20.yüzyılda Anti-Emperyalizm deyince...
ANTİ-EMPERYALİST OLMAK, DİKTATÖRLERDEN YANA OLMAK ANLAMINA MI
GELMELİDİR?
(Emeğiyle geçinenler, bir kez daha tongaya düşmek zorunda mıdır?)
(Emeğiyle geçinenler, bir kez daha tongaya düşmek zorunda mıdır?)
Libya ve Arap baharı denen olayları doğru görmek gerekiyor.
Kapitalizme (yani burjuva kültürüne) geçiş sürecinde Feodal kültürlerden sonra
dini gerekçeleri kalmamış olan yönetenler, baskı ile yönetimlerini sürdürmeye
başladılar. Bu da diktatörlükleri doğurdu. Müslüman ülkelerin hemen bütünü, bu
süreci yaşıyordu. Sermaye kendi çıkarı doğrultusunda bu diktatörlükleri
destekliyordu.
Ancak dünyada Burjuva kültürü bir yandan küreselleşme akımları
ile ekonomik bakımdan bütün dünyayı sararken, bunun karşıtı olan hümanizm
kültürünü de ister istemez geliştiriyordu. Doğal sonucu olarak diktatörlerle
yönettikleri halk arasındaki gerilim de büyüyordu. Tunus'daki kıvılcımla
diktatörlerle yönetilenler arasındaki patlama ortaya çıkkınca sermaye, her
zaman olduğu gibi saf değiştirdi ve denetimi elinden kaçırmamak için görünürde
yönetilenlerden yana geçti. Türkiye de bu nedenle saf değiştirdi.
Bu durumda Demokrat ve devrimci güçler diktatörlerden yana bir
tavır içinde olmamalıdır. Tarihsel akış, bu ülkeleri liberalizme ve
küreselleşmeye doğru sürüklemektedir. Akışı görmek ve onun karşısında direnme
yanlışına bir kez daha düşmek yerine bu sürecin en hızlı biçimde aşılması için
politikalar geliştirmek doğru olur. Yani bu ülkelerin içindeki devrimci,
demokrat, hümanist güçlerle güçbirliği yaparak kendi ülkelerimizdeki
deneyimlerden onların da yararlanmasını sağlamak ve sermayeye karşı savaşımda
ortaklıklar oluşturmak gerekmektedir. Bunun için özellikle örgütlü
yapılanmalara gerek vardır. Bizim gibi burjuva demokrasisini oluşturmakta
az-çok yol almış ülkelerin ilericilerinin sermaye karşısında, kendi içinden
çıkan "insan hakları", "gerçek demokrasi", "birey
özgürlüğü", "doğa koruma" gibi savaşımlarda etkin, dahası
yönetici olması doğru politika olur. Bu politikaları geliştiri ve uygularken de
burjuva demokrasilerinin daha ileri aşamalarında olan ülkelerdeki demokrat
güçlerle diktatörlükten yeni kurtulmakta olan ülkelerin demokrat güçlerinin
yanında yer almak ve onlarla birlikte davranmak, sermayeye karşı diktatörlerden
yana davranma yanlışından da bizi kurtaracaktır.
Bizim bu durumda yapmamız gereken diktatörlerden yana olmak
değil, her ikisinin de aynı bokun soyu olduğunu ortaya çıkarmak, her ikisine
karşı da ileri demokrasiden yana tavır içinde olmaktır. Bizim için ülkelerin iç
işleri - dış işleri ayırımı yoktur. Ulusal sınırlar, sermaye sınıfının kendi
sermayesi için ortadan kaldırdığı, ama emek için sanal olarak kaskatı yerinde
tuttuğu yapay ayırımlardır. Bizim politikalarımız İspanya İç savaşında yarım
bıraktığımız yerden emeğiyle geçinenlerin politikalarını sürdürmektir.
("İşçinin yurdu yoktur" K.Marx...)
İnsanlığın
hangi yollardan geçeceğini sezmeye çalışmak ve bu yolda olup olmadığına göre
bir hareketi yargılayıp doğru olup olmadığına bakmak ve bu arada kendi yerinin
neresi olması gerektiğini saptamak gerekiyor tabii.
“Arap baharı”
denen "şey" için asıl yapmamız gereken kendi yerimizin neresi
olduğunu, nereden bakarsak “doğru” olacağını saptamak... Tongaya düşüp
sürüklenmemek için ayaklarımızı basacağımız (düşüncemizi oturtacağımız) sağlam
bir yere gerek var.
Herkes
Mustafa Kemal değil. Ümmet toplumundan sonra eline geçirdiği devleti
demokrasiye doğru yönlendirmiyor. Kendi özel zenginliği için kendi elinde
tutuyor. Bunu da doğal akışı kesmeğe çalışarak yapıyor. İşte buna diktatörlük
deniyor. Gerçek ümmet toplumları Osmanlı, Çarlık Rusyası vb, doğal akışın daha
içinde bile görünebilir. Çünkü onların kendine göre kul kültürü içinde kendince
tutarlı olan değerleri var. Oysa kul kültürünü yıkıp yerine kendi babasının
çiftliği gibi diktatörlükler kurmak için doğal akışı kesmeye çalışanların hiç
bir değerleri yok!.. Lenin’in ve Mustafa Kemal’in farkı ise akışın önünü
kesmemiş olmalarında... Yani toplumu yeni bir toplumun doğal değerlerine doğru
yönlendirmiş olmalarında. Bu değer Mustafa Kemal için “birey kültürü”, yani
burjuva toplumuna yöneliş, Lenin için Proleter kültürün değerleriydi. Burada
Mustafa Kemal’in daha da gerçekçi kılansa, belirli ve daha önceden denenmiş
olan değerlere yönlendirmesi... Lenin, belki günümüz için daha doğru, ama henuz
kurulmamış olan bir değerler sistemine yönlendirmeye çalışıyor. Kısa yaşamında
kurduğu sistem, Stalin sertliğine (bir tür diktatörlük) dönüşüyor tabii...
Şah Pehlevi,
Kıral Suud, Saddam Hüseyin, Enver Sedat, Kaddafi, kimi zaman kıral gibi, şah
gibi ünvanları da kullansa, artık ümmet toplumlarının değerlerini değil,
burjuva “birey toplumu”nun ekonomik yapısını, dolayısıyla değerlerini taşıyan,
kapitalistleşmekte olan toplumlar. Ama başlarındaki diktatörler liberal
değerlere izin vermeyi çıkarlarına uygun görmüyor. Çünkü bu durumda toplumun
demokrasiyi de zorlayacak olmasından korkuyorlar. Ve bir takım önlemler alıyorlar.
Kendilerini seçtirip Cumhurbaşkanı gibi sıfatlara kavuşuyor (ya da kavuştuğunu
gösteriyor) ya da Kaddafi’nin yaptığı gibi elde ettiği çıkarlardan kimi zaman
önemlice bir bölümünü halka dağıtarak kendilerine yandaş ediniyorlar. Ama
dikkat edersek ne denli besliyor olurlarsa olsunlar, kendilerini korumayı
düşündükleri silahli gücü, kendi devletlerinin içinden (yani kendi kişisel
rejimlerinden etkilenenlerden) değil, dışarıdan getirdikleri paralı askerlerden
oluşturuyorlar.
Ama ne olursa
olsun, en küçük bir suyun önünü koca koca barajlarla bile tamamen kesemeyeceğin
gibi (en küçük bir su bile en büyük barajla önünü kesersen, gün gelir,
patlatır), bu toplumlar da akıştan ister istemez etkileniyorlar ve
başkaldırmaya başlıyorlar. İşte tam bu aşamada ya İran’da olduğu gibi, ümmet
toplumunu hortlatmaya çalışanlar, ya da Kapitalist toplumlar devreye giriyor ve
diktatörlükleri devirmeye çalışanlara ya destek veriyor, ya da doğrudan
kendileri devreye girip diktatörleri deviriyor. Ama diktatörlükleri ümmet
toplumlarına geri döndürmek isteyenlerle kapitalizme dönüştürmek isteyenler,
akış içindeki doğal konumları gereği, birbirine düşman. O yüzden de
çatışıyorlar (Amerika-İran zıtlaşması). Tabii aslında Kendilerini ümmet toplumu
sayanlar (ya da saydıranlar) da artık liberal değerlerle yaşamak zorunda,
soludukları hava (ekonomik yapı) bu, başka şansları yok... Kimisi İran gibi
kapitalist dünya ile zıtlaşarak, kimisi Suudi Arabistan gibi uzlaşarak kendi
diktatörlüklerini sürdürmek zorunda kalıyorlar.
“Biz”, bütün
dünyanın “emeğiyle geçinenleri”, asıl sorumuz şudur: “Biz nerede olmalıyız?”
Önce “dünya görüşü”müze bakacağız. Nasıl bir dünyaya doğru gittiğimizi bilimsel
yollarla, doğru tahmin etmeye çalışacağız. http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html ...
Herkes
karşısındakini kötülemeğe, bizi kendinden yana çekmeye, çalışacak... Gücümüz
burada... Kimse bizsiz davranamayacak!.. Biz, kendi bulunduğumuz yerden, ama mutlaka
kendi yerimizden, kendi değerlerimizle düşünmeyi öğreneceğiz.
Böyle bakınca
diktatörlerin de, bu diktatörlerin zenginliklerini elde etme savaşımına girmiş
olan kapitalist (artık global sermaye) dünyanın da bizim onaylayabileceğimiz yerde
olmadıklarını görmek zor değil. Neden birinin ötekine karşı söylediklerinin
tuzağına düşelim ki? Kapitalistlerin ölçütleriyle düşünmek (Açık Radyo, Taraf
gazetesi vb.. - liberallerin çizgisi) bizi liberal, yetkin, ama duragan bir
dünyaya yönlendiriyor, Diktatörlerin ölçütleriyle düşünmek ise şiddet
toplumlarına... Ve her ikisi de kan dökülmesine...
Peki de her
ikisini de karşımıza almakta ne gibi bir sakınca var? Yeni ve kan görmek
istemeyen bir dünyadan yana olmakta?.. Her iki duragan düşünce biçimi de, çok
bildiğimiz, bizi “akla kara” gibi birinden yana olmazsak ötekine düşmekle
korkutmaya çalışıyor. Bizim kendi başımıza bir aklımız yok mu? Kendi tavrımızı
belirleyemeyecek, kendi dünyamızı kuramayacak mıyız? Bunun için örgütlerimizi
oluşturamayacak mıyız? Bu yeni bir değerler sistemi, duragan (statik) her şeyi
reddetmek olamayacak mı?
İdeal toplumu, statik toplum olarak algılayan bütün yapılara ve yapılanmalara karşı dinamik değerlerimizi oluşturmak zorundayız. Statik düşünmeye koşullanmış akılla bunu yapmak kolay değil, buna zorunluyuz. Ne yapıp yapıp bütün statik değerlerin, özlemlerin, cennetlerin, yapılanmaların önünü kesmek zorundayız. Başka çıkarımız yok gibi görünüyor! “Dünyanın en küçük suyu, sürekli aktığında, bir gün mutlaka önünü kesecek olan en güçlü barajı yıkar geçer!..”bunu unutmamak gerekiyor!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder