptamak... Tongaya düşüp sürüklenmemek için ayaklarımızı basacağımız (düşüncemizi oturtacağımız) sağlam bir yere gerek var.

Herkes Mustafa Kemal değil. Ümmet toplumundan sonra eline geçirdiği devleti demokrasiye doğru yönlendirmiyor. Kendi özel zenginliği için kendi elinde tutuyor. Bunu da doğal akışı kesmeğe çalışarak yapıyor. İşte buna diktatörlük deniyor. Gerçek ümmet toplumları Osmanlı, Çarlık Rusyası vb, doğal akışın daha içinde bile görünebilir. Çünkü onların kendine göre kul kültürü içinde kendince tutarlı olan değerleri var. Oysa kul kültürünü yıkıp yerine kendi babasının çiftliği gibi diktatörlükler kurmak için doğal akışı kesmeye çalışanların hiç bir değerleri yok!.. Lenin’in ve Mustafa Kemal’in farkı ise akışın önünü kesmemiş olmalarında... Yani toplumu yeni bir toplumun doğal değerlerine doğru yönlendirmiş olmalarında. Bu değer Mustafa Kemal için “birey kültürü”, yani burjuva toplumuna yöneliş, Lenin için Proleter kültürün değerleriydi. Burada Mustafa Kemal’in daha da gerçekçi kılansa, belirli ve daha önceden denenmiş olan değerlere yönlendirmesi... Lenin, belki günümüz için daha doğru, ama henuz kurulmamış olan bir değerler sistemine yönlendirmeye çalışıyor. Kısa yaşamında kurduğu sistem, Stalin sertliğine (bir tür diktatörlük) dönüşüyor tabii...

Şah Pehlevi, Kıral Suud, Saddam Hüseyin, Enver Sedat, Kaddafi, kimi zaman kıral gibi, şah gibi ünvanları da kullansa, artık ümmet toplumlarının değerlerini değil, burjuva “birey toplumu”nun ekonomik yapısını, dolayısıyla değerlerini taşıyan, kapitalistleşmekte olan toplumlar. Ama başlarındaki diktatörler liberal değerlere izin vermeyi çıkarlarına uygun görmüyor. Çünkü bu durumda toplumun demokrasiyi de zorlayacak olmasından korkuyorlar. Ve bir takım önlemler alıyorlar. Kendilerini seçtirip Cumhurbaşkanı gibi sıfatlara kavuşuyor (ya da kavuştuğunu gösteriyor) ya da Kaddafi’nin yaptığı gibi elde ettiği çıkarlardan kimi zaman önemlice bir bölümünü halka dağıtarak kendilerine yandaş ediniyorlar. Ama dikkat edersek ne denli besliyor olurlarsa olsunlar, kendilerini korumayı düşündükleri silahli gücü, kendi devletlerinin içinden (yani kendi kişisel rejimlerinden etkilenenlerden) değil, dışarıdan getirdikleri paralı askerlerden oluşturuyorlar.

Ama ne olursa olsun, en küçük bir suyun önünü koca koca barajlarla bile tamamen kesemeyeceğin gibi (en küçük bir su bile en büyük barajla önünü kesersen, gün gelir, patlatır), bu toplumlar da akıştan ister istemez etkileniyorlar ve başkaldırmaya başlıyorlar. İşte tam bu aşamada ya İran’da olduğu gibi, ümmet toplumunu hortlatmaya çalışanlar, ya da Kapitalist toplumlar devreye giriyor ve diktatörlükleri devirmeye çalışanlara ya destek veriyor, ya da doğrudan kendileri devreye girip diktatörleri deviriyor. Ama diktatörlükleri ümmet toplumlarına geri döndürmek isteyenlerle kapitalizme dönüştürmek isteyenler, akış içindeki doğal konumları gereği, birbirine düşman. O yüzden de çatışıyorlar (Amerika-İran zıtlaşması). Tabii aslında Kendilerini ümmet toplumu sayanlar (ya da saydıranlar) da artık liberal değerlerle yaşamak zorunda, soludukları hava (ekonomik yapı) bu, başka şansları yok... Kimisi İran gibi kapitalist dünya ile zıtlaşarak, kimisi Suudi Arabistan gibi uzlaşarak kendi diktatörlüklerini sürdürmek zorunda kalıyorlar.

“Biz”, bütün dünyanın “emeğiyle geçinenleri”, asıl sorumuz şudur: “Biz nerede olmalıyız?” Önce “dünya görüşü”müze bakacağız. Nasıl bir dünyaya doğru gittiğimizi bilimsel yollarla, doğru tahmin etmeye çalışacağız. http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html ...

Herkes karşısındakini kötülemeğe, bizi kendinden yana çekmeye, çalışacak... Gücümüz burada... Kimse bizsiz davranamayacak!.. Biz, kendi bulunduğumuz yerden, ama mutlaka kendi yerimizden, kendi değerlerimizle düşünmeyi öğreneceğiz.

Böyle bakınca diktatörlerin de, bu diktatörlerin zenginliklerini elde etme savaşımına girmiş olan kapitalist (artık global sermaye) dünyanın da bizim onaylayabileceğimiz yerde olmadıklarını görmek zor değil. Neden birinin ötekine karşı söylediklerinin tuzağına düşelim ki? Kapitalistlerin ölçütleriyle düşünmek (Açık Radyo, Taraf gazetesi vb.. - liberallerin çizgisi) bizi liberal, yetkin, ama duragan bir dünyaya yönlendiriyor, Diktatörlerin ölçütleriyle düşünmek ise şiddet toplumlarına... Ve her ikisi de kan dökülmesine...

Peki de her ikisini de karşımıza almakta ne gibi bir sakınca var? Yeni ve kan görmek istemeyen bir dünyadan yana olmakta?.. Her iki duragan düşünce biçimi de, çok bildiğimiz, bizi “akla kara” gibi birinden yana olmazsak ötekine düşmekle korkutmaya çalışıyor. Bizim kendi başımıza bir aklımız yok mu? Kendi tavrımızı belirleyemeyecek, kendi dünyamızı kuramayacak mıyız? Bunun için örgütlerimizi oluşturamayacak mıyız? Bu yeni bir değerler sistemi, duragan (statik) her şeyi reddetmek olamayacak mı?

İdeal toplumu, statik toplum olarak algılayan bütün yapılara ve yapılanmalara karşı dinamik değerlerimizi oluşturmak zorundayız. Statik düşünmeye koşullanmış akılla bunu yapmak kolay değil, buna zorunluyuz. Ne yapıp yapıp bütün statik değerlerin, özlemlerin, cennetlerin, yapılanmaların önünü kesmek zorundayız. Başka çıkarımız yok gibi görünüyor! “Dünyanın en küçük suyu, sürekli aktığında, bir gün mutlaka önünü kesecek olan en güçlü barajı yıkar geçer!..”bunu unutmamak gerekiyor!..

22 Eylül 2011 Perşembe

Sınıfsal kültür ve Devrim ilişkisi üzerine...

“Liberty leading the People”
EUGÈNE DELACROIX
1830
oil on canvas, 260- 325 cm. - Paris , Louvre.



Dünya bir sınıfın egemenliğinden bir sonraki sınıf egemenliğine geçerken, iktidar el değiştirmeden önce oldukça uzun sürelerle kültür değişimleri yaşamaktadır. ABD'de 1776 ve Fransa'da 1789 yıllarında Burjuvalar ilk kez devlet egemenliğini ele geçirmeden önce Avrupa'da (Doğu'da çok daha erken, Hallac-ı Mansur ile 9.yy'da), 1215 yılında İngiltere'de soyluların kırala baskıyla imzalattığı Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Bildirgesi) adında geçen "libertatum/özgürlük" kavramı, Soyluların kültüründe yoktur. Soylu (Aristokrat/Feodal) kültür bir kul kültürüdür. Kırallar, İmparatorlar, Çarlar, Sultanlar bile tanrının kulu olarak özgür değildir. "Özgürlük" kavramı burjuva kültürünün doğmakta olduğunu gösterir. Magna Carta'nın ardından yine 13. yy'da, 1250'li yıllarda, soylular İngiltere'de, sonradan Lordlar Kamarası olacak dünyadaki ilk meclisi kurar. Buna karşı 1290'lı yılların ortalarında Kıral, kendisini destekleyen, ama soylu olmayanlardan oluşan ve yine dünyada ilk kez anti aristokrat diyebileceğimiz ikinci meclisi, halk meclisini kurar. Bu meclis de sonradan Avam Kamarası'na dönüşecektir. (Anadolu'daki durum için bkz: http://omer-tuncer.blogspot.com/search?updated-max=2007-11-03T13%3A42%3A00%2B02%3A00)

13.yy ardından Avrupa'da yine "kul" olmayı reddeden, kul olmaya karşı çıkan, "birey" üzerine kurulan birçok kültür hareketi yaşanacaktır. Bunların en önemlileri Renaissance (yeniden Doğuş) ve dinde Reform hareketleridir. Felsefe'de yine birey üzerine kurulu akımlar gelişecek, Descartes gibi, Spinoza gibi dinlerini reddetmeyenler bile metafiziklerinin içinde matematiğin yöntemini uygulayarak insan (birey) aklını yerleştirmeye çalışarak Rationalism (akılcılık) akımını oluşturacaktır. Hele 1700'lü yılların (18.yy) başında ortaya çıkacak ve insan aklının doğumdan önceden hiç bir bilgi getirmediği (boş levha/tabula rasa) düşüncesi üzerine kurulu olan Deneycilik (Ampirism), öncüleri (David Hume, John Locke) içinde aynı zamanda İdealizm'in en büyük filozofu sayılacak olan piskopos Berkeley bile bulunabilecektir.
Tarihte yeni bir sınıfın egemen olduğu hareketlere bakarsak, Devrim'i yalnızca iktidarın ele geçirilmesi olmadığını görürüz. Burjuva Devrimi sürecine bakarak toplumsal gereksemelerin başlamasından sonra kültürel hazırlıkların yüzyıllar öncesinden başlaması gerektiği görülüyor. İşçi sınıfının devrimi için Sovyet deneyiminin başarısızlığı doğaldır. Çünkü kültürel ortam henuz hazır değildir. Aynı şey ilk kuruluşlarında Ankara ve Osmanlı devletlerinin başına da gelir. 1265'te Ankara'da kurulan başarısız Ahi devletini Paris Komününe, kuruluşundaki anti-Aristokrat yapıya karşın başarılı olamayan ve 1. Murat'tan Yavuz Sultan Selim dönemine değin çok sıkı bir karşı-devrim yaşayan (bkz: aynı yazı) Osmanlı'yı da devrim kalıbı (formel yapısı) açısından, kaba çizgileriyle Sovyet deneyimine benzetebiliriz. Başarılı Burjuva Devriminin ortaya çıkabilmesi, burjuva toplumunun oluşması için yüzyıllar gerekmiştir.
Devrimcinn görevi, sürecin hızlanması için kültürel alt yapıyı da ihmal etmeden hazırlanmasına destek olmaktır. Bu bağlamda yapılacak çok şey var. Önce kuramı ihmal etmeden uygulamada, oluşturacağımız politikaların kuramımıza ne denli uygun olduğunu kesinlikle denetlemek zorundayız. Uygulamadan alınacak sonuçlara göre, kuram sürekli olarak yenilenmelidir (feedback). Savaşım verilecek noktalar devrim süreci gözetilerek seçilmelidir (kaba hatlarıyla da olsa Burjuva devriminin formel yapısı devrim sürecini kavramak açısından iyi bir örnek oluşturur). Sermaye düzeninin kendi içindeki zıtlıklar (insan hakları v.b.) sürekli göz altında tutulmalı ve politik öncülük ele geçirilerek sermaye düzeninin çürüme noktaları genişletilmeli, bu tutum üzerinde politika geliştirilmelidir. Devrimci siyasal örgütlenmeler iktidara uzun bir sürede yürüneceğini bilmek zorudnadır. Bu durumda kendi kuracakları sosyal yapının ayrıntılarını bilmedikleri bir dönemde iktidara gelmek için savaşım vermek yerine, doğru muhalefet yolunu seçmelidir. Bu da karşısına devrim stratejisiyle çıkılan sınıf iktidarının çözemeyeceği iç zıtlıklarının yakalanıp bunların üzerine gidilesi ve bu noktalarından çürütülmesi ile olanaklıdır.
Sorun, devrimlerin yalnızca bir sınıfın değil, bütün insanlığın ürünü olması gerekmesinden geliyor. Komünist Devrim'in olması için yalnızca İşçi sınıfının gücünün gerekli olduğunu sanıyoruz!... Devrimi oluşturabilmek için bütün insanlığın, geleceği kurma cesaretini gösterebilecek (aydın) olan herkesin çabasına gerek vardır. Toplumlarda geleceğe yönelik değişim gereksemeleri tek bir sınıfa yönelik gereksemeler değildir. Egemen sınıflar da süreç içinde çatlar ve bir bölümü geleceğe yönelik gereksemeler içine girer. Böylece sınıf içi zıtlıklar ortaya çıkar. Burjuva devrim sürecini Aristokratların başlattığını, dahası bir süre götürdüğünü, Marx'ın değilse de Engels'in bir İngiliz Aristokratı olduğunu unutuyor gibiyiz.

Devrimler, sınıf gereksemeleri üzerinden doğar, doğrudur. Ama o sınıf insanının savaşımda başarılı olamamasının devrimi engelleyeceği yanılgısına da düşülmemelidir. Evrensel akış, toplumsal gereksemeler, önce kültürü, ardından da sosyal ortamı olması gereken yere doğru sürekli hareket ettirmektedir. Burada devrimcinin görevi bu sürecin yürütülmesinde görev almak ve olabildiğince hızlandırmaktır. Toplumun, gitmesi gereken yöne doğru akış içinde olduğunu görüyoruz. Çıkarları doğrultusunda buna engel olmak isteyenler olacağı gibi, geleceğin belirsizliğinden içgüdüsel olarak korktukları için, Kemalistler gibi, eskinin "daha iyiydi", "yeterince olgunlaşmadıydı"sına kapılıp içtenlikle akışı durdurmak, henuz olgunlaşamadığına inandıkları bir önceki sosyal ortama dönmek isteyecekler de olacaktır. Üstelik bu açık sağ nitelikli tutumu eski devrimciliklerinden kalma bir inançla "devrimcilik" de sanacaklardır. Oysa toplum ve kültür akmaktadır ve artık "devrimcilik" onların bıraktığı yerde değildir. Bu anlamda "istemezük"çülerle aynı çizgide olduklarının ayırdına varamayacaklardır.

Bu bağlamda, Kemalist ulusçuluk da içinde olmak üzere her türlü milliyetçiliğin, dahası kırıntısının bile bugünün evreninde insanı tutuculuğa düşüreceğini artık görmemiz gerekir. Ulusçuluk ümmet toplumlarına karşı ilerici konumdadır. Ümmet toplumlarının ortadan kalkması ile de ilerici niteliğini yitirmiştir. Hele bundan sonra başka uluslar üzerine egemenlik kurma politikaları uygulaması durumunda iyice gerici konuma düşmektedir. Doğal olarak ezilmek istenen ulusun ulusal başkaldırı savaşımı da aynı ortamda, yani "onların çöplüğünde, yapılmış olmaktadır. Bu tutum anlaşılabilir. Ama devrimcilik savı taşımadığı sürece... Yani ulusçuların aynı zamanda devrimci olduğu zamanlar geçmiştir. O devrim Burjuva devrimiydi. Şimdi artık burjuva sınıfı egemen sınıftır ve ulusçu yapı da onun üst yapısıdır. Günümüz dünyasında hem ulusçu hem derimci olunmaz, olunamaz!.. (Bkz: http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html)
Bu bağlamda bu ülkede devleti ellerinde tutan, egemen Türk ulusçularının olduğu kadar kendilerini savunma durumunda olan Kürt ulusçuları da aynı tuzağın içindedir. Bugün artık, savunma durumunda (Kemalist deyimle "mazlum") olsun olmasın bütün ulusçulukların tutuculukla özdeş olduğunu, dahası Marx'ın deyişiyle "insanlığın afyonu" olduğunu, dinin yerinde geçtiğini ivedilikle anlamamız, politikalarımızı bu tutum üzerine kurmamız gerekiyor.

11 Haziran 2011 Cumartesi

"Devrim" kavramının yozlaştırılması üzerine...





Arap dünyasında baskıcı rejimlere başkaldırılar
ve…
“Devrim” kavramının yozlaştırılması üzerine…(1)

“Gerçek nerede bir yerde?!.”
  
Nedir bu “devrim”? Çarşıdan alınır mı pazarda satılır mı? Üstünkörü her halk hareketi “devrim” midir?

Herkesin ağzında bir “devrim”, bir “devrim”!..
“Tunus Devrimi”
“Mısır Devrimi”
“Libya Devrimi”
Yemen’de, Suriye’de, Ürdün’de de “devrim” sırada…
Ardından bakarsın İran’da da bir “devrim” gelebilir!..
Alla alla… Zaten daha birkaç on yıl önce İran’da bir “devrim” olmamış mıydı?!.
Anlaşılan, “iyi saatte olsunlar” yine bir şeyler karıştırıyor!
3 Nisan ve 10 Nisan 2011 Pazar günleri, NTV kanalında üç kocaman kültür adamı, Murat Belge, Gündüz Vassaf ve Şeref Mardin “devrim” kavramını ikişerden dört saat tartıştı mı, yoksa birlikte mi düşündüler; aradılar taradılar, “devrim”in ne olduğunu bir türlü bulamadılar.
Alla alla…
Özellikle biri ünlü altmışsekiz kuşağının hemen ardından Türkiyeli devrimcilerden bir bölümü için kuramsal önder bile sayılmıyor muydu?!.
Bu kavram, Marxist Sosyoloji’nin en temel kavramı değil miydi?!.
“Devrim”, bir sosyal sınıfın bir önceki sosyal sınıftan iktidarı ele geçirmesi süreci değil miydi?!.
İlk devrim, Aristokrasinin yıkılıp Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi ile ortaya çıkan kültürel, ekonomik ve sosyal süreçle oluşmamış mıydı?!.
İlk hareketler, insanevladının “kul”luktan kurtulup “birey”leşme sürecinin başlaması ile kültür tarihi içindeki yerini almamış mıydı?
Doğu kültüründe, Hallac-ı Mansur’un tanrının “birey”liğini ele geçirme savaşımı ile, “Enel Hakk” kavramı ile; Batı kültüründe, insanın, kralın temsil ettiği “Tanrısal özgürlüğü” ele geçirme savaşımı ile, İngiltere’de “Magna Carta Libertatum” ile başlamamış, dünyanın ilk meclisleri bu süreç içinde ortaya çıkmamış mıydı?!.
Ardından Anadolu’nun 13.yy’ında bireyleşme savaşımında, Koca Yunus,
“Beni bende demen bende değilem”
diye artık “bende” yani “kul” olmadığını ilk kez açıktan söylememiş miydi?
Ankara ve Osmanlı, bu hareketlerin sonucunda, Aristokrat karşıtı, ama kültürel ve yönetsel biçimleri de henûz belli olmayan devletler olarak ortaya çıkmamış mıydı?
Ardından Avrupa’da, Renaissance’ın, Aydınlanma’nın, bireyleşme sürecinin öncü parçaları, hazırlayıcıları olduğu anlaşılınca Ankara ve Osmanlı’nın da bu sürecin parçası olduğu anlaşılmamış mıydı?
ABD’nin kuruluşu, Fransız Devrimi bütün bu hazırlıkların üzerine oturmadı mı?
Kültürel hareketlerin ana duvarı ilmik ilmik örmesine, Ekonomik ve Sosyolojik akışın taş taş üstüne koymasına bakmadan nasıl olur da Fransız Devrimi gökten zembille inmiş gibi, hiç bir kökü, kökeni olmadan birdenbire ortaya çıkıvermiş gibi değerlendirilebilir?
İçiçe giren, birbirinin önünü kesen “devrim - karşıdevrim süreçleri” nasıl olur da görülmez, değerlendirme dışı tutulabilir?

Kültür Tarihine bir bakış
Ana çizgileriyle: üretimin üç temel elemanının, “doğa”nın, “sermaye”nin ve “emek”in ayrı ayrı sosyal sınıfların elinde toplanması herşeyin başlangıcıdır. Bu ayrışma süreci, işbölümünden sonra başlamış ve ilk sonuçlarını kölelik düzeni ile vermiştir (http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html).
Biliyorum, bunlar hepimizin bildiği gerçekler. Ama uygulamalarımızda, düşüncelerimizde bu gerçekleri gözardı ediyoruz ve insanlığın gelişmesini yavaşlatmak için kurulan tuzaklara düşüyoruz.
Devam edeyim: kölelik düzeninin kültüre yansımış biçimi dinlerdir. Köleliğin sürmesi için önce doğal güçlerin egemenliği kabul edilmiş ve bu güçleri kullanma becerisi gösteren insanlar egemen sınıf olarak üretimi eline geçirmiştir. Bu dönem, önce büyücü kırallar, sonra da mucize gösteren peygamberler dönemidir. Doğal güçleri elinde tutanlar başkalarının efendisi, yani Aristrokratlar’dır. Aristokratlar, önce doğal gücün, sonra da tanrının kendisi, oğlu, vekili, peygamberi, halifesi, papası, kıralı, yeryüzündeki gölgesi gibi sıfatlarla tanrının güçlerini kullananlardır.
Geri kalanlar “halîk (halk)”, yani yaratılmış, yani “kul”dur.
Böylece “kulluk düzeni” kurulur, kendi içinde gelişme bölümlerine ayrılarak yaşama sürecini yürütür. Önce çok tanrılı dinler ortaya çıkar. Doğanın kimi özellikleri tanrılara yüklenir. Aristokratlar sağlıklarında kendilerini tanrı saydırır. Ardından tanrının oğlu, vekili gibi özellikler yüklenerek tanrısal efendilik yetkilerini kullanmayı sürdürürler, öldükten sonra tanrılaşırlar.
Sonra peygamber kırallar gelir. İnsanların tanrı olmadığı anlaşılınca tanrının vekili olarak kırallığı ellerinde tutmaya başlarlar. Bu yetki de zamanla ayrışır, yönetici kırallar yetkilerini ruhbanlardan almaya başlar. Bu yüzden Hıristiyanlıkta başlangıçta kırallık yetkisi Papalar tarafından verilir. Günümüzde de Avrupa ülkelerinde hala kırallar din adamları tarafından taç giydirilerek yetkilendirilmektedir.
Müslümanlıkta ise Sultanlık ile Halifelik birleştirilir ve halife sultanlar dönemi ortaya çıkar.
Her iki durumda da önemli olan “tanrısal kan/ırk”tır. İslamiyette sultan soylular öldürülse bile kanı akıtılmaz, tanrısal kan yere dökülmez, kementle boğularak öldürülür. Hıristiyanlıkta bir ülkede aynı aileden gelen kıral olacak erkek bulunmazsa başka bir ülkenin hanedanından tanrı soylu birisi kırallığa getirilebilir ya da kıral ailesinin devamı ile görevlendirilebilir. Şimdiki İngiltere kraliçesi II.Elizabeth’in kocası, Yunanlı prens Philip’tir. Böylece kıraliyetin tanrısal kanı bozulmamış(!)tır.
Geri kalanlar, yönetilenler, Arapça “halîk/yaratılmışlar” yani “halk”tır. Onlar hiçbir tanrısal yetkiye sahip olmayan “kullar”dır. “Birey” olmaları, yani “ben”leşmeleri yasak olanlar, bunun için binyıllar boyu savaşım vermeleri gerekenlerdir!
İşte insanlık tarihinin ilk “devrim” süreci bu aşamada devreye girer.

Marxçı Sosyolojide “Devrim” kavramı…
Nedir bu “devrim”? Çarşıdan alınır mı? Pazarda satılır mı? Her toplumsal olaya hemen “devrim” denilebilir mi?
Marxçı Sosyoloji, iki yüz yıla yakındır Marxçı kuramın temel taşıdır. “Devrim” kavramı, bütün pozitif bilimlerde olduğu gibi tümevarım ile saptanmış olguların bütününden çıkarılmış bir kavramdır. İki yüz yıldır egemen burjuva güçlerin desteklediği bilim, Marxçı sosyolojiyi görmezden gelmekte, hiç bilinmiyor gibi davranmaktadır.
İlk “Devrim” süreci, yönetilenlerin, halkın Aristokrat yönetimlerin kültürüne başkaldırması ile başlamıştır. Bildiğimiz ilk başkaldırı, “ben”leşebilmek için “tanrılaşmak” zorunda kalan Hüseyin ibn Mansur el Hallaç(Hallac-ı Mansur oğlu Hüseyin, kısaca Hallac-ı Mansur)’dan gelir. 858 yılında Tur’da doğar, 26 Mart 922’de “Enel Hakk[i]” yani “Tanrı benim” dediği için Bağdat’ta parçalanarak öldürülür.
Bu süreç, Ömer Hayyam gibi, Farabi ve İbn Sina gibi düşünürlerden geçer, Anadolu’nun 13. Yüzyılında düşünsel ve toplumsal olaylara neden olur ve başlangıçta Aristokrat olmayan iki devlet doğurur. Bunlar Ankara ve Osmanlı devletleridir (bkz: Ömer Tuncer “Kuruluştan Kurtuluşa / Anadolu’da Yeniden Doğuş” Bilim ve Gelecek dergisi 24. (Şubat 2006) sayısı, Sayfa:33-45 / http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadoluda-yeniden-dou.html).
Aynı yüzyılda, 1215 yılında, İngiltere’de “Magna Carta Libertatum” ile Kültür Tarihinde ilk kez “özgürlük” kavramı anılmış olur. Ardından 1250’li yıllarda Aristokratlar İngiltere’de dünyanın ilk meclisini kırala kabul ettirirler. Kıral, buna karşılık 1290’lı yıllarda dünyanın ilk halk meclisini kurar. Bu meclisler bugünkü Lordlar Kamarası ile Avam Kamarası’nın kuruluş dönemini oluşturur.
Osmanlı’da 2. Mehmet’le doruğuna ulaşan ve Sultan Selim’le devrimci güçlerin ezildiği karşı devrim sürecinden sonra Avrupa’da gelişen Renaissance ve Dinde Reform hareketleri ve 18.yy Aydınlanması ile iyice hazır hale gelen sosyal ortam, önce Amerika’da 1776, hemen ardından Fransa’da 1789 yıllarında dünyadaki ilk Burjuva egemenliğindeki devletleri ortaya çıkarır.
Sürecin ekonomik yanı, hareketlendiricisidir. Birkaç ana başlıkla söylenirse:
Osmanlı’da yeni bir toprak düzeni, “Dirlik Düzeni” kurulur (bkz:aynı yazı); Avrupa’da Yahudi bankerler elinde sermaye birikir. Parasız kalan kırallar Yahudi bankerlerden borç alır. Geri ödeyemeyince alacaklı bankerleri ya öldürerek borçlarından kurtulmaya çalışır ya da Avrupa’dan sürer.
Burjuva sınıfının oluşması ve gelişmesi böyle başlar.
Marxçı sosyolojide “devrim”, bir gecede iktidarın ele geçirilmesi değil, yüzyıllar süren uzun bir süreçtir. Bu süreçte sosyolojik, ekonomik ve kültürel gelişmeler olur. Yeni egemen olan sosyal sınıfının iktidarı ele geçirmesini, bu sürecin, yani devrimin “darbe”si olarak nitelemek doğru olur.

İran Devrimi(!) gerçek bir devrim miydi?
Dünyada Burjuva kültürünün yerine oturması, devrimin tamamlanması, 20.yüzyılda Paylaşım Savaşları’ndan sonra gerçekleşir. Bu gelişme, Ortadoğu’daki Müslüman Sultanlıkları da etkiler. Önce Osmanlı Devletinde Lale Devri’nden (1718-1730) bu yana Avrupa’ya öykünerek gelişmekte olan Burjuva kültürü, pek çok sallantı, sapma geçirdikten sonra Kemalist Burjuva Devrimi ile rayına girer ve iktidara gelir. Kültürel ve ekonomik ilişkiler “birey” ve “kâr” temelli ilişkilere dönüşme sürecine girer.
Türkiye’de kurulma sürecine giren Demokratik Burjuva yapı, öteki Müslüman ülkelerde kapitalist devletlerin kendi çıkarları doğrultusundaki zorlaması ile oluşturulmaya çalışılır. Ama doğal süreci yaşanmamış olduğu için, adı yalnızca ya Cumhuriyet, ya da Kırallık olan diktatörlüklere dönüşür. Ardından, gelişmesi önlenemeyen “birey” ve “kâr” temelli yapının zorlamasıyla da çeşitli denetimsiz patlamalara neden olur.
Bu patlamalar, pusuda bekleyen ümmet özlemli toplumsal gurupların yeniden iktidara gelmesine neden olacaktır. Eski Aristokrat yapılara öykünen ümmet toplumu kurma özlemli siyasi guruplar, artık Aristokrat kültürün gerçek dayanaklarını bulamadıkları için yeni baskı rejimleri oluşturacaklardır.[ii]
İran Devrimi(!) bunların ilki olmuştur. Pehlevi ailesinin dünya sermaye düzeninin desteğiyle, dönüştürdüğü ama Burjuva demokrasisine de izin vermediği baskı düzeni, İran ümmet yapılanması tarafından devrilir, ve dinsel yapı yeniden iktidara gelir. Ancak “kul kültürü”ne yeniden dönülemiyor olması, “birey kültürü”nün ve “kâr ekonomisi”nin gelişmesinin önlenememesi, çeşitli sosyal çalkantıları da birlikte getirir.
İran’da ümmet toplumundan şahlığa geçiş gibi şahlığın baskı rejiminden ümmet toplumunun baskı rejimine dönüş de kendi başlarına “devrim” nitelemesi verilebilecek hareketler değildir. Baskı rejimlerinin birbirine karşı yaptığı karşıt darbelerdir. Yönetilenler, yani “halk” bu arada bir önceki yönetenin baskısından kurtulacağı düşüncesiyle bir sonraki darbeye destek verebilir. Bu süreç, İran Şah rejimine karşı, Marxistler ümmet rejimini destekleme hatasına düşmesine neden olmuştur.[iii]
Oysa devrim süreci, bu akışı da kapsayacak biçimde bir yandan işlemekte, doğal süreci içindeki gelişmesini sürdürmektedir.

Arap ülkelerindeki hareketlere “devrim” denilebilir mi?
Tunus, Mısır ve Libya’da görülen hareketlerin de İran örneğindeki gibi gelişme olasılığı az değildir. Yönetilenlerin desteklediği “Müslüman Kardeşler” İran’daki Ayetullahların yerine konursa aynı senaryo yinelenecek gibi görünüyor. Devrimci güçlerin, devrim sürecinin ayırdına varmaları ve süreci denetim altında tutabilmeleri durumunda, bir devrim sürecinin, devrimci muhalefetin ortaya çıkabilmesi olasılığı yok değildir.
Ortaya çıkabilecek olan yapı ise ancak Burjuva Demokratik yapısı olacaktır. Burjuva sosyal yapısı Birleşmiş Milletler aracılığı ile ve “kâr” ekonomik bağlamlı, “birey”i temel alan burjuva kültürel yapısı gereği, bu sürece kendi çıkarı doğrultusunda destek vermektedir.
Afganistan ve Irak’a yapılan sermaye müdahaleleri de aynı yapının doğal ürünüdür.
Günümüzde sermaye, kendi çıkarı gereği bir “darbeler dönemi” yönetmektedir. Devrimci savaşım, bu krizlerin, gelişmeye ve geleceğe açık demokratik yöne doğru evrilmesi için muhalefet politikaları üretilmesi ve uygulanması doğrultusunda olmalıdır.

Nereden çıktı Müslüman ülkelerde “devrim” kavramı?
İran Devrimi(!)nin olsun, Tunus, Mısır ve Libya’daki halk hareketlerinin olsun, “devrim” olarak adlandırılması, Sermayenin kendini gerçek devrimlere karşı koruma refleksinden gelmektedir. Yönetilenlerin muhalefet potansiyelini soğurarak ve onların gücüyle kendi egemenliğini sürdürme çabası açıkça gözlenmektedir.
Darbelerin, yıkılan ve yıkan,her iki yanı da sermayenin elindedir. Yönetilenler güçlerini diktatörden yana kullanırsa sermaye de diktatörleri desteklemekte, ümmetlerden yana kullanırsa sermaye de ümmet görünümlü oluşumları desteklemektedir.
Kimi zaman desteklediği, özellikle dinsel yapılar, güçlendiğinde sermayeye karşı da umarsız bir egemenlik savaşımına girmekte, ama sermaye, kendi iç tutarlılığı doğrultusunda, savaşımı onların istediği ortamda kabul etmemektedir. Bu durumda dinsel ümmet örgütleri umarsız denemelere girişmekte, inanılmaz terör yollarına başvurabilmektedir. El Kaide örgütünün oluşturduğu olaylar bu çabanın ürünüdür.
Ancak bu tutum sermayenin işine gelmekte, birey kutsallığını önceler görünen sermaye sınıfı, bireye karşı yapılan terör hareketlerine kolayca düşman nitelemesini koymakta ve savaş vermektedir.
Halktan, yönetilenlerden gelebilecek gerçek devrimci politikalara engel olma isteği, sermayenin, kendi örgütlediği ya da kendi yöntemleriyle ele geçirdiği halk hareketlerini yapay devrimlere dönüştürerek, Dünyanın denetimini daha bir süre sürdüreceği anlaşılıyor.

Dünya Marxçıları neler olduğunu, neler yapabileceklerini tam olarak görünceye, doğru muhalefet politikaları geliştirip uygulamaya başlayıncaya değin…



(1) Bilim ve Gelecek Dergisi Haziran 2011 tarihli 88. sayısı 92. sayfada "hafif sansürlenerek" yayınlanmıştır.

[i] Tam olarak söylediği “Enel Hüve / ben oyum”dur. Çok basitleştirerek söylenirse: doğrudan “Ben Tanrıyım” dememek için, ve kendi dışında bir tanrının varlığını reddetmiş olmamak için yapılmış bir inceliktir. Daha sonra bu kültür “Enel Hakk / Tanrı benim” düşüncesinden doğan pek çok düşünce akımını, bu arada Anadolu Aleviliğini doğuracak ve temeline Hallac-ı Mansur’un bu düşüncesini oturtacaktır.

[ii] Türkiye’de de Kemalist Burjuva Devrimi ile dağılan ümmet yanlısı siyasi guruplar, Önce Demokrat Partinin içinde örgütlenmiş, sonra da bu partinin devamı olan Adalet Partisi içinde yaşamını sürdürmüş, Sonra çeşitli kezler kapatılmış olan Erbakan partilerinin içinde siyasal kimlik kazanmıştır. Sekiz yıldır iktidarda bulunan Kemalist karşıtı Adalet ve Kalkınma Partisi, çağdaş demokrasinin korumasını kendine siper ederek ümmet kültürünü yeniden oluşturma çabasındadır. Ancak içinde bulunduğu akışın bunu artık sağlayacak bir yapı olmadığı görülünce, yıllardır kendisini baskı altında tutan Kemalist bürokrasinin elindeki baskı yöntemlerini, “demokrasi” adı altında kendi eline geçirmiş ve kendi baskı aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Bunu karşılamanın yolu, sert bürokrat yöntemlerle, darbelerle önünü kesmek değil, demokratik muhalefet politikaları geliştirmek ve uygulamaktır.

[iii] Tam tamına aynı olmamakla birlikte benzer bir süreç, Türkiye’de “eski” –“dönek” mi demeliyim?- Marxistlerin “liberal” adına bürünerek ümmetçi AKePe iktidarını desteklemesi biçiminde gelişmektedir. Ancak AKePe iktidarı, bütün çabasına karşın, İran’da olduğu gibi “kayıtsız koşulsuz” bir dinsel diktatörlük oluşturamadığı için ölümcül baskı rejimini de gerçekleştirememektedir.