28 Temmuz 2011'de yitirdiğimiz Aslan Başer hoca...
SON BİNYILIN EN BÜYÜK DÜŞÜNÜRÜ: KARL MARKS 1 (*)
Aslan Başer Kafaoğlu
İngiliz BBC haberleşme kurumu, Berlin
Duvarı’nın yıkılışının 10. yıldönümünde, sona eren binyılın en büyük
düşünürleri hakkında bir araştırma-anket yaptı. Aylar boyu süren bu anketin
sonucunu BBC 1999 yılının Ekim ayında açıkladı. Yüz binlerce katılımcının oy
kullandığı ankette birinciliği kazanan isim, Karl Marks idi. İkinciliği ve
izleyen sıraları kimlerin aldığını burada yazarak, Marks’ın bu ankette
kazandığı payenin ne kadar önemli olduğunu okuyucularımıza anlatabilmek
isteriz. İkinci sırayı Albert Einstein almıştı. Üçüncü ve dördüncü ise, sırayla
büyük fizik bilgini Newton ile Darwin idi. Aylarca süren dev anketin sonuçları
böyleydi.
Aslında anket, Marksizmin gözden
düşürülmeye çok çalışıldığı bir zamanda yapılmıştı ve bu sonucun geleceği
bilinseydi bu işe katiyyen girişilmezdi. Anketin yapıldığı sıralarda,
sosyalizmin ve Marksizmin öldüğünü anlatan yüzlerce sözde bilimsel kitap
yayımlanıyordu. Karl Marks ismi, bütün bu aleyhte kampanyaya karşın ipi
birincilikle göğüslemeyi başarmıştı. Bir de şu var: Örneğin Newton’un adından
hep saygıyla söz edilir. Descartes, Einstein veya Kant ismi anılınca da öyle.
Ama Marks ismi anılınca, karşıdan sayısız kötüleme, yalanlama ve hatta küfür de
birlikte gelir. Marks ismi işte bu handikapları da aşmış bulunuyor. Daha da
beteri Marks ve yapıtları, Engels dışında hiçbir Marksist tarafından en doğru
biçimiyle yorumlanmış da değildir. Ama bütün bu eksik ve engellere karşın Karl
Marks saygın bir ankette birinciliği kazanmıştır.
Aslında bu anket 1999’da yapılmıştır.
Ama varılan sonucun doğruluğu onu sevmeyenlerce de yadırganmamıştır. Doğrusu
ben de bu ankete katıldım, benim sıralamamda birinci Descartes, ikinci Karl
Marx idi. Konuyu İngiliz The Economist dergisi 21 Aralık tarihli özel Christmas
sayısında tazeledi. Aslında Marks’ın düşüncesi 1999’dan bu yana insanların
arasında daha bir yaygınlık ve güç kazanmıştır. Bu anket şimdi yapılsa Karl
Marks daha kolay kazanır.
SERBEST PİYASA EKONOMİSİNİN SONU
KAÇINILMAZ
Çünkü, Karl Marks’ın serbest piyasa
ekonomisi üzerindeki değerlendirmeleri bugün bütün kesinliğiyle geçerlidir.
Marks’a karşı serbest piyasa ekonomisinin hiç tökezlenmeden süregideceği ileri
sürülüyordu. Serbest ticaret ekonomisi 1930’larda onun temel felsefesine aykırı
yollar izlenerek yıkımdan kurtarılmıştı. Bu yolun “tartışılmaz ve yadsınmaz”
yöntemlerini anlatan büyük ekonomist Keynes, aslında Marks’ı en iyi yorumlayan
ve buna göre serbest piyasa ekonomisini düzelten adamdı. Onun ana kitabı olan,
kısa adıyla Genel Teori’de yazdığı son paragraf çok önemlidir.
Bu paragrafın bir yerinde büyük
iktisatçı, ekonominin hedefi olan “tam istihdam”a varabilmesi için
“Yatırımların Sosyalizasyonunu” tek yol olarak gösteriyordu. Böylece
yatırımlarda, kârları en çoğa çıkarmayı amaçlayan liberal ekonominin temel aksiyomu
yerine yeni bir temel aksiyom giriyordu. ABD dahil serbest piyasa ekonomisi
felsefelerine göre işleyen bütün ekonomiler büyük İngiliz iktisatçının
reçeteleriyle, ölümden bana göre “geçici bir süre” kurtulmuşlardı. Evet,
“geçici bir süre içindi” bu kurtuluş. Keynes de böyle söylüyordu. Her ekonomik
birimin sadece kârını maksimize etmesi (en çoğa çıkarması) yetmezdi. Liberal
ekonominin savunduğu bir “görünmez el” de yoktu. Keynes’e göre, bunalımdan
kapital ekonomi kurtulmuştu ama bu geçiciydi. Sürekli Tam İstihdam (toplumun
bütün işgücünün çalıştırılmasına) ve bu amaca ulaşmak için ise yatırımların
SOSYALİZE EDİLMESİ şarttı. Bu yapılamaz ise iktisadi çöküş mukadder idi.
İlk ağızda kapitalist düzen “ölmemek
için”, Keynes’in öğütlerinde kaldı. Savaş yıllarında özellikle ABD Keynes’in
öğütlerini aynen tuttu. Sanki Amerikan ekonomisini Keynes yönetiyordu. ABD bu
sayede II. Dünya Savaşı sonunda dünyanın diğer ekonomilerine kıyasla büyük bir
üstünlük sağladı. Savaş sonrası da bir süre, 1946 yılında ölen Keynes’in
öğütleri tutuldu. Ama aç gözlü kapitalistler, kârlarının en çoğa çıkmasını
engelleyen Keynesçi fikirlere uyan iktidarları ayakbağı saydılar. Doludizgin ve
sınır tanımayan bir kârı en çoğa çıkarmayı amaçlayan ekonomik düşünce,
neo-liberal düşünce bütün kapitalist dünyada adeta “norm” düşünce şekline
geldi. Sınırsız serbest ticarete sınır getiren her düşünce, ortaçağ taassubunun
kâfirlik niteliğine eş nitelemelere uğradı.
KAPİTALİZM 2010’DAN SONRA YERYÜZÜNDEN
SİLİNECEK
Onlara bakılırsa, bu kâr düzeni sınırsız
bir zaman sürecekti. Marks’ın tanısının tersine kapitalist düzen (onlar serbest
piyasa düzeni diyorlar) sınırlı bir zaman parçasında değil sonsuza kadar
sürecekti. Buna kanıt olarak da ABD, AB ve Japonya ve hatta Asya Kaplanları
adını verdikleri bazı Uzakdoğu ekonomilerindeki millî gelir istatistiklerine
yansıyan yüksek gelişme hızlarını gösteriyorlardı. Onları haklı göstermeye
yarayan bu gelişmeler 1995’ten sonra değişmeye başladı. 1997’de Asya Kaplanları
grup halinde bir bunalım geçirdi. Bunu atlattılar mı denirken, bunalım
kapitalistleştirilen Rusya’ya, arkasından Brezilya’ya, Türkiye ve Arjantin’e
sıçradı. Örneğin, Türkiye’de yurttaşların birey başına geliri 1990’dan bu yana
artmadı.
Ama Arjantin ve Türkiye gibi
ülkelerdeki gerilemede aranmasın kapitalizmin duraklaması ve gerilemesi. Bugün
kapitalist övgücüler tarafından sistem gelişirken göklere çıkartılan Japonya on
yıldır gerilemekte. Kapitalist yönetim ve ona akıl veren kapitalist düşünceye
belinden bağlı fikir adamları on yıldır buna bir çare bulamadılar. Bu hastalık
sadece Japonya’ya özgü sanılırken, AB’nin lokomotifi Almanya ve ona sıkı sıkıya
bağlı Fransa da durgunluğa girdi. Sonunda durgunluk geldi ABD ekonomisini de
vurdu. Kapitalist düzenin en büyük savunucuları bile artık o tatlı günlerin
bittiğini kabul ediyor.
Bizim yıllardan beri Karl Marks’ın
fikirlerine dayandırdığımız “Kapitalizmin 2010’dan sonra yeryüzünden
silineceği” yolundaki tanı artık o kadar şaşırtıcı değil.
Aslında anlamlı olan, kapitalizmin
herhangi bir dış etkenle (hava koşullarının anormal değişmesi, şiddetli
depremler, vandal istilası gibi) değil fakat tam da Marks’ın çok doğru biçimde
saptadığı kapitalist düzenin ana niteliklerinin özünden dolayı yıkıma
girmesidir. Marks’ın asıl büyüklüğü de buradadır. Bunu da gelecek yazıda
görelim.
SON BİNYILIN EN BÜYÜK DÜŞÜNÜRÜ: KARL MARKS 2
Aslan Başer Kafaoğlu
Mahvolduğu, düşünce tarihinden
silindiği sanıldığı bir zamanda BBC tarafından yapılan bir ankette, ünlü
bilgin-filozof Albert Einstein’ın önünde birinciliği kazanan Karl Marx bu
payeye gerçekten layık bir düşünür olarak, bugün daha da gözlerde büyümektedir.
Bunu anlamak için 2002 yılında dünya ekonomisinde neoliberal denilen, aslında
Fransız Marksistlerin 1950’den sonra koydukları isimle “devletle bütünleşmiş
kapitalist” ekonomilerin, 1995’ten ve özellikle 1999’dan bu yana geçirdikleri
süper krize bir göz atmak yeter.
1999’dan bu yana bizim kısaca
kapitalist ekonomiler dediğimiz ve girişim kârını en çoğa çıkarmayı amaçlayan
(kâr maksimizasyonunu hedefleyen) blokların içine girdikleri duruma bir göz
atmak yeterlidir. İsterseniz bu ülkeleri üç bölümde ele alarak inceleyelim. İlk
irdelemeye başlayacağımız ülke Japonya. Bu ülke 1950’den 1995’e kadar olan
zaman parçasında kapitalizmin “yıldız ülkesi” sayılıyordu. Yıllık yüzde 7’den
aşağı düşmeyen büyüme hızı, yıllar geçtikçe artan mal ve hizmet ihracatı ve
sıfır sayılabilecek işsizlik sayısı ve oranıyla Japonya’ya imrenmemek mümkün
değildi. Hemen bütün dünya ülkeleri dış ticaretlerinde açık verirken, sadece
Japonya ve onun yanında Almanya bu açıkları karşılıyordu. Birçok ekonomist bu
hızlı ve güvenli gelişmenin sırrını açıklamak için teori üzerine teori
geliştiriyordu. Japon sermayesi yatırımlarında ülke sınırlarını aşmış, dünyanın
başka yerlerinde yatırımlarda bulunmaktaydı.
Örneğin Amerika’nın en büyük otomobil
üretim firmalarından hisse senedi alıyorlar, dünyanın en büyük alışveriş
merkezi olan New York’taki Rockfeller Center’ın tapusunu adlarına çeviriyorlardı.
İşte bu derece büyüyen efsunlu dev, 1995’ten sonra ilk önce banker ve banka
iflasları ile sarsıldı. “Canım nasıl olsa kurtulur” dilek ve tanıları da
sökmedi, o yıllardan bu yana her yıl küçülüyor, büyüme hep negatifte. 2003’te
binde 5 oranında küçüleceği, iyimser tahminlerde belirtiliyor. Yıllardan beri
ülkeye gelen hükümetler neoliberalizmin reçetelerini yazıp uyguluyorlar. Ama
üfürükçü nefesi kadar bile çare olamıyor bu reçeteler. On yıla yaklaşan bu
duraklama ve gerileme iki bakımdan önemli. Birincisi neoliberal reçetelerle bu
yönteme göre işleyen ekonomilerin tekerlerine taş gelemeyeceği, büyümenin zaman
zaman yavaşlasa da bu ülkelerde sonsuza kadar süreceği yolunda son derece
itibarlı ekonomistlerin, enstitülerin uydurduğu masallar kamuoyunda etkisini
yitirdi. İkincisi ve daha önemlisi, aslında Japon ekonomik bunalımı; Japonya
ekonomisi açısından çareler bulundukça kapitalist ekonominin en büyüğü (ülke ve
önem olarak) yıkıma gideceğinin açıkça görülüyor olması. Çünkü, Japonya’da on
yıl süren bunalım üretilen ürünlere ülke içinde pazar bulunmayışı sonucu.
Aslında bu hastalığa Japonya açısından çare var. Japonya yapacağı bir
develüasyonla buna karşı çıkabilir. Yapılacak bu develüasyonla, stok fazlası
erir ve yeniden üretim artışı sağlanabilir. Ancak bu develüasyon, Japonya ile
aynı tip malları ihraç eden ABD ekonomisini esaslı biçimde yaralar. Bu ise
zaten dış ticaretinde yılda 500 milyar dolar açık veren ABD milli ekonomisini
hatta belki de çökertebilir. Örneğin bir Japon yeni develüasyonundan sonra ABD
dışarıya belki de bir tek otomobil satamaz. ABD’nin ekonomik yapısını bilenler
bunun ABD için ne anlama geleceğini çok iyi değerlendirebilir. En iyi
değerlendirenlerden birisi ise zamanın ABD Cumhurbaşkanı Clinton olmuştur.
Clinton bir yıl içinde sadece kendisi Japonya’ya üç defa (ABD tarihinde hiçbir
zaman Amerikan Cumhurbaşkanı bir ülkeye aynı yıl içinde üç ziyarette
bulunmamıştır) giderek, ilaç olarak ilk akla gelebilecek olan Japon parasının
devalüe edilmemesi yolunda ağır baskıda bulunmuştur. Basketteki deyimle,
uygulanan bu “tam saha pres” sonucu Japon yöneticiler bu yolu adeta kafalarının
en ulaşılmaz yerine gömmek zorunda kalmışlardır. Ancak Japon ekonomisindeki bu
kriz sürüyor; doğal ki, saatli bir bomba gibi Japon Yeni devalüasyonu tehlikesi
de. Japon krizi böyle sürerse bu ülke “ölmemek için öldür” formülünü her zaman
uygulayabilir. Diyelim ki bunu yapmadı. Krizden asla kurtulamaz. Kapitalist
dünyanın bu dört trilyon dolarlık milli geliriyle ikinci sırayı tutan ülkesi
onarılamaz bir dertle hastadır.
Amerikan ekonomisinin tek derdi bu
olası saatli bomba patlaması da değildir. Bu kapitalist blokun başı ayrıca
kendi yapısından gelen dertler sonucu ölümcül biçimde zayıflama sürecine
girmiştir. Borsalarda hisse senetleri hızla düşmektedir. Bir yatırımcı 1999’da
1000 dolara alabileceği bir hisse senedini bugün ABD borsalarında sadece 300
dolara satın alabilir. Aslında Amerikan iş dünyası mal alım satımlarından doğal
nakit fazlasını artık yatırımlara değil borç faiz ve taksitlerine yatırarak
ayakta kalabiliyor. ABD’de firma kârlarının (daha doğru deyimle nakit
fazlasının) yüzde 15’i ABD içinden ve dışından alınmış borç faizlerine gidiyor.
Yani ortalama olarak yüzde 15 “finansman giderleri dışındaki kâr” ancak borç
faiz ve taksitlerini ödemeye yetiyor. Artık ABD ekonomisinin yürütücülüğü,
Shumpeter’in göklere çıkardığı girişim sahibinden para sahibine geçmiştir.
Marx’ın Kapital’inin 3. cildindeki “Faiz Getiren Sermaye”nin tefeci faizcileri,
dünya ekonomisinin dizginlerini ellerine geçirmişlerdir. 1990’larda ABD ekonomi
basınının güvendiği bağımlı veya bağımsız yatırımcının borsalardan hisse senedi
ve tahvil alarak ekonomiyi beslemesi mekanizması ise son yıllarda çöküş
halindedir. Borsalardan ekonomik girişimcilere akan fonlar 1999’da üç birim ise
bugün bu bir birime düşmüştür. Yine 1990’larda sistemin kurtarıcısı olacağı
düşünülen şirket birleşme ve evliliklerinin de yıldızı sönmüştür. 2000 yılında
3,5 trilyonu bulan bu çeşit birleşme ve evliliklerin hacmi 1 trilyon dolar
civarına düşmüştür. Amerikalılar da tıpkı Japonlar gibi bu kötü gidişe karşı
neoliberal ekonominin örgütlediği çeşitli reçeteleriyle karşı çıktılar.
Faizleri yüzde 6’dan yüzde 1’e kadar indirdiler (Japonlar sıfıra indirmişlerdi)
olmadı. Nüfuzlarının geçtiği ülkelere baskı yapıp gümrüklerini indirttiler,
olmadı. Fakir ve hastalara yardımları azaltmak istediler, yapamadılar. Tarım
kesimine verilen kamu desteğini azaltmak istediler, yapamadılar. (Dikkat edin
kendi halklarına kabul ettiremedikleri sömürü ve fakirleştirmeyi bizim gibi
ülkelere dayatarak kabul ettirdiler.)
Amerikan ekonomisi gün geçtikçe
yaşaması için esas olan şeyleri artan bir hızla yitiriyor. Neleri yitirdiğini
ve ne yapsa kurtulamayacağını gelecek yazıda göreceğiz.
SON BİNYILIN EN BÜYÜK DÜŞÜNÜRÜ: KARL MARKS 3
Aslan Başer Kafaoğlu
ABD ekonomisi, özellikle 2000 yılından
bu yana dışarıdan gözlenen bütün parlaklığını yitirmiştir. Artık borsalarda
eskiden dışarıdaki yatırımcılara pek parlak gelen durumu yok.
ABD EKONOMİSİ GELECEĞİNİ YEDİ
1999’dan bu yana gerek eski ekonomi
firmalarının hisse senetlerinin kote bulunduğu Dow Jones endeksi ve gerekse on
yıldır roket gibi atılımlar kaydeden yeni ekonomi (bilgisayar ve iletişim)
firmalarının hisse senetlerinin yer aldığı Nasdaque endekslerinde hızlı
düşüşler görülmekte ve bu düşüşler artık kaçınılmaz sayılmaktadır. ABD
ekonomisinin hızlı yıllarında o hayranlıkla seyredilen yükselişlerde aslında
geleceğini yediği artık iyice anlaşılıyor. O dönemde ABD firmaları
bilançolarını şişirmişler, olduğundan çok daha kârlı göstermiş, Yeminli Denetim
firmaları da bu toplu sahteciliği onaylamışlardır. Bu sahte yüksek kârlılığa
aldanan dış yatırımcılar (özellikle Avrupalı ve Japon), ellerindeki fonları
Amerika’nın şişirilmiş (teknik deyimle “köpüklü”) menkul kıymet borsalarından
aslında zararlı, hatta borca batıklığı sahtecilikle gizlenmiş Amerikan
şirketlerine yatırmışlardır. Yutturmaca yollarla dış ülkelerden fon sağlanması
bir yandan borca batık firmaları kısa sürede iflastan kurtarırken, öte yandan
firma kârlarının sadece borç faizlerini ödemeye yeterli düzeye düşürmüştür.
SONU GETİREN DARALMA
İşte 80’li ve 90’lı yıllarda
geleceklerini yiyerek sürdürdükleri bu ballı dönem onları sahtekârlıkların
meydana çıkmasıyla birden bire sonuna getirmiştir. Marx’ın saptadığı gibi,
Amerikan firmaları kapitalist üretimin en önemli koşulu olan yatırımları
artırabilme yetilerini yitirmişlerdir. Ayrıca borçla harçla yürüttükleri
çalışmalarında rakipleriyle yarışamaz bir üretim yapısı içine düştüler. Böylece
pazar kaybına uğradılar. Dış ticarette ABD gitgide açık rekorları kırdı. Bu
açıklar gitgide büyümekte, yani özel firmaların dayanılmaz borç yükünü daha da
artırıyor. Böylece ABD firmalarının açmazı daha da çetinleşiyor. Geçmiş yıllarda
bunu karşılamak için başvurulan kaynaklar gitgide kuruyor. Örneğin 1999’da
firmalar hisse senedi çıkartarak önemli dış kaynak sağlayıp, bunları borç
ödemede kullanabilirken, 2002 yılında yurtiçinden bu yolla elde edilen
kaynaklar üçte bir düzeyine düşecek kadar eksilmiştir.
Doğal ki ABD ekonomisi daraldıkça,
zaten bitik durumdaki Japon ekonomisi yanında eski performansını yitiren
kapitalist ekonominin üçüncü ayağı Batı Avrupa ekonomilerinin de sallanmasına
yol açmaktadır.
KAPİTALİST EKONOMİYE İNANÇ ZAYIFLIYOR
Kısaca, kapitalist ekonominin kendini
kurtarmak için girdiği çeşitli yollar ve aldatmacalar da kurtuluşa yetmiyor.
Daha da önde gelen bir gözlem, kapitalist dünyanın içinde bulunanların serbest
piyasa dedikleri bu düzene inançlarını yitirmiş olmasıdır. Kapitalist ülkeler
medyasında ve sokaktaki adamın kafasında kapitalist ekonomi hakkında eski güven
tamamen silinmese bile son derece zayıflamıştır. Kapitalist ekonomi için bitmez
tükenmez kaynak oluşturacağına inanılan borsa ve banka sistemleri çöküyor.
1980’lerde ve hele 1990’larda artık
Marks’ın düşüncesinin çöktüğü yolunda sayısız yazı ve kitap yazıldı. Karşıda
sosyalist bir hasım ekonomisi kalmayan kapitalizm için sonsuza kadar sürecek
bir yol açıldığı yazılmaya başladı. Ama bütün bu tanı ve yayınlar, Marx’ın
kapitalizmin bir zaman parçasının ekonomik sistemi olduğu ve koşullar
oluştuğunda yıkılacağı yolundaki öngörüsünün gelişmesini önleyemedi.
KAPİTALİZMİN YIKILIŞI MARKS’IN
ÖNGÖRDÜĞÜ ÇİZGİDE
Kapitalist ekonominin son sığındığı
teori sayılan neo-liberal öğretinin yazdığı reçeteler onu artık kurtaramıyor.
Bunu Marks daha 19. yüzyıl sonlarına gelinmeden matematik bir kesinlikle
belirlemişti. Kapitalizmin yıkılışı tam da Marks’ın öngördüğü çizgi üzerinde
oluştu. Kapitalin artışı, kapitalizmin yönlendirici ana çizgi olması hep
görüldü. Marks, işletmelere konan kapital artarken, sabit kapitalin “mütedavil”
denilen ve büyük kısmı işçi ücretlerine giden kısımdan çok daha hızlı
büyüyeceğini kanıtlamıştı. İşte bu temel eğilim, kapitalizmi üretime pazar bulamama
riskiyle karşı karşıya bırakacaktı. Üretim olanaklarının, pazar olanaklarının
çok üstünde artışı kapitalizmi yıkım yoluna götürdü.
Kapitalizm, bunalımı aşmak için yapay
yollarla (reklamları artırma, enflasyon, kredi kartları, küreselleşme
zorlamaları, daha önceleri silah harcamaları ve tütün-uyuşturucu gibi malların
satışını artırarak pazarı genişletme) ve üretimin dışındaki mekanizmalarla
insanlığa karşı yöntemlere başvurmaktan çekinmedi. Böylece ömrünü uzatan
kapitalizmi artık hiçbir önlem kurtaramaz.
______________________________________
(*) Bu yazı 3 bölüm olarak aydınlık dergisinde, 2004 ya da 2005'in kış aylarında, Hoca'nın ölümü üzerine de Bilim ve Gelecek Dergisi'nin Eylül 2011 sayısında yeniden, yayınlanmıştır.
Gazete Duvar'da Fikret Başkaya'nın 06/08/2017 tarihinde hocanın geleceğe ilişkin tahminlerinin çıktığını doğrulayan bir yazısı yayınlandı:
http://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2017/08/06/kriz-degil-cokus/
Gazete Duvar'da Fikret Başkaya'nın 06/08/2017 tarihinde hocanın geleceğe ilişkin tahminlerinin çıktığını doğrulayan bir yazısı yayınlandı:
http://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2017/08/06/kriz-degil-cokus/
Kriz değil, çöküş...
Artık kapitalizm tarihsel sınırına dayanmış bulunuyor. Büyük insanlığa teklif edeceği bir şey yok, dolayısıyla insanları aldatma-oyalama, başka türlü söylersek, meşruiyet üretme yeteneği aşınmış bulunuyor. Zira her seferinde çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor... Eğer bundan böyle hala krizden söz edilecekse, en azından "kapitalizmin nihai krizi" demek gerekecek!
Fikret Başkaya
http://cdn.media.gazeteduvar.com/2017/08/f736.jpg
Kapitalizm, İkinci emperyalist savaşın (1939-1945) ardından yaklaşık 30 yıl sürecek bir yükselme dönemine girdi. Kâr oranları, verimlilik ve üretimde önemli artışlar kaydedildi. Bu döneme Fransız iktisatçıları “Şanlı Otuzlar” diyecekti. Fakat balayı uzun süremezdi, zira krizler kapitalizmin mantığına ve işleyişine uygundur. Kapitalizm krizsiz yapamaz, yağmur bulutta ne kadar içerilmişse, kriz de kapitalizmde o kadar mündemiçtir. 1970’li yılların ortalarından itibaren (1974-75) kriz, tüm emperyalist ülkeleri yeniden etkisi altına aldı ve tüm dünyayı kapsar hale geldi.
Krize, petrol krizi dediler. Hızını alamayan ırkçılar, krizi Arapların peydahladığını söyleyecek kadar ileri gittiler. Başka türlü söylersek, krizin “dışsal”, arizî bir şey olduğu söylendi. Oysa, ortalama kâr oranı, verimlilik ve üretimde önemli düşüşler söz konusuydu, sistem genişleme döneminin sonuna dayanmıştı. Velhasıl kapitalist dünya sistemi yapısal krize girmişti, veya aynı anlama gelmek üzere kriz, yeni bir uzun dalganın, yeni bir uzun durgunluk döneminin habercisiydi…
Sermaye sınıfı kâr oranlarını restore etmek üzere, savaş sonrası dönemin tüm kazanımlarına savaş ilan etti ve ünlü neoliberal sosyal ve ekonomik politikalar dayatıldı. “Sosyal devleti” aşındırmak üzere kapsamlı bir saldırıya geçilmişti. Sendikalar etkisizleştirildi, reel ücretler düşürüldü, sermayeden alınan vergiler azaltıldı, sosyal harcamalar kısıldı, özelleştirmeler dayatıldı, sermayenin hareketini kısıtlayan tüm düzenlemeler tasfiye edildi ve buna, liberalizasyon (serbestleştirme) dendi. Devletin yapısı ve işleyişi sermayenin tek yanlı çıkarını gözetecek şekilde yeniden dizayn edildi. Ama söylem farklıydı. Devleti küçültmekten söz ediliyordu oysa asıl amaç sermayeyi büyütmekti. Buna da “déreglemantasyon (kuralsızlaştırma) dendi. Kamuya ait olan, toplumun ortak kullanımına sunulmuş ne varsa özelleştirildi.
Özelleştirmeden sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri… velhasıl hiç bir şey muaf değildi. Metalaştırılmamış, paralılaştırılmamış, soysuzlaşmamış hiç bir şey bırakılmadı. Dönemin üç sloganı: liberalizasyon, deregülasyon ve privatizasyondu (özelleştirme).
Bir de kaydırma (delokalizasyon) yoluna gidildi. Emperyalist merkezlerdeki kapitalist işletmeler ‘ucuz işçi cenneti’ denilen, ücretlerin ve sermayeden alınan vergilerin çok düşük, çevre koruma mevzuatının da pek olmadığı azgelişmiş ülkelere [Çevre’ye] kaydırıldı. Fakat sermayeden alınan vergilerin düşürülmesi de yeterli görülmemiş olacak ki, sermaye “vergi cennetlerinin” yolunu tuttu. Esasen bir tür “kolonizasyon” söz konusuydu. Sermayenin bu kapsamlı saldırısına, Sovyet sisteminin çöktüğü 1989-1990 sonrasında küreselleşme denilecekti. Aslında emperyalist saldırı dememek için bir edab-ı kelam yapılmıştı…
Geride kalan dönemde sermaye kâr oranlarını büyük ölçüde restore etmeyi başarsa da, verimlilik ve üretim artışı bahsinde sürekli olarak tökezlemeye devam etti… Kâr oranlarındaki artış, ücretlerin bastırılmasının, başka türlü söylersek, sömürü oranının yükseltilmesinin sonucuydu… Ve en kapsamlısı 2007-2008’de olmak üzere, neoliberal denilen 1980 sonrası dönemde irili-ufaklı 10 kriz yaşandı ve sistem patinaj yapmaya devam ediyor. Dayatılan neoliberal politikalar sistemi “rayına oturtmakta” yeterli olamadı. Üstelik ilaç hastalığın nedeni haline geldi! Sistem hayli zamandır, düşük büyüme, aşırı gelir dağılımı dengesizliği ve aşırı borçlanma ve derinleşen doğal çevre tahribatı temelinde yol alıyor, daha doğrusu yol alamıyor. Ve artık sistemin mantığı dahilinde bir çıkış yolu da görünmüyor.
Lâkin, mevcut durumu artık “kriz” kelimesiyle ifade etmek uygun değil. Zira kriz, normal durumdan bir sapma demeye gelse de, normale dönüşü de ima eder. Velhasıl, geçici bir duruma gönderme yapar. Bu yüzden kapitalist dünya sisteminin içinde bulunduğu durumu çöküş kavramı daha iyi karşılıyor. Artık kapitalizm tarihsel sınırına dayanmış bulunuyor. Büyük insanlığa teklif edeceği bir şey yok, dolayısıyla insanları aldatma-oyalama, başka türlü söylersek, meşruiyet üretme yeteneği aşınmış bulunuyor. Zira her seferinde çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor. Eğer bundan böyle hala krizden söz edilecekse, en azından “kapitalizmin nihai krizi” demek gerekecek!
O halde sadede gelebiliriz. Neden böyle oldu? “Ücretli kölelik sistemi” neden patinaj yapıyor? Neden yolun sonuna gelindi? Neden sistemin sorun çözme yeteneği aşınmış durumda? Avusturya kökenli Amerikalı iktisatçı Joseph Schumpeter, kapitalizmin “bir yaratıcı yıkıcılık sistemi” olduğunu söylemişti… Görünen o ki, artık kapitalist sistem yaratıcı yıkıcılık değil, tam bir “yıkıcı yıkıcılığa” dönüşmüş bulunuyor. Zira, her seferinde çözdüğündün daha çok sorun üretmeden, sorunları azdırmadan yol alamıyor, Yaptığından daha çoğunu bozmadan, var olan sorunları azdırıp yenilerini peydahlamadan edemiyor…
O halde neden böyle oldu? Böyle bir tablonun, böylesi bir sonucun, başka türlü söylersek, bir sürdürülemezlik durumunun ortaya çıkmasının başlıca iki nedeninden söz edebiliriz. Bunlardan birincisi, doğrudan kapitalizmin mantığını, işleyişini ve temel eğilimlerini angaje ediyor. Bu bakımdan kapitalizm bizzat kendi sınırına dayanmış bulunuyor; İkincisi, kapitalist işleyiş, doğaya ve insana zarar vermeden yol alamıyor. Şimdilerde “ekolojik sorun” denilenin gerisinde kapitalizmin bu kör mantığı yatıyor. Ve kapitalizm, kendi dışındaki bir sınıra, ekolojik sınıra da dayanmış bulunuyor…
KAPİTALİZM VAHŞİ REKABETLE ÇALIŞIR
Kapitalizmin kendisiyle ilgili çelişkiyi kısaca şöyle özetleyebiliriz: Kapitalizm çılgın rekabete, vahşi rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir. Rekabet, üretim tekniklerini sürekli yenilemeyi, geliştirmeyi, bu günün revaçta tabiriyle inovasyonu zorluyor. Her seferinde makina daha çok işçiyi işinden ediyor. Zaten kapitalizmin tarihi bir bakıma makinanın işçinin yerini almasının tarihidir. Lâkin bir sorun var: makina yeni değer üretmez, robot yeni değer/fazla değer üretmez. Değeri sadece ve sadece canlı emek, eti-kemiği olan insan/işçi üretebilir. Makina/robot daha önce canlı emek tarafından üretilmiş, makinada dondurulmuş değeri yeni ürüne aktarır.
O zaman şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer makina yeni değer, fazla değer yaratmıyorsa, kapitalist, işçiyi makina ile neden ikame etsin? Makina daha hızlı ve daha çok üretmeye imkân verdiği için! Böylece en ileri teknikleri öncelikle üretim sürecine sokmayı başaran kapitalistler, rakipleri karşısında avantajlı duruma geliyorlar, pazar paylarını, dolayısıyla kârı yükseltmeyi, toplam artı-değer kütlesinden daha fazla pay kapmayı başarıyorlar.
KAPİTALİZM YATAY VE DİKEY GENİŞLİYOR
Fakat bir sorun var: Makina/robot Coca-Cola içmez. Milyonlarca işçinin yerini alıyor ama milyonlarca işçinin satın alma gücünü de yok ediyor. Marksist bir tabiri kullanmak gerekirse, bir realizasyon sorunu veya üretilenin satılmama sorunu ortaya çıkıyor. Günlük dildeki talep yetersizliği… Zira realizasyon ancak satışla gerçekleşir… Makina/robot değer yaratmadığına göre, bu her ileri aşamada daha az değer üretildiği anlamına gelir. Velhasıl sistem temelli bir çelişkiyle malûldür… Bir fikir vermek için, eğer, iletişim ve enformasyon teknolojileri bu günkü tempoyla gelişmeye ve kullanılmaya devam ederse, önümüzdeki 10-20 yılda, halen çalışan her iki işçiden/çalışandan birinin işini kaybedip, “işsizler ordusuna” katılması kimseyi şaşırtmasın…
İkincisi, kapitalizm yatay ve dikey genişliyor. Daha önce kapitalist ilişkilerin hakim olmadığı alanlara doğru genişliyor, etkisi altına alıyor, dönüştürüyor. Bir de daha önce kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu yerde dikey olarak derinleşiyor. Şimdilerde bu iki genişleme alanı da önemini kaybetmiş bulunuyor. İki alanda da sınıra ulaşıldı…
Kapitalizm sınırsız üretim dinamiğine sahip, lâkin bu dünyanın kaynakları sınırlı. Ve belirli bir eşik aşıldığında, kaynaklar kıtlaşıyor, tükeniyor. Bir şey daha var: kapitalist işleyiş, doğaya verilen zararları dikkate almıyor. Burjuva iktisatçıları buna “dışsal ekonomiler” diyor ama öyle pek de dışsal olmadığı şimdilerde anlaşılmış bulunuyor. Atmosfer ısınıyor, bir bütün olarak ekolojik denge bozuluyor, okyanuslar tuzlanıyor, canlı türleri ve biyolojik çeşitlilik yok oluyor, su, toprak, hava kirleniyor, tatlı sular azalıyor, başta enerji kaynakları ve stratejik madenler olmak üzere, üretim için vazgeçilmez doğal kaynaklar kıtlaşıyor, her seferinde enerji üretimi pahalanıyor… Artık sistem tam bir krizler sarmalına hapsolmuş durumda…
İşte, ekonomik kriz, finansal kriz, iklim krizi, enerji krizi, politik kriz, jeopolitik kriz, gıda krizi, sosyal kriz, etik krizi, vb…. Üstelik bu krizlerin her biri de bir diğerini ve/veya diğerlerini azdırmak koşuluyla. Mesela, iklim krizi fosil yakıtların aşırı kullanılmasının sonucu. Atmosferin ısınmasını durdurmak için fosil yakıtları toprağın altında tutmak gerekiyor. Lâkin petrol, sistemin damarlarında dolaşan kan, dolayısıyla öyle bir şeye, muazzam bir ekonomik krizi, daha doğrusu yıkımı göze almadan tevessül etmek mümkün değil. Sanıldığı gibi kısa ve orta vadede petrole/doğalgaza/kömüre bir alternatif üretmek de mümkün değil…
Nobel ödülü sahibi de olan, Rus kimyager-fizikçi Ilya Prigogine, “Eğer bir kimyasal, biyolojik veya sosyal sistem, genel denge durumundan fazlaca saparsa ve bu sıklıkla tekrarlanırsa, artık bir daha sistem yapamaz” diyor. Şimdilerde kapitalist dünya sisteminin manzarası tam da öyle… Artık sistemin mantığı dahilinde düzlüğe çıkma imkânı yok. Bir çöküş hali söz konusu. Çöküş kaçınılmaz.
Eğer öyleyse, büyük insanlık için iki seçenek var demektir: 1. Bu çöküşün altında kalmak; 2. Aklını başına almak, sürece müdahale etmek, aracın direksiyonunu sola kırmak, insanlığın yegane vazgeçilmez ufku olan sosyalizme, komünizme giden yolu aralamak… Kimse kendini aldatmasın, bu ikisi arasında bir orta yol yok! Gerçi barbarlıkla sosyalizm dışında bir seçenek yok ama “Büyük İnsanlık” elini çabuk tutmazsa, insanlığın bir geleceği de olmayabilir… İnsanlık ve uygarlık kritik eşiğe gelip dayandığına göre, bundan sonra şeylerin seyri, Büyük İnsanlığın ve onların safındaki entellektüellerin basiretine bağlı olacak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder