24 Kasım 2007 Cumartesi

"Mutlak Hakikat" kavramı ve Anadolu Tasavvufu

Yunus Emre
(Y.Büyükerşen)

ARİSTOKRAT ORTAÇAĞIN “MUTLAK HAKİKAT” KAVRAMI
VE ANADOLU TASAVVUFU’NUN BAŞKALDIRISI[1]

Ömer Tuncer

Ne “tasavvuf” ne de tarihte yaşanmış herhangi bir başka sosyo-kültürel yapı, inanç dizgesi olsun, yönetsel bir bakış olsun, ütopya olsun, başka sosyo-kültürel yapılanmalardan bağımsız değildir. İstesek de istemesek de “var”lıkları bir akışın parçası olmaya bağlıdır. Varlığını gerektirecek gereksemeler ve altını dolduracak başka yapılar ortaya çıkmadan hiç bir sosyo-kültürel yapı gökten zembille inmez, Cennetteki Tuba ağacı değildir, çürümekte olan başka bir yapılanmanın içine köklenmeden ve özsuyunu oradan almadan yaşayamaz.

Doğal olarak bütün sosyal, düşünsel, sanatsal yapılar, içinden özsuyunu aldığı, sosyo-kültürel ortamla birlikte anlamlıdır. Yani bütün sosyo-kültürel yapılanmalar, yapay değillerse, yapısı gereği, başkaldırı potansiyeli taşır.

“Yapay değillerse” dedim. Çünkü bütün sosyo-kültürel yapılanmaların oluşumu sırasında iki nedenle karşıtları, yani yapay benzerleri de oluşur. Biri doğaldır. Hiç bir yeni oluşum, karşıtı olmadan ortaya çıkmaz. Bulutun alt yüzeyinde yıldırımı oluşturacak olan pozitif enerjinin birikebilmesi için bulutun üst yüzeyinde ona eşit negatif enerjinin ortaya çıkması gibi bir şey... Yani evrende bulunan her şey, zıddıyla birlikte vardır. Sosyo-kültürel oluşumlar da bu evrenin dışında değildir, onlar da zıddıyla birlikte var olur.
İşte bu zıtlık, yeni sosyo-kültürel yapılanmanın köklerini içine saldığı çürümekte olan eski sosyo-kültürel yapılanmanın işine yarar ve yaşamayı sürdürme güdüsüyle, yeni yapılanmanın zıt-benzerlerini oluşturması biçiminde gerçekleşir.

Aristokrat sosyal sınıfın kültür ortamı, “statik”i, “duragan”ı, “değişmeyen”i, yani “mutlak hakikat”i arayan düşünsel bir yapıdır. Bu yapıya göre, “Mutlak hakikat” bizim dışımızda, bizden bağımsız olarak “var”dır. İnsanoğlu’na yalnızca onu bulmak kalır. Ama, “Mutlak hakikat”, insanoğlunun öyle tümüyle ulaşabileceği bir şey değildir. Aklı bunun için yeterli olmaz. “Mutlak hakikat” bütünüyle ancak yaratıcısı olan, yüce varlık tarafından bilinebilir. Yüce varlık, aynı zamanda “mutlak hakikat”in kendisidir de...
Bu yüce yaratıcı, insanoğlunun “mutlak hakikat”i bütünüyle bilemeyeceğini de kendiliğinden bildiği için (çünkü onun herhangi bir şeyi öğrenmesine gerek yoktur) zaman zaman insanların arasına insanoğlu kılığında iner, zaman zaman da elçiler gönderir ve “mutlak hakikat”ten insanoğluna, anlayabileceği kadarının aktarılmasını sağlar.

“Mutlak hakikat”i kavramak, aynı zamanda “yüce yaratıcı”nın kendisini de kavramış olmak demektir.

Aristokrat sosyal sınıfın temel düşünsel yapısı budur. Sümerler, Mısırlılar, Hititler’de ve antik Anadolu’da egemen olan bu kültürel yapı, Ortaçağ’da baskıcı karakteriyle doruğa ulaşır. Artık her şeyi bu temel düşünsel yapıdan türetebilirsiniz:

  • Bir resim mi yapacaksınız? Duraganlığın resmi olacaktır.
  • Siz mi kimsiniz? Doğaldır ki “yüce yaratıcı”nın kulusunuz?
  • Yeni bir kamu alanı mı inşa edilecek? Doğaldır ki yüceliği anlatacak.
  • Bir gelenek mi oluşacak? “Yüce yaratıcı”nın yaratım süreciyle başlayacak.
  • Şiir mi yazılacak? “Mutlak hakikat”e yönelik olacak...

ÖLÜM İÇİN DUA

Ölüm gözlerimde bugün;
İyileşmiş bir hasta adam,
Eğilmiş de uzaklara yürüyormuş gibi.

Ölüm gözlerimde bugün;
Öd ağacı kokmuş gibi,
Yelkeni altına oturmuş gibi meltemli bir gün bir kayığın.

Ölüm gözlerimde bugün;
Sanki nilüferler kokuyor;
Sahilinde oturmuşum sanki sarhoşluğun.

Ölüm gözlerimde bugün;
Bir peçe kalkarmış gibi gökyüzünden,
Kişi o bildiği amaca erermiş gibi.

Ölüm gözlerimde bugün;
İnsanın göreceği gelmiş gibi yuvasını,
Yıllarca süren bir tutsaklıktan sonra.

Eski bir Mısır Şiiri
Tercüme Dergisi 34-36, Mart 1946
Çev: Bülent Ecevit

Anadolu Tasavvufunun oluştuğu 13. yy'a biraz yakından baktığımızda Tasavvufun ilkin, “mutlak hakikatin aranması”na karşı bir antitez olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Anadolu toplumunda aynı dönemde dünyevi ve akışkan (dinamik) bir kültürel yapılanmanın da filizlenmeye başladığını ve tasavvufu bu filizlerin oluşturduğunu görüyoruz. Bu, bir Türkmen yapılanmasıdır.

Ahi Evren Şeyh Nasiru'd-Din Mahmud bin Ahmed el Hoyî (bildiğimiz Nasrettin Hoca - ki 'Hace Nasiru'd-Din'dir - bkz: "Nasrettin Hoca, Mevlânâ'nın düşmanı Ahî Evren'le aynı kişi mi?" - Ömer Tuncer / Bilim ve Ütopya sayı:100 Ekim 2002, s:90) Yunus'u, Hacı Bektaş'ı (“Hace Bektaş” biçimindeki söyleniş daha doğru olmalıdır), Aşık Paşa'yı ve Mevlana'yı doğuran işte bu ortamdır.

Bir tek Mevlânâ, Selçuklu Aristokrasisinden, kurulu düzeninden, dolayısıyla Moğollardan yana siyasi tavır içindedir. Şeyh Nasiru'd-Din Mahmud, Ahî örgütlenmesiyle Moğollara karşı direnir. Prof. Mikâil Bayram'ın (Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fk.Tarih Bölümü Başkanı) çeşitli yazılarında, bildirilerinde ve kitaplarında bu ayrıntıları bulabiliyoruz. Mevlevilik, yani sünnî tasavvufun (ne denli "tasavvuf" olduğu tartışmalıdır) Ahîlere karşı Selçuklu Aristokrasisinden yana bir anti-tez olduğu anlaşılıyor.

Bütün bunlara bakınca, Aristokrat kültürün temel taşı olan "mutlak hakikat" kavramına karşı, en güçlüsü Şeyh Nasiru'd-Din Mahmud'ta olmak üzere, Yunus Emre'de, Hace Bektaş'ta, Aşık Paşa'da, bir kuşku, bir güvensizlik sezilmeye başlanmasının gerektiğini anlayabiliriz:

(...)Habs içinde ölmeyeyim deyü aç
Mısmıl u murdar yedim bir-iki kaç

Nesne eksildî mi mülkünden senin?
Geçti mi hükmüm ye hükmünden senin?

Rızkını yeyip seni aç mı kodum?
Ye yeyip öynünü muhtaç mı kodum?(...)

Yunus Emre
(“Münâcât”tan)


Onların anti-tezi olarak Mevlânâ'da da aynı konuda bir sertleşme olmalıdır.
Ve olmuştur. O denli olmuştur ki herkese "kim olursan ol" diye talkın verip duran hazret, Şeyh Nasiru'd Din ile birlik olduğu için, Şems'in öldürülmesinden sonra birlikte Kırşehir'e çekilmiş olan oğlu Ala'üd Din Çelebi'nin de Kırşehir'in Selçuklu emiri Nur’ud-Din Caca tarafından öldürülmesine ruhsat vermiştir. Ardından Konya'ya getirilen cenazenin namazını kıldırmayı da reddetmiştir!..

Mevlânâ ve Mevleviler bir tasavvuf yolu olarak, "Seyr-i Sülûk-i Enfusi / Ruhun Öznel (içsel) yolculuğu"nu seçmiş, Allah’(hakikat, değişmezlik)ı kendi yüreğinde (içinde, öz-benliğinde) aramış ve bütün özdek (maddî) evrenini dışlamıştır (Plotinos'un katmanlı yapısının ve alttan da üstten de "madde"yi kıstıran "bir"in etkisi)... Daha sonra bütün sünnî tasavvuf(?) bu etkiyle ortaya çıkacaktır.

Türkmenlerin yolu, önce Babailik, hemen ardından da Ahîlik olarak ortaya çıkacak, 1265’te Ankara ve 1299’da Osmanlı Devletini, dünyada ilk kez "Aristokrat olmayan" yapılanma ile kuracaktır.

II.Mehmed'le doruğuna ulaşan aristokrat karşı-devrimiyle yok edildikten sonra Kızılbaşlık (Bektaşilik ve sonradan Alevilik) olarak yaşamını sürdürecek olan Babai kökenli Türkmenler ise, kendilerini Allah'ın yerine (yani evrenin merkezine) koyup çevrelerine de bir göz atmayı seçecekler, Allah'ı (hakikati) kendileri de dahil, bütün evrende arayacaklardır -Seyr-i Sülûk-i Âfâkî / Ruhun Nesnel (dışsal) yolculuğu-. Bu "hakikat", evrendeki maddeye de dayanan bir hakikattir.

“(...) Cisim ortadan kalkarsa ne ruhtan ne ruh gibi olandan eser kalır. (...) İnsan vücudu belki Hakk’tı, belki de ruh’tu. Yani ruhun cisimden ayrı olduğu doğru değildir.”

Şeyh Bedrettin / “Vâridat”, s:91
Haz: Vecihi Timuroğlu, Türkiye Yazıları,
Birinci Basım, Ank. 1979

Ve Allah (hakikat) evrendeki her şeyde aranır. Bu "hakikat" maddeyi de içermektedir bu nedenle de "mutlak", yani değişmez değildir.

Bu durumuyla insanoğlu, “kul” olmaktan kurtulmakta, tanrılaşmakta ve “birey” olmaya doğru yol almaya başlamaktadır.

Nitekim ben beni bildim yakın bil ki Hakk’ı buldum
Korkum onu buluncaydı şimdi korkudan kurtuldum

Ben kimseden korkımazam ya bir zerre kayırmazam
Ben şimdi kimden korkayım koktuğum ile bir oldum

Azrâil gelmez yanıma sorucu gelmez sinime
Bunlar benden ne sorarlar onu sorduran ben oldum(...)

Yunus’a Hakk açtı kapı Yunus Hakk’a kılar tapı
Benim işim devlet bâkî ben kul iken sultan oldum

Yunus Emre

İnsanoğlunun “kul” iken “sultan” olmasının kendine özgü bir yolu vardır:

(...)Şeriat tarıykat yoldur varana
Hakıykat ma’rifet ondan içeri(...)

Yunus Emre

Dört kapı kuramı, bu yolu anlatır. İnsanoğlu, insan olmak için dört kapıdan geçmelidir. Bunlar "Şeriat", "Tarikat", "Marifet" ve "Hakikat" kapılarıdır.

(...)Evvel kapı şeriat emri nehyi bildirir
Yuya günahlarını herbir Kur’an hecesi

İkincisi tarıykat kulluğa bel bağlaya
Yolu doğru varanı yarlığaya hocası

Üçüncüsü ma’rifet can gönül gözün açar
Bu ma’ni sarayının arşa değin yücesi

Dördüncüsü hakıykat ere eksik bakmaya
Bayram ola gündüzü Kadir ola gecesi(...)

Yunus Emre

Dikkat edilirse Yunus, ilk üç kapıda neler olacağını bize anlatmakla birlikte Hakıykat kapısında neler olacağını anlatmıyor. İnsanın eksikliğinin anlaşıldığı bir kapı olduğunu söylüyor ve “Gündüzü Bayram, Gecesi Kadir” demekle yetiniyor.

Ancak başka bazı şiirlerinde bütün sûfiler gibi onun da Hakıykat kapısına ilişkin sezdirmeleri vardır:

(...)Dinin terkedenin küfürdür işi
Bu ne küfürdür imandan içeri(...)

Yunus Emre


(...)Işkdan haber bilenlerin ışk derdiyle dolanların
Küfrü îmân edenlerin ayıplaman güldüğünü (...)

Yunus Emre

Çünkü Hakikat kapısı “özgür”lük kapısıdır. Hakikat kapısında "özgür"leşilir (çağdaş anlamıyla ilk kez "özgür" kavramının kullanıldığı "Magna Carta Libertatum" ile aynı 13.yy'da Anadoluda bu "özgürleşme" sürecinin ortaya çıkması ilginçtir).

Her kim kendüyi bildi, büyük Tanrı'yı bildi. Pes muhiblerin sözü, salığı âdem sureti içindedir, ayrık yirde nice bulısar? İmdi kişi kenduyi bilmeyince Hakk Taalâ’yı kaçan bilüser, kaçan görüser.
Makalat-ı Hacı Bektaş Velî,
s:128-129
Aziz Yalçın, Der Yayınları

Oysa Ahmet Yesevi'den (kapılar kuramının başlangıcı onundur) gelen dört kapı kuramı, bunun tam tersidir. Kapıların sıralaması böyle değildir: Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet kapıları... Sünni tasavvuf'un aldığı budur. Yani tarikatte ulaşılacak hakikat, bizi “doğru marifet”e götürecektir. Hakikat zaten vardır ve insanoğlu ona tarikatte ulaşır ve hakikat kapısında ona uygun davranmayı öğrenir, marifet kapısında da davranır.

Şeyh Nasiru'd Din, Hace Bektaş ve Yunus Emre’deki kapılar sıralamasında en son erişilecek olan hakikat kapısında bulunan şey, "tanrılaşma" yani “bireyleşme” ve "özgürlük"tür: "Enel Hakk"... Evrenin bir parçası olarak tanrının bir parçası olma, dolayısıyla "tanrı" olma...

“Kul, Hakk’ın yalnız kul suretinde bulunabileceğini bilmez, bu yüzden, kendi iradesini Hakk’ın iradesinden başka sanır. Kul’un tüm eylemleri ve bizzat varlığı Hakk’ın kendisidir.”

Şeyh Bedrettin / “Vâridat”, s:92
Haz: Vecihi Timuroğlu, Türkiye Yazıları,

Birinci Basım, Ank. 1979

Yani "mutlak" özelliği taşımayan bir "hakikat"... "Değişken" ve "akış içinde"...

Akışı sağlayan zıtlıklardır.

Yani Ephesos’lu yurttaşımız Herakleitos...

Yunus'un hemen ardından Said Emre:

Varlık yokluk birdirürür, hem ışk sevi birdürür
Dünya ahret birdürür, ışk-ı enâm içinde

Said Emre

Bu yüzden Yunus, kimi şiirlerinde Cehennem'den korkuyla söz ederken, kimi şiirlerinde sırat köprüsü inancıyla dalga geçmektedir. Kimi şiirlerinde Cennet'teki "birkaç köşkle birkaç huri"yi reddetmekte, kimilerinde "Huri ile gılmanı tek tek koçası gelmekte"dir. Bunları çelişki gibi görenler birden fazla Yunus olduğu kanısına kapılmışlardır.

Hakikat kapısı tek başınalığın (bireyin) kapısıdır (yalnızlık Allah'a mahsustur geleneksel özdeyişini anımsayabiliriz). Orada sizi hiç kimse rahatsız etmez, hiç kimse yasak koymaz, hiç kimse işinize karışmaz... Orada yalnızca "özgür" olunur. Yani "hakikat", "özgürlük"tür... İnsanoğlu Hakikat kapısında yaşadığı duygularını, ulaştığı düşüncelerini dışavurmak zorunda değildir. Zaten dışavursa başı derde girer:

"Senin sırrını ruhumun diliyle söyleyemem,İkiyüz kadeh içsem bile bir tek söz söyleyemem."

"Nice ilim cevherleri var ki, onu ortaya saçarsam, bana sen
putperestsin diyeceklerdir.Müslümanlar kanımın dökülmesini mübah sayacak ve en kötü şeyleri reva göreceklerdir.Cahiller görüp de fitne çıkarmasınlar diye ilmimin incilerini gizliyorum."

Ahi Evren, Tasavvufi Düşüncenin Esasları,
Mikâil Bayram, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 165
Ankara 1965, s:161
(Not: Bu kitabın içinde Şeyh Nasiru'd Din Mahmud'un
çok önemli "Tabsiratü'l-Mübtedî ve Tezkitetü'l-Müntehi"
adlı kitabının tam metni vardır.)

Sonuç olarak:

1) Tasavvufun aradığı hakikat, Aristokrat kültürün ve Ortaçağın "mutlak hakikat"i değildir.

2) Temel düşünsel özelliği, kültürel yapılanmasını "özgürlük" kavramı üzerinde yeniden kurmaya çabalayan "tasavvuf" karşısındaki Sünni eğilimlere "tasavvuf" deme şansımız yoktur. Mevlevîlik, Bayramîlik, Nurculuk vb gibi "tasavvuf" olduğu savındaki akımlar aslında bu kültür değişmesinin karşısında hedef çoğaltarak önünü alma çabalarından başka bir şey değildir. Bugünlerin moda deyimiyle tasavvuf "-muş gibi" davranırlar.

3) "Sufi", ayakları yerden kesik, vecde dalmış insan değil, tam tersine ayakları yere en sağlam basan adam anlamına gelmekte iken sünnî tasavvuf(!) tarafından anlamı özellikle saptırılmış bir kavramdır. Tasavvuf, günümüzde insanların ilgisini bu sapkın yanıyla çekmektedir.

4) Tasavvuf, insanlığa yeni bir kültürel yapıyı muştulamaktadır. “Duragan” değil, “devingen”, insanı “kul” değil “özgür” sayan kültürel bir yapı, yüceliklerin yerini “birey”in aldığı bir kültürel yapı... Avrupalı “birey” kültürü, kendilerini Selçuklu’ya karşı Silahlı sûfîlerin (Alp Erenler) safında bulan Haçlı Şövalyeleri aracılığıyla Anadolu'dan taşınan gerçek tasavvuftan türemiş, Aristokrat Ortaçağı devirmiş, Renaissance'a neden olmuş, devingenliğiyle doğa bilimleri için alt yapı hazırlamış, Dünya Burjuva Devrimlerini gerçekleştirmiş, Anadolu'ya geri dönüp Kemalist Devrimi oluşturmuş, bugünlere gelmiştir.

[1] Bilim ve Ütopya Dergisi Mart 2003, Sayı:105, s: 49










10 Kasım 2007 Cumartesi

Hace Bektaş'ta 4 Kapı Kuramı




“BİR DERDİM VAR,BİN DERMANA DEĞİŞMEM!..”
I
inanç mı, kuram mı:
“DÖRT KAPI”[*]
Ömer Tuncer




Muhabbet bağında bir gül açıldı
Bir derdim var, bin dermana değişmem
Yüküm lâl-ı gevher mercan saçarım
Bir derdim var bin dermana değişmem

Cümle kuşlar dile gelir yazım der
Gövel turnam Şam’a gider güzüm der
Benim yarelerim tuzum tuzum der
Bir derdim var bin dermana değişmem

Garip bülbül gönlüm eyler ses ile
Nicelerin ömrü gitmiş yas ile
Arayıp bulduğum pür heves ile
Bir derdim var bin dermana değişmem

Şah Hatayî’m muhabbete bakarım
Ben doluyum ben dolana akarım
Güzel pîrim bir dert vermiş çekerim
Bir derdim var bin dermana değişmem

Şah İsmail Hatayî

1200’lü yılların ilk çeyreğinde Anadolu Türkmenleri, bir yandan Horasanlı Baba İlyas’la birlikte, Amasya’da Çat köyünde kurduğu tekkede, öte yandan Hoy’lu Şeyh Nasiru’d Din Mahmut’la Kayseri’de evinin yanına kurduğu hanikâh’ında (küçük medrese) üretici esnafla “kul”luktan kurtulma ve “birey” olma sürecine giriyordu.


Baba İlyas’ın “Cihâd-Name”sine göre, bireyi bekleyen tehlikeler “kibir”, “buhul (pintilik,cimrilik)”, “şehvet”, “kin”, “tamah”tı.[1]


Ahi Evren, Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’un Kayseri ahîleri de “birey”leşme çabası içinde hemen aynı tehlikelerle karşı karşıyadır:



“Buraya:

sarhoşlar,
zina işleyenler,
arabozucular,
gammazlar,
dedikoducular,
iftira atanlar,
gururlular,
kibirliler,
merhametsizler,
kıskançlar,
kin tutanlar,
sözünden dönenler,
yalancılar,
kadınlara şehvetle bakanlar,
emanete hıyanet edenler,
başkasının ayıbını yüzüne vuranlar,
hırsızlar,
varyemezler,
can alanlar

giremez!”

Kul kültürünün yapısına uygun olarak, engellemeler, yasaklar, cezalandırmalar, ödüllendirmelerle çözülmeye çalışılan sorunlar, 13.yy birey kültüründe insanın eğitilmesi, bilinçlenmesi ve bilinçlendirilmesi ile çözülüyordu. “Kul olan”ı eğitmek gerekmezdi.

Onlara verilen bilgi “ezberletme”, kötü davranışlardan uzak tutmak için “ceza” ve “ödül” dizgeleri kullanılırdı. “İnsan olan”ın doğru davranması için ise ceza ve ödül gerekmezdi. Bu yüzden birey kültürü, hayvan özellikleriyle tanınan “kul”u “insan olan”a dönüştürmeye çalışmaktadır.

Eğitimin ilk izleri, Türkistan Çimkent’te doğan ve 1160’lı yıllarda Yesi kentinde ölen Ahmed Yesevî’de görülür. Kur’an’ın doğruları, artık ezberletmek yerine anlatılacak, öğretilecektir. Bunun için dört aşamadan geçmek gerekir:




1. “Şeriat Kapısı”, korku düzenidir. Önceki “kul”luk düzeninin devamıdır.
Kuran’ın emir ve yasaklarına yalnızca uyulur ve yaşanılır. Kullar isterlerse bu aşamada kalabilir ve daha öteye geçmeyebilirler.

2. “Tarikat Kapısı”, kulluğun bilincine varılma aşamasıdır. Bir
“şeyh”e, bir “pîr”e kul olunur. Hakikate ancak kullukta acı çekilerek varılır.[2] Tarikat pirleri insana özdeksel (maddî) zevklerden
uzaklaşma ve acı çekme yolunu öğretirler.

Meşakkat çekmeyince,
Peygamberin yüzü nerde,


Hizmet et bu yola, boş hayal vermez fayda,
Ruhunu bedenini Hakk yoluna etsen feda,[3]

3. “Hakikat Kapısı”, tarikat acısının sonunda varılır. Kur’an’daki sırlar
ancak acı çekerek öğrenilir. En büyük sır, zamanla ve mekânla bağlantısı olmayan değişmez, tanrısal hakikattır. Bu hakikate akıl gözü ile varılamaz “gönül gözü” gerekir. Gönül gözünün kullanılması ise Hakikat Kapısı’nda öğrenilir.

“Şariatsız tarikate geçemedim
Hakikatsiz marifete giremedim”[4]

4. “Marifet Kapısı”, tanrıya kendini bütünüyle adamaktır. Ona yapılacak
kulluğu, şeriat kapısındakiler gibi hayvansal içgüdülerle, korkarak, bedeniyle değil, bir “insan” olarak düşünceleriyle, duygularıyla da yerine getirmektir.

Burada “şeriat” kapısındaki içgüdüsel korku düzeni değil, coşkuyla yerine
getirilecek bir aşk düzeni oluşturulmaya çalışılır.

“Ateş arayan kelebek gibi şakirt oldum
Kor olup yanarak uçtum ben.”[5]


Dikkat edilirse Ahmed Yesevi’de, o güne değin gelmiş olan inanç dizgesinin güçlendirilmesi için insanın duygularını çalıştırması ve kulluğunu derinleştirmesi amaçlanmaktadır.

Ancak Ahmed Yesevi’nin kulluk düzeninde bağımsız bir “insan”ın da artık kabul edilmeye başlandığını, bu insanın “kendi rızası/duygusu” ile tanrıya kulluk etmesi gerektiğini, “insan”ı yönlendirecek şeyin yalnızca korku ve yasaklar olmadığını, bireyin “aşk”ının, “gönül gözü”nün hesaba katılmaya başlandığını görüyoruz.Yani Ahmed Yesevi düşüncesi, bir yandan tanrısal kulluğu güçlendirmeğe çalışırken öte yandan “birey”i güçlendirme gereksemesi duymaktadır. Oysa bu tutum, kültür tarihinde “insan olan”a yönelimi göstermekte, bu yönelimin zayıflatmaya başladığı kulluk kültürünü, yine bu yönelimle çözme denemesine girmektedir.

Yesevi’deki bu düşünsel zıtlık, ölümünden kırk-elli yıl sonra Anadolu’da gelişmeye ve örgütlenmeye başlayacak olan yeni “birey kültürü”nün köklerini bu çatlağa yerleştirerek gelişmesine neden olacaktır.

13. yy birey kültürünü oluşturanlar, büyük çoğunluğuyla, Batı’ya doğru ilerleyen Moğolların önünden kaçarak, İran ve Irak üzerinden gelen Anadolu bilgeleridir.

Önce Şihabü’d Din Sühreverdi, çatlağı geliştirmiş, yavaş yavaş yarılmaya dönüştürecek yolu açmış, bir yanında Baba İlyas, Evhadü’d Din Kirmanî, Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud, Hace Bektaş öte yanında, Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ Celalü’d Din-i Rûmî yer almıştır.

Ayrılık siyasal olaylara da neden olur. Önceleri kendi başına zayıflama, 1243 Moğol işgalinden sonra da yıkılma sürecine giren Anadolu Selçuklu devletini derinden etkilemiştir. Selçuklu sultanları zaman zaman görüşlerden birinden, zaman zaman ötekinden yana tavır almış, siyasal tutumlarını buna göre düzenlemişlerdir.

Bu yarılmanın tarafları, birbirleri ile öldüresiye savaşıma girmişlerdir. Ahi Evren Şeyh Nasirü’d Din’in vezir olduğu bir sırada Ahîler Şems’i öldürmüş, Mevlânâ’ya karşın, oğlu Alaü’d Din Çelebi Ahîlerle birlikte davranmıştır.

Tam bu çatışmalar sırasında 1243 yılında Baycu Noyan komutasındaki Moğollar Anadolu’ya egemen olur. Siyasal olaylara işgalci güçler olarak onların da karıştıkları ve Mevlânâ ve Şems’in Moğol’ları desteklediği görülür.

Yine bu olayların süregittiği yıllarda 1204 – 1261 arasında, Papalık ordularının, Latinler’in Konstantinopolis’e yerleşmiş oldukları ve İznik’te yeni bir sülalenin, Laskarisler’in Bizans’a egemen olduğu da unutulmamalıdır.

İstanbul’daki Latin İmparatorluğu nedeniyle Anadolu’da yaşamakta olan silahlı Hıristiyan şövalyeler ile Anadolu’nun ahî şövalyeleri sayılabilecek Alp Erenler’in Selçuklu-Moğol işbirliğine karşıt tutumları, aralarında bir yakınlık doğurmuş olmalıdır ki, bütün düğümler çözülüp Haçlılar ülkelerine döndükten sonraki yıllarda etkilerinin sürdüğü, şövalyelerin zaman zaman guruplar halinde, Müslümanlar tarafından etkilenmiş sapkınlar sayılarak Engizisyonca ölümle cezalandırıldıkları ve yakıldıkları görülmektedir.[6]

Bu arada Anadolu’da biri Ankara (1265), biri Osmanlı(1299) adıyla iki devlet kurulmuştur. Özellikle genişleme ve büyüme eğilimi gösterebilen Osmanlı’nın iç çatışmalarında yine Ahmed Yesevi düşüncesiden kaynaklanan düşünsel yarılma gözlenmektedir.

Kültür tarihinde çatlaklardan başlayan büyük yarılmalar doğaldır. Toplumsal gereksemeler zamanla değişir.

Bir yandan insan organizmasının, dolayısıyla beyninin biyolojik gelişmesi de düşüncesini etkilemekte, bulunduğu konuma gününe göre daha “doğru” bir bakışla bakmasını sağlamaktadır.

Öte yandan zaman içinde kültür birikimi artmaktadır. İnsanlık belleği yeni birikimlere sahip olmakta, yeni doğrular bulmakta ve bazen eski, bazen yeni sorunları bu yeni doğrularla çözme çabasına girmektedir. Başarılı olduğu, olmadığı ya da henûz başarılı olmadığı durumlar vardır. Kimi zaman yeni birikimler, eskiden bu yana göremediğimiz yeni sorunları görmemizi sağlar. İşte bu yüzden Ahmed Yesevi, içinde bulunduğu “kul kültürü”nü zayıf bulup güçlendirmeye çalışmakta, ama bunu, yeni gelişerek onu zayıflatan “birey” bakış açısıyla yapmaya çabalamaktadır.

Yeni oluşan kültürel gerekseme ve eski kul kültürü çözümü, birbirinden ayrı kültürlerin ürünü olduğu için, çatlama ister istemez ortaya çıkacaktır. Yesevi, gereksemeyi duymuş olan toplumun insanlarından biridir. Ozan olduğu ve düşüncelerini yansıtma şansı olduğu için onun görüşlerinde görülmüş ve kalıcı olmuştur. Toplumsal olaylar, kişinin değil, toplumun ve içinde bulunduğu dönemin ürünüdür.

Şimdi yine gelelim Ahmed Yesevi’de oluşan düşünsel çatlağın Anadolu’da nasıl yankılandığına.

Hace Bektaş neredeyse bütün düşüncelerini “Kapılar Kuramı”nın üstüne oturtur. Ama artık Ahmed Yesevi’de olduğu biçimiyle değil!.. Onun “Makalat” adlı kitabı, bütünüyle dört kapı düşüncesi üzerine oturtulmuştur. Kapıların sırası ve işlevleri değişmiş, “Hakikat Kapısı” sona alınmıştır. Hace Bektaş’ın anlattığı biçimiyle Kapılar, bir yandan insan tiplerini, bir yandan evrimleşme, yani “birey olarak insan”ın oluşum sürecini, öte yandan da insanı insan edebilmek için gereken yolu, yani eğitimi anlatır.

Her kapının insan tipi değişiktir, her insan tipi ise geleneksel dört unsura bağlanmıştır.

Birinci kapı Şeriattır:

“Evvel bölük âbidlerdir. Bunlar şeriat kavmidir. Asılları yeldir. Yel hem sâfîdir, hem kavidir. Zira ki yel esmeyince daneler samanından ayrılmaz.
Eğer yel esmeseydi mecmu âlem kokudan helak olayıdı. Pes imdi, helâl ve
harâm, mısmıl ve murdar, kamusu şeriat birle malûm olur. Zira ki şeriat
kapıdır.”[7]

(İlk bölük edilgen kullardır. Bunlar şeriat kavmidir. Asılları yel(hava)dir. Yel, hem saftır hem güçlüdür.Çünkü yel esmeyince (harmanda) buğdaylar samanından ayrılmaz. Yel esmeseydi bütün dünya kokudan mahvolurdu. Dolayısıyla edinilmesi uygun olan ve olmayan, yenebilen ve pis olan, bunların hepsi birinci şeriatle bilinir. Çünkü şeriat kapıdır.)

Âbidlerin yapması gereken ibadetleri sayar ve nedenini söyler:



“Pes, imdi âbidlerin taatleri namazdır, oruçtur, zekâttır ve hactır. Nefr-i âm
olucak gaza eylemektir. Ve cenabetten gusl eylemektir. Ve arzuların istemeyüb dünyayı terk etmektir. Ve âhireti sevmektir. Ve halleri birbirin incitmemektir. Pes, kibir ve hased ve buhul ve adavet bunlarda hemandır.”[8]

(Edilgen kulların ibadetleri namazdır, oruçtur, zekattır ve hactır. Genel çağrı olunca savaşmaktır. Cenabetten kendini boy abdesti ile temizlemektir. Kişisel arzularına karşın dünyayı terk etmek ve öteki dünyayı sevmektir. Birbirini incitmesinler diye yapmaları gereken şey budur. Çünkü bunlarda kibir ve çekememezlik ve cimrilik ve kin tutma duyguları vardır.)

Görülüyor ki Baba İlyas’ın “Cihâd-Name”sinde söz ettiği, insanı bekleyen tehlikeler Hace Baktaş’a göre de hemen hemen aynıdır ve şeriat kapısındaki insan, henûz “hayvan” aşamasındandır ve bu duygular ancak korkutularak önlenebilir, güç yoluyla durdurulabilir.



“İkinci güruh zahidlerdir. Bunların aslı oddandır. Bunlar Tarikat kavmidir.
Pes od gibi dün ü gün yansalar gerektir. Kendülerin göğündürseler gerektir.
Pes, her kim bu dünyada kendü özün göğündürse, yarın ahrette dürlü dürlü
azaptan kurtulur.”[9]


(İkinci güruh, etkin olarak emirlere uyanlardır. Bunların aslı ateştendir. Bunlar tarikat kavmidir. Dolayısıyla gece gündüz ateş gibi yanmak isterler. Kendilerini göğe salmak isterler. Kim ki bu dünyada kendi özünü yüceltirse, yarın öte dünyada türlü türlü sıkıntıdan kurtulur.)


İkinci “Tarikat” aşamasında zahidler eğitim sürecine girer. Şeriat alışkanlığından gelen biçimiyle “kulluk” etmek üzere bir bilgeye (mürşid) kul olunur.

Hace Bektaş zahidlerin ibadetlerini sayıyor:


“Pes, imdi, zahidlerin taatı dün ü gün tanrı zikrin yâd kılmaktır. Ve hem
İsmullahı yâd kılmaktır. Ve hem Havf ü reca içinde olmaktır. Arzuları dünyayı terk etmektir. Ahiret için halleri İlmü Ledün’dür. Ve kendileri bilirler ne olmuştur. Bilmezler kim kandan geldiler ve kanceru varırlar. Zira kim bunlara hidayet kapusu açılmadı. Tanrıya yad kılmaklıkları kendi cehdleridür. Bunların güruhu hemandır”[10]

(Zahidlerin ibadeti gece gündüz tanrıyı anımsamak, Allah’ın adını anmaktır. Hem de korku ve umut içinde olmaktır. İstekleri dünyayı
terk etmektir. Öteki dünya için gizlilikleri keşfetme ve bunu alışkanlık haline getirme bilimine vakıf olma halindedirler. Bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini de ancak kendileri bilir. Nereden geldiklerini ve nereye gideceklerini bilmezler. Bunlara doğru yolun kapısı açılmadı.Tanrıyı anımsamaları kendi çıkarlarınadır. Bunlar da böyle.)


Hece Bektaş’a göre zahidler de “etkin” hale gelmiş ama “kul”luktan kurtulamamıştır. Cehennem korkusuyla, cennete gitmek isteğiyle davranırlar. Günahları artmasın diye bu dünyada olabildiğince az kalmaya, bir an önce öteki dünyaya göçmeye özenirler. İbadetleri kendileri içindir. Doğru yolu onlar da bulamamışlardır.



“Üçüncü güruh sudandır. Bunlar marifet kavmidir. Pes su arıdır hem
arıdıcıdır. Evvel sual salsalar arısı nedir, arıttığı nedir?

Cevap:
Ârifler katunda her sözün üç yüz yüzü vardır ve bir ardı vardır. Ayruk kişi
katunda her sözün yetmiş iki yüzü ve bir ardı vardır. Pes cahiller bilmezliklerinden kelimenin ardın söylerler. Kendilerin odlu eylerler. Lâkin ârifler her kelimenin ardın söylerler odlu olmazlar.

Pes imdi, su arılığı tahirdir.(…)murdarı taşra bırakır.(…) Pes, imdi, arifler arılığı tahirdir. Geru aslına döner.”[11]

(Üçüncü gurup sudandır. Bunlar marifet kavmidir. Su arıdır, hem arıtıcıdır. Sorsalar: Arılığı nedir, arıttığı nedir? Bu Ârifler düzeyinde her sözün üç yüz doğru, bir ters anlamı vardır. Ayrıcalıklı kişi katında her sözün yetmiş iki doğru ve bir ters anlamı vardır.Bilmezler yalnız ters anlamını bilirler, kendi doğrularını savunurlar. Ama ârifler her kelimenin ters anlamını söylerler, kendi doğrularını savunmazlar. Dolayısıyla su arılığı temizdir, pisliği dışarıda bırakır. Arif arılığı da temizdir,
-temizlenince- aslına döner.)

“Birey” yolunda üçüncü aşama, “Ârif”liğe ulaştıran “Marifet” kapısıdır. Bu sudur, temizlenme, arınma kapısıdır. Marifet kapısından geçerken aşama aşama bu evrenin bütün anlamları öğrenilir. Âriflerin saflığı artık kirlenmez olur. Temizlenen ârif, saflığına döner.

Hace Bektaş’a göre, “insan olma” yolunda temizlenmesi gereken sekiz “kir”lilik ve daha başkaları vardır:



“Vay ona kim, içinde kibir ve buğuz, buhulluk ve tamah ve öfke ve gaybet, ve kahkaha ve maskaralık, bunlardan maada nice dürlü şeytan fiili olsa; dışardan su ile yunup arınır mı? Şöyle bilesin kim, arınmaz.(…) Arifler içinde murdar nesne eğlenmez. (…) Ve âlimlerin ilmin, en kenduzin bildiği yirde yâd kılur”[12]


(Eyvah ona ki, içinde kibir ve sevgisizlik ve varyemezlik ve öfke ve çekiştirme ve kahkaha ve maskaralık, bunların da dışında daha ne denli şeytan işi varsa, dışarıdan su ile yıkanıp arınır mı? Şunu bilesin ki arınmaz!.. -Oysa- Âriflerin içinde pislik hiç durmaz!.. Ve bilgelerin bilgisi, kendi özünü en bildiği yerde -Allah’ı- anmış olur.)


İçten arınmanın yolu da “Ârif”likle olanaklıdır, yani Marifet kapısında sağlanır. “Ârif”, “bilen”dir, “bilge”dir. Mürşit (öğretici-öğretmen) olmak için ârif olmak gerekir. Hace Bektaş’a göre, bilim ve bilgelik “insan olma” yolunun en önemli aşamasıdır.
Ve bilgelerin bilgisi, kendini bildiği en yüksek noktada, Allah’ı da bilmiş olur!..


“Pes, imdi, böyle bilmek gerek kim, âriflerin taatı tefekkürdür. Ve hem
seyirdir. Ve sahib-i nazar olmaktır. Ve hem dünya ve âhireti terk etmektir. Ve nazar ile edep beklemektir. Ve hem arzulayıp Hakk Taalâ’dan yana varmaktır. Ve hem Çalap ârifleri sever. Ve hem ârifler hallerini cümle varlığa değişirler. Ve yavuz endişe kılmazlar. Bunların dahi güruhu hemandır.”[13]


(Şunu bilmek gerekir ki âriflerin ibadeti düşünmektir. Ve hem de gezmektir. Ve görüş sahibi olmaktır. Ve hem de dünya ve öte dünya etkisinden kurtulmaktır. Ve gözleyerek güzellik beklemektir. Ve hem isteklilikle Allah’tan yana yer almaktır. Ve hem Çalap -Allah- ârifleri sever.Ve hem ârifler hallerine karşılık bütün varlığı verirler. Zorlu endişe duymazlar. Bunların gurubu da böyledir.)


Bilgelerin ibadeti, “düşünme”dir. Özdeksel ve tinsel (maddî ve manevî) dünyayı, evreni gözlemektir. Bunun sonucunda kendilerini bütün varlığa adarlar.


Sonuncu kapı, Hace Baktaş’a göre topraktır:


“Dördüncü güruh muhiblerdir. Bunların aslı topraktan olur. Pes, toprak
teslim-i rıza olmakdur. Pes, muhib dahi teslim-i rıza olmakdur.”[14]


(Dördüncü gurup “dost”lardır. Bunların aslı topraktan olur. Toprak kendi isteğiyle kendini teslim etmektir. Dostluk da kendi isteğiyle kendini teslim etmektir.)


Hace Bektaş, tanrısal dostluk ve sevgi’yi “birey”leşmenin varılabilecek en yüce niteliği sayarken “insan”ın Tanrı’ya verebileceği en değerli şeyin, yani insanlığın en değerli niteliğinin “sevgi” olduğunu söylemiş olur.

“Sevgi”yi yönlendirecek, yöneltecek yetenek de gönül gözü’dür.

Bu durumda “insan olan”ın, Tanrıya da, başka insanlara da, Evrene de yöneltmesi gereken yeteneği “gönül gözü”dür. Hace Bektaş’a göre Marifet kapısında geliştirilmiş olan “Gönül Gözü”, Hakikat kapısında bütün varlığa yönelik olarak kullanılmakta, “muhib/dost” kavramı ortaya çıkmaktadır.


13.yy Anadolu bilgelerine[15] “hümanist/insancı” denmesinin nedeni budur.


16.yy’da Avrupa Renaissance’ı sırasında ortaya çıkan Erasmus gibi, Montaigne gibi Avrupa’lı hümanistlerin 13.yy Anadolu hümanistleri’nden tam üç yüz yıl sonra, aynı düşünsel tutum içinde bulundukları, yaşamlarını ve düşüncelerini “birey” olmaya göre biçimlendirdikleri açıkça görülmektedir.


Hace Bektaş’a göre muhiblerin ibadeti de şunlardır:


“Amma muhiblerin taatı münâcâttır, seyirdir, müşahededir, arzularına ermektir. Ve Çalap tanrıyı bulmaktır. Ve kendülerin yavu kılmaktır. Canları muradlarına ermektir. Ve halleri biriküp bir olmaktır. Bunların dahi hemandır.”[16]


(Ama dostların ibadeti yakarıştır, yollara düşmektir, gözlemdir, isteklerine ulaşmaktır. Tanrıya varmaktır. Kendi (eski) kişiliklerini bırakmaktır. Canlarının isteğine ulaşmasıdır. Duygularını yükseltip birleşmektir. Bunlar da işte böyledir.)


Hakikat kapısında ulaşılan şey, tanrının “birey”liğidir. İnsan olmak için, o güne değin gelen “kul”luğu terk etmek kendi eksikliğinin ayırdına varmak ve bu evren’deki tek “birey” olan Tanrı ile birleşmek için sürekli gelişim içine girmek gereklidir. Temel olan sürekli gelişimdir. “İnsan olma”nın, “birey” olmanın bir başka yolu yoktur.


Yunus Emre de, Hace Bektaş’tan dört aşamalı insanlaşma sürecini alır.

Birinci aşama Tanrı korkusudur:


Evvel kapı şeriat emri nehyi bildirir
Yuya günahlarını her bir Kur’an hecesi

(İlk kapı şeriattır. Her bir Kur’an hecesi’nin insanın günahlarını
yıkaması için (tanrısal) emir(ler)i ve yasak(ları)ı bildirir.)

İkinci aşama, eğitim sürecinin kabul edildiği aşamadır. Bu aşamada bir bilgeye “kul” olunur:

İkincisi tarıykat kulluğa bel bağlaya
Yolu doğru varanı yarlığaya hocası

(İkinci kapı tariykattır. (Burada) hocasının doğru yolu göstermesi
için (ona) kulluk etmekten yardım umulur.)

Sonraki, doğru düşünmenin, evrene sevgiyle bakmanın öğrenilmesidir:



Üçüncüsü ma’rifet can gönül gözün açar
Bu ma’ni sarayının arşa değin yücesi

(Üçüncüsü marifettir. Burada can(lar) gönül gözlerini açar. Bu anlam
sarayının yücelikleri sonsuzluğa ulaşır.)

Sonuncu, insanın insanlaşması, eksikliğini kabul edip kendini sürekli gelişime açmasıdır:


Dördüncüsü hakıykat ere eksik bakmaya
Bayram ola gündüzü Kadir ola gecesi[17]


(Dördüncüsü hakikattir. İnsanın (kendi) eksikliğini öğrendiği yerdir. Bunun ayırdına vardığında bütün gündüzleri bayram, bütün geceleri Kadir gecesi olur.)



Bu aşama, insanın, bütün denetimlerin dışında, yalnızca kendi kendiyle baş başa kaldığı ve kendini tanrının yetkinliği karşısında sürekli eksik gördüğü aşamadır. “Eksikliğin bilincine varma”, “İnsan-ı kâmil”e, “yetkin insan”a götürür. Böylece insanın sürekli gelişim içinde olmasına ulaşılır. [18]


“Birey” bu aşamada, sürekli kendini geliştirme sürecine girmesiyle oluşur. Bu, hiçbir zaman ulaşılamayacak olan tanrısal yetkinliktir. Hiçbir zaman ulaşılamasa da amaçlanacak ona doğru sürekli bir gidiş, akış sağlanacaktır.


“İnsan-ı Kâmil (yetkin insan)”, kültür tarihine, bir kez daha, tam tamına aynı özelliklerle, 600 yıl sonra, 19.yy sonlarında, Frederich Nietzsche’nin düşüncelerinde, “Üst İnsan/Übermensch” olarak yeniden gelebilecektir.


Kültür tarihinde insan ilk kez “birey”leşebilmek için tanrılaşmak zorunda kalmıştır. Herakleitos’tan sonra “akış” kavramı, insanın kendini eksik görmesiyle ulaşılamazlıktan kurtulur ve “yetkin olana doğru sürekli akış” halinde, ulaşılabilir olur.


Mevlânâ ise, “Dört Kapı”nın üçünü iyice sığlaştırarak almıştır.

“Şeriat muma benzer, yol gösterir. Fakat mumu ele almakla yol aşılmış
olmaz. Yola düzüldün mü o gidişin tarikattır. Maksadına ulaştın mı o da hakikat. (…) Şeriat bilgidir, tarikat tutmak, hakikatse Tanrı’ya ulaşmak.”[19]

Mesnevi’nin 5. cildinin önsözünde üstünkörü sözünü eder ve geçer. Mevlana’da artık, Ahmed Yesevi’nin eğitim süreci bile yoktur. Hace Bektaş’ın düşüncelerini bütünüyle üstüne oturttuğu “dört kapı” kavramını zayıflatmak, unutturmak için olmalı, “Marifet Kapısı” bütünüyle çıkarılmıştır, geri kalanlarınsa dinamik yapısı yok edilmiştir.


Hace Bektaş’ın “akış”ı göz önünde tutan tutumu, yine 13.yy’da Anadolu’da yaşamış bir başka bilge Sadrü’d Din Konevi’nin Vahdet-i Vücud (tanrıyla birleşme) düşüncesini etkileyecek, Hace Baktaş ve Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud[20]’la birbirlerini geliştirmeleri sonucunda Sadrü’d Din Konevi ile öğrencilerinden oluşan bilim insanlarını, “Ekberiyye”cileri ortaya çıkaracaktır.


Osmanlı’nın kuruluşunda, Orhan Gazi’nin hızla İznik’te yaptırdığı ilk medreseyi oluşturan ve bu medresede daha sonraki dönemlerde doğa bilimlerine yönelmiş olan Davud-u Kayseri, Kutbü’d Din-i İznikî, , Alaü’d Din-i Esved, Müeyyedi’d Din Cendi, Yar Ali Şirazi, Fahrü’d Din-i Iraki, Molla Ahmed İlahî, Fenarî ailesi Ekberiyye düşüncesini benimsemiştir. Bunların önemli bir bölümü de Konevî’nin doğrudan öğrencileridir.

13.yy bilimciliği, Ekberiyye, daha sonra Yıldırım Bayezid zamanına değin Osmanlı’da yol gösterici olur. Ama Orhan Gazi’nin ölümünden sonra 13.yy Devrimi’ne karşı, 1.Murat tarafından başlatılan ve Sultan Yavuz Selim’e değin sürecek olan karşı-devrim hareketine koşut olarak Yıldırım Bayezid zamanında din uleması yeniden egemen olacak ve Ekberiyye bilimciliği de yavaş yavaş sönmeye mahkûm edilecektir.

Renaissance sonrası Avrupa düşüncesinin bilime yönelen akımları, Aydınlanma ve Modernizm’in ilk ve özgün örnekleri, İznik medresesi’nde Ekberiyye’ye bağlı bilim insanları tarafından oluşturulmuş olmalıdır. Ancak bu bilim insanlarının özgün metinleri elde olmasına karşın, bugüne değin hiç bir çalışma yapılmaması bir yana metinler çevrilip bilim dünyasının bilgisine bile sunulmamıştır.

[*] Bilim ve Gelecek Dergisi , Şubat 2007 tarihli 36. sayısı, s:46’da yayınlanmıştır
[1] BAYRAM, Mikâil, Prof.Dr. - “Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar” Kömen Yayınları. 1.Baskı Konya, Kasım 2003, s:172-173-174 Prof Dr. Mikâil Bayram bu sayfalarda:
(“Cihad-Nâme’nin Baba İlyas-ı Horasanî’ye Nisbeti’ne Gelince”
Bu eser, İbn Sina’nın “Risalat al-tayr” ve “Hayy Bin Yekzan” adlı eserleri tarzında bir hikaye (Roman) olup, hiçbir yerde adı geçmediği gibi Ayasofya Ktp. Nr.4819’da kayıtlı bulunan mecmua içerisindeki (44b-55a sayfaları arasında) nüshadan başka nüshalara da rastlanmamaktadır. 730 (1329) istinsah (kopya) tarihli olan bu tek nüshada eserin yazarını belirten bir kayıt mevcut değildir.) diyor ve 9 maddede gösterdiği gerekçelerle bu yapıtın Baba İlyas-ı Horasanî’ye aid olduğunu temellendiriyor.
[2] Eski Hellen tragedyaları da acı çekme ile arınma düşüncesi ile ortaya çıkmıştır.
[3] NİSANBAYEV, Abdülmelik, Prof.Dr. (Kazakistan Felsefe Bölümü Başkanı) - “Hoca Ahmed Yesevi’nin Dünya Görüşü”, “1. Uluslar arası Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri” 27-28-29 Nisan 2000, Ankara. Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı Yayınları:4 s:332
[4] Aynı yapıt s:334
[5] Aynı yapıt s:335
[6] Kırıkkanat, Mine, “Gülün Öteki Adı”
[7] Hace Bektaş, - Makalat s:26 (Yalçın, Aziz - “Yorum ve Açıklamalarla Makalat-ı Hacı Bektaş Veli”, .Der Yayınları 3. Basım, İst. 2000, s:68)
[8] Aynı yapıt, s:27
[9] Aynı yapıt, s:28
[10] Aynı yapıt, s:30
[11] Aynı yapıt, s:31, 32
[12] Aynı yapıt, s:33, 34
[13] Aynı yapıt, s:34
[14] Aynı yapıt, s:35
[15] Ahi Evren, Hace Bektaş, Taptuk Emre, Yunus Emre, Said Emre. “Kul”luk düzeni yanlısı, dahası savaşçısı olarak Şems ile Mevlânâ’nın, yaygın bir kanı olan “hümanist”liği üzerinde düşünmek gerek. Onun Aristokrasi’den gelen ve Allah’tan köleye basamaklanan kulluk hiyerarşisini korumaya çalıştığı ve “birey”in oluşmasına ilişkin yeni toplumsal gereksemeyi yapay olarak doyurmak için “hümanist/insancı” bir kılığa büründüğü ve Anadolu hümanistlerine karşı bir savaşım içinde olduğu Ahilerle ve Ahi Evren’le savaşımından anlaşılmaktadır. Bu savaşımda oğlu Alaü’d Din Çelebi bile babasına karşı âhîlerle birlik içinde yaşamış, bu nedenle de babasının verdiği öldürülme izniyle, Ahî Evren’le birlikte öldürülmüştür. (Bkz: “Kuruluştan Kurtuluşa”, Ömer Tuncer, Bilim ve Gelecek Şubat 2006, Sayı:24, s:33, Altbaşlık: “Ahiliğin Kırşehir örgütlenmesi” s:39)
[16] Hace Bektaş, - Makalat s:36
[17] İlk kapı şeriattır. Buyrukları ve yasakları bildirir. Bu kapıdakilerin günahlarını her bir Kur’an hecesi yıkar, temizler. İkincisi tariykat, kulluktan destek ummaktır. Yola doğru gideni hocası yönlendirir. Üçüncüsü marifettir. (Bu kapıda) insan gönül gözünü açar. (Önüne) anlam sarayının sonsuzluğa yükselen doruğu çıkar. Dördüncüsü hakikat, insanı eksik bulmayı (öğretir). (İşte o zaman) bütün gündüzleri bayram olur, geceleri kadir gecesine döner.
[18] Hace Bekteş’ın kapılar kuramında (bir eğitim kuramıdır) Her kapıya ulaşan insanın o kapının içinde ulaşması gereken kırk da makam vardır. Bu makamların adlarını yine Hace Bektaş saptamıştır.
[19] Mevlana Celalü’d Din Rûmî, “Mesnevi” Cilt:5 Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 774, İstanbul 1990 Önsöz
[20] Sezgiciliğin karşısında akliyeciliği savunmuştur. Konevi’nin Vahdet-i Vücut araştırmalarının akliye ölçütleriyle değerlendirilmesinin ardında Prof. Dr. Mikâil Bayram’a göre Ahî Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud olmalıdır.

Anadolu'nun Bilinmeyen "Bilim Çağı"


ANADOLU’NUN BİLİNMEYEN BİLİM ÇAĞINDA,
İZNİK’İN YERİ VE ÖNEMİ*

Ömer Tuncer
İznik, tarih boyunca dünyada pek çok yanıyla bilinen bir kenttir:

Eski Roma için İznik, Anadolu’ydu:
İZNİK’E VEDA
Artık bahar getiriyor ılık havaları
Artık çekiliyor kış sonunun azgın fırtınaları
Yatıştırıyor onları Zephyr(Batı yeli)’in tatlı solukları
Arkada kalıyor ey Catullus, Phrigia ovaları,
Bunaltıcı İznik’in zengin toprakları.
Gidiyorsun Anadolu’nun ünlü kentlerine.
Artık heyecanlı yürek yolculuk için sabırsızlanıyor,
Artık sevinçli ayaklar gezmek istiyor.
Ey sevgili yoldaş alayı, hoşçakalın,
Uzak yurttan gelmiş olan bizleri
Başka başka yollar götürüyor geri

Gaius Valerius CATULLUS
(M.S.57)
(Tercüme Dergisi Sayı:38 s:100)

Hıristiyanlar için İznik, birinci ve sonuncu Ekümenik (evrensel) Konsil(Hıristiyanlık toplantısı)ın yapıldığı yerdir. 20 Mayıs – 25 Temmuz 325 günleri arasında Senato Sarayı’nda yapıldığı ve Bizans imparatoru Konstantin’in de katıldığı bilinen ilk toplantı da “Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesi”nin kutsallığı kesinleştirilmiş, karşı görüşler din dışı sayılmış, İskenderiye Piskoposu Arius ile iki yandaşı sürgün edilmiştir.

27 Eylül 787’de başlayan ve bugün kalıntısı görülen Hagia Sophia kilisesinde yapılan ikinci İznik Konsili’nde ise karşı duruşlar reddedilerek Hıristiyan ikonaları karşısında ibadet edilebileceği karara bağlanmıştır.

Türkler için İznik, Anadolu’ya geldikten sonraki ilk Selçuklu başkentidir. 1075 – 1097 arasında 22 yıl kadar Başkent olarak Selçukluların elinde kalmış, sonra yeniden Bizanslıların eline geçmiştir.

Osmanlı İznik’ine gelince…

Orhan Gazi’nin 1326’da Bursa’nın almasından sonra 1331 yılında İznik’i de alır. Bu kuruluş yıllarında son derece önemli bir yere sahiptir. Osman Gazi İznik’i, düşünsel politikaların geliştirildiği bir bilim kenti haline getirir.

Yavaş yavaş ortaya çıkmakta olan yeni bilgilere göre bu önemi anlayabilmek için birkaç yüzyıl önceye dönmemiz ve insanlık tarihinde Orhan Gazi’ye değin gelen düşünsel ve politik gelişmelere bir göz atmamız gerekiyor.
12.yy sonlarında Asya’dan Doğu’ya akınlar yapan Moğollar’ın önünden kaçan bilim insanlarının Batı’ya, Anadolu’ya geldiklerini görüyoruz. Çoğunun kökeninin Horasan’da olması, kimilerinin de Horasan’da başlayan eğitim üzerine yeni çalışmalar yapması Anadolu’ya geldiklerinde “Horasanîler” olarak anılmalarına neden olur.

Horasanîler, düşünceleri yüzünden yaşamından olmuş Hüseyin bin Mansur el Hallac (Hallac-ı Mansur oğlu Hüseyin)’in düşüncelerini geliştirirler. Hallaç, 26 Mart 922’de, Bağdat’da, parçalanarak idam edilmiştir.

Hallac’ın düşünceleriyle insanlık, “kul” kültüründen “birey” kültürüne geçişinin ilk adımını atar. O güne değin evrende var olan tek “birey” Allah’dır. Geri kalan her şey Allah’ın kuludur.
Doğal, kültürel ve toplumsal gelişme içinde yeni gereksemeler doğması, insanı, “birey” olmaya yönelik adım atmaya zorlamaktadır… Oysa “birey” olmanın tek yolu vardır: Allah’la birleşmek, aynılaşmak!..

İşte bu kültürel gerekseme, gelecekte Osmanlı’nın kuruluşunu da, Avrupa Renaissance’ını da, Fransız Devrimini de, Anadolu Kemalist Devrimini de oluşturacak olan kültür yapılanmasının, “birey kültürü”nün ilk düşünsel adımını ortaya çıkarır:

“Ey kavmim, Allah beni benden alınca ve beni benden yok edince, sonradan olan varlığımın nitelikleri darmadağın oldu. Sultan olan Allah geçmişten geleceğe sonsuzluğuyla ortaya çıkınca, sanki benim sonradan ortaya çıkan varlığım, hiç var olmamış gibi oldu. Oysa geçmişten geleceğe sonsuzluk her zaman vardı. Sonra benim benliğim onun benliğinde yok oldu. Benim (bireysel) varlığım, onun (evrensel) varlığına karıştı. Ve toplumsallığım onun tanrısal varlığında darmadağın oldu.

Sonra etrafıma bakındım, (evrende) ondan başka hiç bir şey göremedim!.. Ve ondan başka hiçbir şey duyamadım!.. Ve ondan başka hiçbir şey anlatamadım!..

Ve dedim ki: ‘Enel Hüve (ben O’yum)’. (…) O’nun sevgisi üzre ben Hakk’ım. Oysa O, Hakk olmaya kendisi sahiptir. (…) Ve benim sınırlarım, onun varlığı üzre çizilmiştir.”

Hallac’ın vasiyeti olan, öldürülmeden hemen önce söylediği (yazdığı?) bu sözler, insanlık tarihinde “kul”luktan sonra gelen yeni yapılanmanın temeline konulan ilk harç olmuştur. Ardından gelenler, Farabi, İbn Sina, Ömer Hayyam, Hasan Sabah, kendi alanlarında aynı yolu izlemiştir.

Öte yandan “birey”i temel alan düşünsel yapı, karşıtlarını, Selçuklu Nizamiye medreselerinde hocalık yapan Hüccet-ül-İslam İmam Gazali ve ardıllarının “kul” kültürünü coşkuyla savunan, “birey” düşüncesine, özgür felsefeye karşı duran ve bunun kuramını yapan düşüncenin ortaya çıkmasına da neden olur.
Arada Ahmed Yesevi (12.yy ortaları) gibi iki yolu uzlaştırma çabalarını da görürüz.
Bu iki karşıt düşünsel kanal, Anadolu’nun 13.yy’ında her alanda kendini gösterir. Özellikle toplumsal örgütlenme, bütünüyle bu çatışmanın alanı durumuna gelir.
Anadolu’nun yeni kültür yapılanmasında önderlik etmiş ilk bilge, 13.yy başlarında, Ahi Evren, Şeyh Nasiru’d Din Mahmud olmuştur. Kayseri’de üretici esnafı örgütlemiş, geleceğin dünyasında “burjuva” denilecek “birey” temelli yapının kültürel, siyasal ve toplumsal temellerini atmıştır.
Aynı yıllarda Baba İlyas-ı Horasanî, Amasya’da Çat köyünde kurduğu tekkesinde Anadolu Türkmenlerini örgütlemektedir.
1230’lu yılların sonlarında Ahî ve Babaî’leri destekleyen Anadolu Selçuklu Sultanı Alaü’d Din Keykubat’ı öldürerek yerine geçen oğlu II Gıyasü’d Din Keyhüsrev, kendisine karşı suikast düzenledikleri savıyla Ahî ve Babaî ileri gelenlerini tutuklaması ile Anadolu Türkmenlerinin Selçuklu’ya başkaldırarak Baba İlyas’ı kurtarmak üzere Amasya’ya doğru çoluk-çocuk yola düştüğünü görüyoruz.
Selçuklu’ların telaşa kapılıp Baba İlyas’ı idam etmesiyle gazaba gelen Anadolu Türkmenleri, toplana toplana, Sultan kenti Konya’ya yürümeye başlar. Selçuklular iyice telaşa kapılır, ordu, Hıristiyan askerlerin de desteğiyle bu çoluk çocuk kalabalığı Kırşehir’in Malya ovasında karşılar. Ve Anadolu tarihinin iki büyük Türkmen kırımından birincisi yaşanır (ikincisi, Sultan Selim’in Çaldıran’a giderken yaptığı kırımdır).
Hemen ardından Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu Selçuklu ordusunu Kösedağ’da yener, bütün Anadolu’yu işgal eder. Tek direniş, Kayseri’li ahîlerden gelir. Sultanlarının yenilgisine karşın, o güne değin bir kentin kendi insanlarının işgale karşı, kendi başlarına yaptığı ilk direniştir.
Kayseri savunması, Sosyoloji tarihinin ilk “vatan savunması”dır.
Bu sırada Konya’da, İmam Gazali’nin yolundan giden Mevlânâ Celâlü’d Din Rûmî, Anadolu’yu işgal etmiş olan Moğollarla onların atadığı Selçuklu Sultanlarını desteklemektedir.
13.yy Anadolu devrimini oluşturan düşünsel alt yapıyı kuran ikinci bilge, Babaî kırımında kardeşi Menteş’i yitirmiş olan Hace Bektaş’tır. Sulucakarahöyük’te (bugünkü Hacıbektaş) tekkesini kurmuş, Babaîliğin dünya görüşünü geliştirerek sürdürmüştür. Ahmed Yesevi’den aldığı “dört kapı” kuramını tersine çevirmiş, kendi düşünceleriyle yoğurmuş, geliştirmiştir.
Buna göre, insan, dört ana aşamadan (kapıdan) geçerek olgunlaşır, hayvanlıktan insanlığa geçer:
1. “Şeriat Kapısı”nda yel insanları, “abidler(kul, insansı)”;
2. “Tarikat Kapısı”nda ateş insanları “zahidler(korku insanı)”;
3. “Marifet Kapısı”nda su insanları “arifler(bilge)”;
4. “Hakikat Kapısı”nda toprak insanları “muhipler(dost)”.
Böylece Hace Bektaş, “Makalat”ında kuldan bireye geçişin, kulları eğitip insanlaştırmanın yolunu çizer.
1240’lı yılların ortalarında Anadolu’ya üçüncü bilge, Sadru’d Din Konevi gelir. Muhyi’d Din ibn ül Arabî’nin üvey oğlu ve öğrencisidir. Şeyh ül Ekber (Büyük Şeyh) denen Arabî’nin ölümü üzerine kitaplarını alarak Konya’ya gelmiştir. Günümüze gelen 168 kitap Konya Yusufağa kütüphanesindedir (son yıllarda kitaplardan 70 kadarı yazık ki, çalınmıştır).
Muhyi’d Din ibn ül Arabî, Hüseyin bin Mansur el Hallac’ın vahdet-i vücud (varlığın birliği) düşüncesini irdeleyen bir tasavvuf insanıdır. Sadru’d Din Konevi de aynı yolu sürdürmüştür.
Ancak Anadolu’ya geldikten sonra Hace Bektaş ve özellikle Ahî Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’la olan yazışmaları (El Mürâselât) ve ilişkileri sonucunda düşüncelerinin daha maddesel, daha dünyevî bir biçim aldığı görülüyor (Sadru’d Din Konevi’nin ibnül Arabî’den gelen sezgiciliğine karşı, Ahî Evren Fahruddin-i Razi’nin öğrencisidir ve akliyecidir).
Buna bağlı olarak Sadru’d Din Konevî, yüzyıllar sonra, Avrupa Renaissance’ından sonra ortaya çıkacak olan “Akılcılık / Rationalism (Descartes, Spinoza)”, “Deneycilik / Ampirism (John Locke, David Hume, George Berkeley)” gibi doğru bilgiye ulaşma kuramları geliştirmiş, dahası, doğru bilgiye ulaşmak için “akıl” ve “gözlem / müşahade”nin birlikte kullanılmasını savunmuştur. Avrupa felsefesinin aynı tartışmalara ulaşabilmesi için 17.yy’ı; hele iki bilgi kaynağının birlikte kullanılması gerektiği düşüncesi için Immanuel Kant’ı, yani 18.yy’ın ikinci yarısını beklemek gerekecektir.
Sadru’d Din Konevi, öğrencisi olan pek çok bilim insanıyla birlikte, bu tartışmaları içeren düşünce akımına, Muhyi’d Din ibn ül Arabî’ye verilen lakaba (Şeyh ül Ekber) uygun olarak “Ekberiyye” demiştir. “Ekberiyye” adına, tasavvufun, görünür (zahiri) bilgilerin altına asıl derin (batın) anlamları bulma becerisiyle (ilm-i batın) bakarsak, çağrışımlarının, gerçekten çok daha derinlere uzanmakta olduğunu görebiliriz.
Sadru’d Din Konevi’nin öğrencileri, onun 1275 yılındaki ölümünden sonra da Ekberiyye hareketini sürdürür.
1299 yılında, Babaîlerin, Ahîlerin, Hace Bektaş düşüncesinin ve Ekberiyye akımından gelen bilim insanlarının (Ahiyân-ı Rûm, Bacıyân-ı Rûm, Gaziyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm) hep birlikte kurdukları Osmanlı devleti, ne Anadolu’da, Selçuklu ve Bizans’ta, ne de tarihte başka Aristokrat devletlerde (sultanlıklarda, kırallıklarda, imparatorluklarda) görülmemiş bir şeyi yapar, devlet danışmanlığını dini gurupların (ulema) eline bırakmaz, akılcı ve gözlemci bilim insanlarına (ilmiyye) verir.
Oysa bilindiği gibi aristokrat toplumlarda “iktidar” tanrının kendisi, kan bağı olan birisi, ya da tanrı vekilleri tarafından kullanılır; sultanlar, kıralar, çarlar taç giyme vb törenlerle din adamları tarafından tanrı adına görevlendirilirdi. Bunun sonucu olarak da din adamları (ulema) aristokrat toplumlarda son derece etkin bir danışmanlık görevini de üstlenmiş olurdu.
Orhan Gazi, İznik’i aldıktan hemen sonra (1231), bugün yeri hala saptanamamış ilk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesi’ni kurar ve Ekberiyye hareketinden gelen bilim insanlarına verir. Bunlar, Sadru’d Din Konevi’nin öğrencileri, ve onların yetiştirdikleridir:
Müeyyedi’d Din Cendi, Davud-u Kayseri, Yar Ali Şirazi, Fahrü’d Din-i Iraki, Kutbu’d Din-i Şirazî, Fenarî ailesi, Kara Hoca, Tacü’d Din-i Kürdî bunlardandır.
İznik’te aynı yarım yüzyıl içinde, iki medrese daha kurulur. Bunlardan biri yine yeri tam olarak saptanamamış olan Hayrü’d Din Paşa medresesi ile bugün ayakta duran ve onarılıp İznik Belediyesi denetiminde Çiniciler çarşısı olarak kullanılmakta olan Süleyman Paşa medresesidir.
İznik, böylece Osmanlı’nın bilim ve kültür merkezi olur, Yıldırım Bayezid zamanına değin Osmanlı Devleti’nin bilimsel danışmanlığını yapan “ilmiyye”nin bulunduğu yaşadığı kent haline gelir.
1.Murat’tan başlayarak yavaş yavaş Selçuklu’nun ve Bizans’ın kulluk düzeninin yeniden tırmanmaya başlaması, Yıldırım Bayezid’in, ilmiyye sınıfının etkisini azaltarak yeniden ulemaya önem vermesi, eski aristokrat yapının yeniden egemen oluşunu göstermektedir.
Bundan sonra Ekberiyye akımı, Aristokrat karşı-devrim süreci içinde yavaş yavaş önemini yitirecektir. Yalnızca, Aristokrasiyi Osmanlı iktidarına taşıyan ve kendine artık açıktan “sultan” dedirten, kendine ilk Osmanlı sarayını yaptıran Fatih Sultan Mehmed’in, İznik medreselerinde yaşamakta olan Ekberiyye’ye özel bir önem verdiği, bu nedenle de Fatih döneminde Ekberiyye’nin kısa bir parlak dönem yaşadığı anlaşılıyor.
Fatih, Sadru’d Din Konevî’nin felsefesinin ana kitabı olan “Müftah ül Cem ül Ğayb” adlı eserini on ayrı bilim insanına şerh ettirir. Farsça’ya tercüme ettirir. Şerhleri ve tercümeyi yapanlar İznik’li Ekberiyye’ci bilim insanları, Kutbu’d Din-i İznikî, Molla Ahmed İlahî’dir.
Yazık ki bugün hâlâ, doğru bilgiye ulaşmak için “akıl” ve “gözlem / müşahade”nin birlikte kullanılmasını savunan Ekberiyye’ci bilim insanlarının hemen hiç birinin kitapları gün yüzüne çıkmamış, doğru dürüst incelenmemiştir.
İşte bu yüzden, özellikle İznik ve, Bursa medreselerinde, insanlığın kapısını geleceğin dünyasına açmak için neler yapıldığının, insanlığın birikimine neler katıldığının ayrıntısını bilemiyoruz. Bilim insanlarına, felsefecilere düşen, pek çoğu Bursa ve İstanbul Eski Eserler kütüphanelerinde bulunması olası olan, Ekberiyye akımının, özellikle bilim ve bilgiye ulaşma konusundaki kitaplarının, bir an önce kültür tarihindeki benzerleriyle karşılıklı olarak incelenmesi, doğru olarak, çevrilmesi ve insanlık tarihindeki doğru yerini alması olmalıdır.
_________________
* [1] “Bursa’da Yaşam” Dergisi Haziran 2007, s:170’de yayınlanmıştır. (“Bursa Olay” gazetesi eki)

3 Kasım 2007 Cumartesi

Sosyal Sınıflar, kültürler, akış kuramı ve gelecek üzerine...




“HEP DEVİNİR!.. HİÇ DURMAZ!.. HEP AKAR!..”[1]
- Akış kuramı düşüncemizi ne kadar etkiliyor? -

Ömer Tuncer

"Akış"ı herkes görebilir, yeter ki içinde yaşadığı kültürün, Aristokrat kültürden sarkagelen "statik" paravanlar önünden çekilsin...

"Akış"ın kendisi çok somut bir şeydir. En azından kendi içerdiği "zaman" denli somut!..

Ayrıca "akış"ı görebilmek yetmez. "Akış"ı anlamak, "akış"ı solumak, "akış"ı sindirmek, yaptığımız her işte yansıtmak, düşüncelerimizin temeline oturtmak gerekir. "Akış" koca bir kültürün üzerine oturacağı kavram: "geleceğin kültürü"nün... "Akış", düşüncenizi üzerine oturtmadığınızda alacağınız her sonucun "yanlış" olacağı ölçüt. Bütün duraganlıkları, bütün statik yapıları en kökünden değiştirecek olan kültürel öge... İnsanevladının geleceğine açılan kapı, en önemli köşetaşı...

"Süreç"in İngilizcesi "process"tir. Oysa "akış" çok başka bir şey. "Akış", şu andaki kavrayışlarımızla, bütün evrenin üzerine oturduğu temel yapı.
İşte biz bu yapıyı Aristokrat kültürün "zamandan ve mekandan münezzeh" duragan bilgisinin temel bilgi olmasından günümüze sarkmış etki ile görmezden geliyoruz. Basitçe ve yalnızca "görmezden geliyoruz"...

Kapitalizmin devindiricisi “kâr” mekanizmasını durdurmak başarılır, doğa –dolayısıyla insanlık- ortadan kalkmaktan kurtulursa, nasıl bir dünyanın gelmekte olduğunu, gelecekte nasıl bir kültürün ortaya çıkacağını, olabildiğince doğru tahmin etmek gerekiyor. Havanın yarın nasıl olacağını, olası en doğru biçimde tahmin etme bilimi, meteoroloji, savaşlarda kullanılmasının önemi nedeniyle olmalı, yıllardır üzerinde çalışılan ve geliştirilen bir bilim dalı. Dünya’yı ve Anadolu’yu yıkan son depremlerle birlikte deprem tahmini de bir bilim olarak hızla geliştirilmeye başladı.

Ancak en az onlar denli önemli bir alanın tahmin bilimi gelişmedi. Ütopyaları özlemlerimiz yaratıyor ama, geleceğe ilişkin bilimsel tahminlere gerek duyulmakta olduğu akla gelmiyor.

Geçtiğimiz dönemlerin kültürünü unutuyoruz, geleceğin kültürü ilgimizi çekmiyor. Yalnızca bugünün değerleriyle yaşıyoruz. Geçmişi de geleceği de bugünün değerleriyle ölçüyor, bugünün değerleriyle yargılıyoruz. Yaşadığımız kültür sanki hep böyleydi, hep böyle kalacak!.. Bugünün doğruları sanki genel geçer doğrular. Değerlerimiz, bilgilerimiz, kanılarımız sanki “bir tanrı tarafından verilmiş”… Ve hiç değişmeyecek!..

Oysa, bütün bilgilerimizin, değerlerimizin, kültürümüzün yargılanabilir, değiştirilebilir, değişebilir olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bilginin, bir yanında gerçeklik, öte yanında “insan”, yani “biz” olmadan ortaya çıkamayacağını, bizim de hem biyolojik, hem bilgi birikimi bakımından değişken (gelişken) olduğumuzun, dolayısıyla bütün kültürümüzün, bilgilerimizden değerlerimize, durmadan değişmekte, gelişmekte, akmakta olduğunun ayırdına varmamız, yeni kültürümüzü akan bir yapı üzerine kurmamız gerekiyor.

Gele gele, yine geldik Anadolu kocası, koca Herakleitos’un yaklaşık 2500 yıl önce Ephesos’tan (İzmir-Selçuk) bas bas bağırdığı düşüncesine:

Panta horei.
Kay avden menei.
Panta rei!..
(Hep devinir.
Hiç durmaz.
Hep akar!..)
İnsanlık, Herakleitos’un uyarısını binyıllar boyu duymazdan geldi.

Koca koca dinler, mesihleri, peygamberleri aracılığıyla “akış”ın yalan dolan olduğunu, asıl gerçeğin tanrısal ve değişmez olduğunu, bunun da zamana uzaya bağlı olmadığını, kafamıza kaktı durdu.

Bu kültür, bugünden o denli uzaklarda kaldı ki, yaşayan kültürümüzün nereden etkilendiğini artık anımsamıyoruz bile. Bir yandan o gün yaşananları bugünün değerleriyle yargılamaktan, öte yandan o günden bugüne sarkan değerlerle yaşamaktan kendimizi alamıyoruz, kurtulamıyoruz.

Osmanlı sultanlarının idam ettirdiği sadrazam sayısına bakarak, “insan nasıl olur da neredeyse yarı yarıya idamla sonuçlanacak bir sadrazamlık serüvenini baştan kabul edebilir” diye şaşıyoruz. Öte yandan oluşturmaya çalıştığımız örgütlenmeler, aynı kültürel mantığın sonucunda tepedenci lider örgütlenmeleri olmazsa çalışmıyor.

Bir yandan akışın tarihi etkilediğini söylüyoruz, öte yandan tarihte kalmış kişilerin yapıp ettiklerini, bugünkü değerlerimizle yargılıyor, davranışlarının doğru ya da yanlış olduğunu bugünkü değerlerimizle anlamaya çalışıyoruz!..
Yarattığımız bilim, bir yandan sonuçlarının değişebilirliğini söylüyor, öte yandan değişmez bilgiye ulaşmaya çalışıyor.

Bir yandan yönetilenlerin yöneteceği demokratik toplumlar oluşturmaya çalışıyoruz, öte yandan yönetilenleri susturmak için elimizden gelen her türlü yöntemi uyguluyoruz!..

Yönetenlerimizi kendimiz seçiyor görünüyoruz, ama seçilir seçilmez efendimiz gibi davranmaya başladıklarında, hiç yadırgamıyoruz!..

Ümmet toplumlarına karşı yaptığımız burjuva devrimleriyle laikliği getiriyor, insanlar arasındaki dinsel ayrılıkları ortadan kaldırdığımızı düşünüyor, ama ulusal ayrılıkları en sert biçimde gündemde tutarak birbirimizle en ağır kanlı çatışmalara, savaşlara girebiliyor, girenleri destekleyebiliyoruz.

Üstelik bunu yaparken Marxçı, yani üretime emeğiyle katılanların yanında olduğumuzu söyleyebiliyoruz.

Aradaki zıtlıklar dikkatimizi hiç çekmiyor!.. Görmeden, yadırgamadan yaşayıp gidiyoruz.

Her zaman bir şeylerin “geçiş dönemi”dir. Bu yüzden “geçiş dönemindeyiz” diye hayıflanmak durumunda değiliz. Bütün bir yaşam, dahası evrenin sonsuz-sınırsız yaşamı bile koca bir “geçiş dönemi” değil mi?

Geleceği tahmin etmenin bilimsel ölçütlerini bulabilir miyiz?

İlk verileri Marxçı sosyolojiden alarak kültür tarihindeki değişiklikleri bir çizelgeyle göstermeye çalışır ve geleceği, geçmiş-bugün noktalarını temel alan bir doğrultuyla “tahmin” etmeye çalışırsak, (her türlü yeni veriye, geliştirilmeye ve eleştiriye açık olmak üzere) sosyo-kültürel yapının yukarıdaki tabloda olduğu gibi gelişmekte olduğunu görebiliriz.
Bu tahmin, geleceğin değerlendirilmesinde, davranış ve düşünüş doğrultumuzun düzenlenmesinde bize yol gösterebileceği gibi, bütünü görmemize, dolayısıyla bugünkü değerlerimizi eleştirel bir bakışla gözden geçirmemize yarayacaktır.
İnsanlık, hayvansı dönemini avcı-toplayıcı dönemiyle birlikte tamamlar, avladıklarını ve topladıklarını kendisi üreterek daha yeterli ürüne ulaşacağını anladığı ve bunu uygulamaya başladığı döneme, toprağa yerleştiği, köyler kurduğu yerleşik döneme geçer.

Bilindiği gibi, üretim, üç ana elemandan oluşmaktadır: “Doğa”, “sermaye”, “emek”. İş bölümü başlamadan üç eleman da aynı insanların elinde bulunmaktadır. Üretimin bütün insanlığa kolaylıkla yettiği bu mutlu günlerde, doğa, alabildiğine kullanılabilecek alanı vermektedir. Toprağın işlenmesi için gereken sermaye, yine doğadan toplanmış taşlarla, kestikleri ağaçlarla oluşturdukları basit araçlar, belki amaçlarına göre evcilleştirdikleri hızlı ya da güçlü hayvanlardır. Emek ise zaten herkesin elindedir. Böylece üretim, kolaylıkla yapılabilir.

Ardından köylerin büyümesi sonucunda, iş bölümüyle sosyal sınıflar da ortaya çıkmaya başlar. Toprak insanlara yetmez olur. Bu dönemde kabileler arasında toprak kavgaları başlamış, alınan tutsakların öldürülmek yerine çalıştırılması gelenekleşmiş, köleci döneme geçilmiştir. Bu arada kabile yöneticileri, kırallar ortaya çıkar.

Üretimde “doğa”yı elinde tutan sınıf: Aristokrasi[2] ve Aristokrat Kültür

Kırallar, başlangıçta, doğanın güçlerinden yararlanabilen insanlar iken zaman içinde doğayı denetleyebilen, dahası yaratan gizil güçlü varlıklar sayılmaya başlar. Bu anlayış, önce tanrı-kıralları, sonra peygamber-kıralları, halife-kıralları ortaya çıkarır. Bunlardan hangisi olursa olsun, tanrısaldır. Kimi zaman “tanrının kendisi[3]”, kimi zaman “tanrının oğlu”, kimi zaman “tanrı soylu[4]”...

Üretimde “doğa”yı elinde tutan bu tanrısoylu sosyal sınıfın adı Aristokrasidir. Aristokrat kültür, tanrıdan köleye, herkesin birbirinin kulu olduğu hiyerarşik bir sosyal yapı oluşturmuştur. Bu yapıda herkes bir öncekinin kulu, bir sonrakinin efendisidir. Herkes altındaki hiyerarşik basamaktakileri kendi üstündekilerden aldığı vekaletle yönetmekle görevlidir. Bütün evren en üstteki tanrının “mülk”üdür. Bu mülkün bir parçası olarak “devlet” kavramı da “mülk” sözcüğüyle anlatılır. Bugün hala mahkemelerde yazılı olan “Adalet mülkün temelidir” sözündeki “mülk” “devlet” demektir.

Tanrı mülkünü, işgal etmiş olan yabancı ellerden kurtarmak için fethe çıkılır. Alınabildiği denli geniş topraklara tanrı adına el konur. Oralarda yaşayan insanlar ya öldürülür ya tutsak edilir ya da “kul”laştırılır; sözgelimi Osmanlı’da Müslüman edilir.

Osmanlı sadrazamları kendi canlarının sultanın iki dudağı arasında olduğunu elbette biliyordu. Oldukça büyük bir olasılıkla, sultanın bir gazabı sırasında ölüm fermanlarının çıkacağını da… Ama uygulanmakta olan “kul hiyerarşisi” gereği bu yargı, tanrı adına veriliyordu ve hesabı sorulamazdı. Çünkü sadrazam, kendisi de “kul”du ve kulluk bilinci edilgen olmayı getiriyordu. Kulların, efendilerine karşı “boynu kıldan ince”ydi.

Toplumsal bilinç kavramı “ümmet”tir. İslamiyet’te “Muhammed’in ümmeti”, kulları (ümmileri / bilmezleri, Muhammed’e göre kulluk katı daha aşağıda olanlar, onun tanrının vekili -kendilerinin efendisi- olduğuna iman edenler) demektir.

“Kul” bilinci edilgendir. Ancak kendi üstündeki efendiden aldığı yetki ve güçle etkinleşir. Yaptığı her şeyi efendi tanrı adına yapar. Kullandığı güç tanrının gücüdür. Bu yüzden söz gelimi Anadolu kültüründe Yunus Emre’ye değin hiç kimse yazılarını imzalamamıştır. Kulların yazıları, tanrının vahyettikleridir. “Vahiy”, yalnız Kur’an için geçerli değildir. Bütün yaratılar vahyedilmiştir. “Yaratılmış” hiçbir şey kulların özgürce yaratımı olamaz. Onlar ancak tanrının kendilerine vahyettiğini ortaya çıkarma buyruğu almış olanlardır. Bu yüzden Ahmet Yesevi’ye, Yunus Emre’ye değin hiçbir yazıya imza atılmaz. Anadolu’da yapıtlarına ilk imzayı, “Beni bende (kul) demen bende değilem” diye, kul olmadığını açıktan söyleyen ilk insan olan Yunus Emre atar. Hıristiyanlıkta Renaissance öncesine değin kilise resimlerine imza atılmaz, resmin ressamı bilinmez. Anadolu’da Kapadokya oyma kiliselerindeki duvar resimleri bunun en ilginç örneklerindendir.

Aristokrat kültürün temel kültür kavramı “değişmezlik”tir. Zaman ve değişme, mekân ve mekânsal algılama, yalnızca kulların zavallılığı karşısında pratik yaşamlarını sürdürebilmeleri için insanlara verilmiş yanılsamalardır. “Tanrı, zamandan da mekândan da münezzeh[5]”tir. Onun yaratısı olan evren, bir değişmezlik içinde yalnızca “öylece durur”.

Dolayısıyla evrene, ve tabii her şeye ilişkin “bilgi” tektir, değişmezdir[6]. Kulların dışında, üstünde, ancak tanrının kavrayabileceği erişilemezliktedir. Bu bilgi de tanrısal olması nedeniyle zamandan ve mekândan arıdır. Ama insanlar yine de “kullar” olarak bu bilgiye ulaşmaya çabalayabilirler. Ulaşabilecekleri yalnızca gerçeklerin gölgeleridir[7].

Bilgi, kutsal kitaplarda yazılı olanlardır ve onlardan çıkarım yoluyla elde edilenlerdir. Tanrı, kullarına, bilgi elde edebilecekleri ana kaynağı vermiştir. Aristoteles’in Organon’u, “çıkarım”ı, bu bilgiyi elde etmenin yolunu göstermektedir. Ama elde edilen yeni bir bilgi değildir. Çıkarım ile var olan tanrısal bilginin kulların yeteneği oranında görülür olması sağlanır, o kadar.

Ortaçağ’ın bilgi edinme yolu budur. Temel kitaplar, Kutsal Kitap ile Aristoteles’in Organon’u olmuştur. Bu yolla elde edilen bilgi dışında hiçbir bilginin doğru olma olanağı yoktur. Başka bilgi arama sapkınlık sayılmış, engizisyon tarafından cezalandırılmıştır

Roma imparatoru Marcus Antuanius’un Kleopatra’ya hediye ettiği Bergama Kitaplığının 250 000 kitabını da içeren İskenderiye kitaplığı yakılır, kitaplar ortadan kaldırılır. Bazı kaynaklara göre Bizans imparatoru Theodosius’un verdiği emirle İskenderiye başpiskoposu Teophilos’un, bazı kaynaklara göre de Halife Ömer’in buyruğuyla Amr İbnül As tarafından yakılan kitaplığın, ünü dünyayı tutmuş kitaplarının bugün ancak küçük bir bölümünün adları, bir bölümünden de kısa anekdotlar günümüze ulaşmıştır. Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, İskenderiye kitaplığını yakma nedeni aynıdır: Kutsal kitap dışındaki kitaplar insanı dinden çıkarır!..

Kültür tarihinde Aristokrat kültürün egemen olduğu bu dönem, Köleliğin başlangıcından, Ortaçağ sonuna, Renaissance’a değin sürecek, güçlü kültürel izleri günümüze değin yaşayışımızı etkileyecektir.

Toplumsal bir şey yapabilmek için mutlak bir önderin varlığına gerek duymak, lider çevresinde tepeden aşağı örgütlenerek sorunlara çözüm bulunacağını sanmak; devletin yönetilenlerin hizmetinde olduğunun bilincine varamamak, ona “efendimiz”, ya da “babamız” olarak bakmak; dinsel dogmaların hepsi; bir yerlerde var olan bilgiye ulaşma çabası, bilginin değişirliğine ve gelişirliğine göre bir türlü uyum sağlayamamamız, akış kuramını kavramakta ve uygulamakta zorluk çekmemiz, kulluk düzeninden günümüze sarkan ve bütünüyle arınamadığımız Aristokrat kültür ortamının artıklarıdır…


Üretimde “sermaye”yi elinde tutan sınıf: Burjuvazi[8] ve burjuva Kültürü

Kültür tarihinin ikinci büyük adımı, üretim elemanlarından sermayeyi elinde tutan burjuva sınıfının egemen olduğu, baskın kültürün “birey” kavramına dayandığı dönemdir.

Şu anda bu dönemin içinde yaşıyoruz…

26 Mart 922’de, Düşünceleri yüzünden Bağdat’da, parçalanarak idam edilmiş olan Hüseyin bin Mansur el Hallaç(Hallac-ı Mansur oğlu Hüseyin)’ın düşüncelerinde ilk kez, “kul”luktan kurtulup “birey” olma, bunun için tanrıyla birleşme, aynılaşma çabasını görüyoruz.[9]

Farabi, İbn Sina, Ömer Hayyam gibi bilgelerden geçerek gelen birey kültürünün, 13.yy’da Moğolların önünden Anadolu’ya kaçan ve Horasanî[10]’ler denilen bilgelerin oluşturduğu ortamda dizgeleştiğini[11], toplumsallaştığını üstelik burada, Anadolu’da, ard arda kültür tarihinde ilk kez, “kul” kültürüne bağlı olmayan iki devlet kurulmasına neden olduğunu görüyoruz. Bunlar “Ankara” ve “Osmanlı” devletleridir[12].

Akış içinde doğup, gelişip yok olan hiç bir sosyal yapı, doğumundaki "doğruluk"u, "haklılık"ı ölümüne değin taşıyamaz. Sosyal yapıların (yandaşları dolayısıyla) akışa ayak uyduramayan statik karakteri -akışın getirdiği değişikliklerle- gereklilikleri ortadan kalktığında, tutucu bir nitelik kazanarak, bir süre daha yaşamaya direnir. Üstelik bu direnç o denli keskinleşir ki, oluk oluk dökülen kanlara neden olabilir.

Doğaldır ki Aristokrat “kul kültürü”, kurulmakta olan bu yeni kültüre direnir. İnanılmaz çoklukta kan döker. Kırşehir Malya ovasında 1240’ta Selçuklu aristokrasisinin Bizans’lı Hıristiyanlardan da destek alarak, çoluk-çocuk demeden döktüğü kan, Şeyh Bedreddin, müritleri Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa kalkışmalarında (1410-1415 sıraları) dökülen kan, Sultan Selim’in 1514’te Çaldıran’a giderken döktüğü çoluk-çocuk kanı birbirine karışır!..

Osmanlı’da 1.Murat’tan Yavuz Sultan Selim’e dek sürecek uzun bir karşı-devrim sürecine girilecek ve Aristokrasi, Osmanlı Devleti içinden Anadolu’ya yeniden egemen olacaktır.

Aristokrat kültür, Anadolu’da Kemalist Burjuva Devrimi’ne değin egemenliğini sürdürecektir.

13.yy Anadolu’sundaki gelişmeler sürerken İstanbul’u işgal etmiş ve Anadolu’yla ilişki içinde olan Haçlı şövalyelerin, dönüşlerinde götürdükleri kültürel birikimin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Bunun belirtileri zaman zaman ortaya çıkabilmektedir[13]. Dönen şövalyeleri Anadolu’da saptırılmış olmakla suçlayarak halkın önünde yakılmaya değin götüren engizisyon kararlarının gerekçelerini ve şövalyelerin engizisyonda yaptığı savunmaların ele geçmesi ile ancak, bu durum aydınlanabilecektir.

Olasılıkla “birey” kavramını tanrılaştıracak denli öne çeken 13.yy Anadolu tasavvufundan, haçlı şövalyeler tarafından taşınan kültürel etkinin de katkısıyla, 300 yıl kadar sonra, Avrupa’ya, insanı “kul”dan “birey”e dönüştüren Renaissance kültürünün gelmekte olduğunu görüyoruz.

“Birey” kültürü, toplumsal alanda “millet/ulus” kavramlarını ortaya çıkarmaktadır. “Ben” kavramının tek insan üzerindeki yansıması “birey”, toplumdaki yansıması “ulus” kavramını oluşturmaktadır. Aristokrat “kul”luk düzeninde ümmetler arasındaki çatışma, tanrı “mülk”ünü işgalcilerin elinden kurtarmak için fetihler yapma haklı(!)lığı, Burjuva ulus kültüründe “başka uluslara egemen olma” ve “kendi yurdunu başka uluslardan koruma” haklılığına dönüşmüştür. “Kul”luk düzeninde, kendi tanrısına kul olmayanları kulluğa davet etmek gibi dinsel gerekçelere dayanan Emperyalizm, sermayenin egemen olduğu burjuva “birey” düzeninde, kendisi için ucuz ve denetlenebilir hammadde ve tüketici elde etmek haklılığıyla(!) sömürü düzenini sürdürür. Ümmetlerden oluşan kırallıklar, imparatorluklar ulus-devlet modeline dönüştükçe, sömürgelerini bırakmaz ve bu yeni gerekçelerle ekonomik kuşatmalarını sürdürürler.

Aristokrasinin toplumsal bilinç kavramı olan “Ümmet” de, burjuvazinin toplumsal bilinç kavramı olan “ulus” da insanları birbirinden ayıran, kendi ölçütlerine göre toplumlar arasına sınırlar koyan ve “öteki”nin elindekini kendi ekonomik/kültürel gereksemelerini gidermek için almayı haklı çıkaracak gerekçeleri arayan oluşumlardır. İnsanlar yaşadıkları kültürü oluştururken, ihtiyaç duydukları gerekçeleri de yerleştirmektedir.

Bugünün değerlerine göre insanî açıdan en “doğru” görünen, “kendini koruma” güdüsüyle öteki “ümmet”, “ulus” gibi topluluklara karşı savunma içinde olanlardır.

Ancak bu ayrılıkçı yapı, haklı ya da haksız, hangi gerekçeyle olursa olsun, insanlar arasındaki savaşların, sürmesine neden olmaktadır.

“Ulus” toplumları, Aristokrat “kul” düzeni karşısında “birey”leşme savaşımı verdiklerinde, kazandıkları ilerici, devrimci niteliği, başka uluslara egemen olma ya da geleceği durdurma savaşımına dönüşünce yitirmekte ve “tutucu”, “gerici” konuma düşmektedir. Bu da “ümmet” gibi “ulus” toplumsal yapılanmasının ayrılıkçı niteliğinden gelmektedir.

Burjuva toplumunun örgütlenmesinde, üzerinde yaşanılan toprak, “mülk”(tanrının) olmaktan çıkmış, “vatan/yurt” kavramına dönüşmüştür. “Yurt” artık “ben”liğini kazanmış, tanrılaşmış olan “birey”in, dolayısıyla da “ulus”un malı olmuştur. Şimdi onu gözü bu toprakta olan “öteki”ne karşı korumak gerekecektir.

Burjuva toplumunun üyesi olan insan, artık “ben”dir, “birey”dir. Her “birey” ayrı ayrı kendi dünyasında yaşar. Çeşitli “birey” dünyaları arasında çıkar karşıtlıkları olabilir, çıkar birlikleri yapılabilir. Burjuva toplumu, bunlara olanak verir: Karşıtlıklar arası ölümüne yarışlar yapılabilir, çıkar birlikleri, şirketler, dernekler kurulabilir.

Aristokrat toplumlardan kalan bir kültür sarkmasıyla insanlar kendisi gibi düşünmeyenlerin kuracakları örgütleri göz önünde tutma, onların hareketlerine yasal olan ve olmayan yollarla engeller koyma hakkını kendinde görebilmekte, bunun için devlet örgütü bile, elinde tutanlar tarafından kullanılabilmektedir.
Aristokrat “kul” bilinci “edilgen”dir. İnsan, kulluk basamaklarında kendi üstündekilerin hepsini birden efendi olarak kabul ettiği için saygı göstermek istediğinde, çoğul olarak “siz” diye hitabeder. Bugünkü dile kibarlık olarak geçen bu söyleyiş, Aristokrat kültürden kalmadır ve “kulunuzum” anlamını taşımaktadır[14]. Yalnızca tanrı, en üstteki “tek” efendidir, herkesin efendisidir. Üzerinde başka kimse olmadığı için, ona, tekil olarak, “sen[15]” diye hitabedilir.
Oysa burjuva kültürünün “birey” bilinci “etkin”dir. Birey, tanrıdan vekalet almasına gerek olmadan girişimci olabilir, yeni organizasyonlar kurabilir, vatanını savunabilir. Geçim kaygısıyla savaşım verip kazanmaya çalışabilir. Köşe dönüp bir üst zenginlik katmanına çıkmaya uğraşabilir. Sermaye biriktirip -ya da herhangi bir yerden sağlayıp- yeni girişimlerde bulunabilir. Bu amaç için gereken çok şey burjuva toplumlarında yasaldır. Dahası, üst katmanlara tırmandıkça, yapılan yasadışılıklar da yasallaşır, gözlere görünmez olur, övgüye değer sayılır.

Burjuva kültüründe “bilgi” dinamiktir. Bilgi edinme yöntemi “tümevarım”dır. İnsanla birlikte, onun yeni usavurmaları, yeni gözlemleri ve yeni deneyleri ile değişebilir. Yeni verilerin toplanma yönteminde yapılabilecek değişiklikler ve bunlarla yeni yorumlara ulaşılmasıyla, daha gelişkin bilgi oluşturulabilir.
“Bilgi”nin bir yanında gerçeklik, öte yanında insan vardır. Gerçeklik değişmez olsa da, İnsanların, deneyleri, gözlemleri arttıkça, değiştikçe bilgi de değişir, gelişir. Renaissance sonrasında bu dinamikliği yaratan, matematiksel “akıl”ın(rationalism), “deney” ve “gözlem”in(empirism) bilgi edinme yöntemleri arasına alınması olmuştur (metafizik ve matematik tümdengelim; doğa bilimleri için tümevarım / Aydınlanma).

Bu dönem, bilimsel bilgileri özgürlüğüne kavuşturan ve bugüne değin bilimin gelişmesini sağlamış olan dönemdir.

Aydınlanma, Aristokrat toplumsal kültürün bilgi edinme yöntemi olan "tümdengelim (ki metafiziğin yöntemi de budur)"in üzerine "tümevarım"ı da bilgi edinme yöntemi olarak koyan bir yapı olarak ortaya çıkar. Akış içinde bunun da kendi iç süreçleri oluşur. Rationalistler, Descartes ve Spinoza, metafiziği sistematize etmeye çalışır ve tümdengelimi matematiğin kullandığı biçimiyle, bilgi edinme yöntemi olarak almaya çalışırlar.

Ardından "Aydınlanma"yı getiren Empiristler, Locke, Hume, Berkeley, işin içine deney ve gözlemi de katarak bilgi edinmede "tümevarım"ı fiilen bilgi edinme sürecine katarlar.

Biraz geri çekilip bakarsak bu süreç bize kısaca şunu anlatıyor:

Statik(duragan), değişmez tanrısal hakikat (doğru bilgi) dışında, insanevladının bulabileceği başka doğru bilgiler de vardır!.. İnsanlar bunu deney ve gözlemleriyle bulabilirler (oysa tanrısal hakikat dışındaki bilginin olanaksız, yanlışlığı kesin ya da sapkın olduğu savıyla koca İskenderiye kitaplığı, aristokrat kültür yandaşı tek tanrılı din mü'minlerince yakılmış, insanlığın kültür birikimi yok edilmiştir).

Tümevarım yönteminin bilgi edinme sürecine girmesi, yapılacak her yeni deney ya da gözlemin, değiştirebilme niteliği nedeniyle, bilgiyi oluşturan süje-obje bağının "süje" yanına değişken nitelik kazandırmıştır. "Bilgi"nin "nesne"den gelen yanı olarak "Obje", yine değişmez, dahası tanrısal özelliğini korumaktadır.

Şimdi daha da geri gidersek, bu yapı ("kul" kültürüne karşı "birey" kültürü), Aristokrat kültür yapısının (zamandan ve mekandan münezzeh "tanrı", ve tanrısal, değişmez bilgi olan "hakikat/truth" ) içinden, bildiğimiz kadarıyla Hallac-ı Mansur'la 9.yy'da doğar. Sonra İbn Sina, Farabi, Ömer Hayyam; sonra 13.yy Anadolu bilgeleri, Hace Bektaş, Ahi Evren, henuz çok iyi bilmediğimiz Sadrettin Konevi (bilgi için akıl ve gözlem yöntemlerini Rationalistler ve Empiristlerden çok önce, 13.yy'da önermiş, öğretisine bağlı Ekberiyye adlı bir bilim ekolü oluşturmuştur; bu ekolden bilim insanları Osmanlı'nın kuruluşunda İznik Medreselerinde, devlet danışmanı olarak Ulema'nın yerini almış olan İlmiyye sınıfını oluşturmuştur. http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadolunun-bilinmeyen-bilim.html)

Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Akış içinde aynı sürecin kimi noktalarında “doğru”lar bulmamız, kimi noktalarında da "yanlış"lar bulmamız, günümüzün değerleriyle olanaklıdır. Söz gelimi Fransız Devrimi, Aristokrasiye karşı doğru zamanda doğru yapılmış bir devrimdir. Ama bu devrimi yapan Fransız burjuvazisinin oluşturduğu kültürün bir parçası olarak söz gelimi Fransız milliyetçiliğini (ve tabii dünyadaki bütün ulusçuluk/milliyetçilikleri) bugünün değerleriyle doğru bulmamız olanaklı değildir.

Yurttaşımız Herakleitos'un kültürünü sürdüren Anadolu'muzun güzel deyişiyle "Köprülerin altından çok sular akmıştır"...

Aydınlanma, Renaissance sonrası için doğru bir "bilgi edinme hareketi"dir. Bunun ardılıdır diye bugünkü küreselleşmeden yola çıkarak Aydınlanmayı yadsıyamayız. Tabii Hallac'ı da yadsıyamayız, Anadolu Tasavvufunu da, Osmanlı'nın kuruluşundaki ilmiyyecileri de...

Şimdi artık, bilgi edinme yöntemleri için "obje"nin de "süje" gibi akış içinde olduğunu savlayan ve sistematize eden bilgi edinme yöntemlerine gerek vardır. Geleceğin "bilgi"sinde "süje"nin ve "obje"nin, her ikisinin de akışa bağlı olarak değişebilirliğini, gelişebilirliğini hesaba katan yöntemlerin geliştirileceğini düşünüyorum.
Bugünkü küreselleşmenin yan ürünü gibi ortaya çıkmış olan ve bütün modernizmi bir kalemde reddeden Post-Modernizmin bu kültürel ihtiyacın üstüne oturtulduğunu ama sonunda henuz çözüm bulamadığı ve sistematize edemediği için çöktüğünü düşünüyorum.

"Akış"ı doğru dürüst inceleyip bütün özellikleriyle ele almak ve aşılması gereken sosyo kültürel yapının her dönem için hangisi olması gerektiğine, doğru karar vermek gerektiğini düşünüyorum.

Kaldı ki küreselleşme, dünyamızın sermaye egemenliğinden kurtulması sürecinde, geleceğin ulus-devlet sonrası sosyo kültürel yapılanması için, kullanılabilecek bir temel oluşturabilir. Marxçılığın gelecek için öngördüğü "enternasyonalizm"i unutmamamız gerekir. “Ulus Devlet”imiz ilelebed payidar kalmayacaktır. “Akış” onu da değiştirecektir.

Bu bağlamda Sosyalizm'e ilişkin düşüncelerimize de bir kez daha bakmak gerektiğini düşünüyorum:


Üretimde “emek”i elinde tutan sınıf: Proleterya[16] ve geleceğin dünyasında ortaya çıkabilecek olası Proleter Kültür.[17]

Her sosyal sınıf, bir önceki sınıfın üretime katkısını, kendi katkısına dönüştürme yeteneğine sahiptir. Burjuva sınıfı, Aristokratların üretime katmış olduğu “Doğa”yı sermayeye dönüştürmüştür. Böylece burjuva egemenliğinde üretim için aristokrat sınıfa artık gerek kalmaz. Proleteryanın ise sermayeyi, bir toplumsal organizasyon ile üretime katacağı düşünülür. Bu toplumsal organizasyonun genel adı “kamu”dur. Ancak 20.yy deneyimlerinde proleterya için “kamu” kavramının aristokratların yönetim örgütü olan “devlet” biçiminde anlaşılması yanlışlığına düşülmüştür. ve ortaya baskıcı, bürokratik “polis devletleri” çıkmıştır.

“Kamu” kavramı üzerinde çalışmak ve “kamu”yu organize etmek gereklidir. Proleter devrim süreci ilerledikçe, bu kavramın, gereksemeler doğrultusunda yerli yerine oturacağı düşünülebilir. Ancak bilim insanlarının (özellikle sosyologlar, ekonomistler, siyasal bilimciler vb) eski-yeni gereksemeleri göz önünden ayırmadan bu konuda yeni kuramlar üretmesi beklenir.

Proleter kültürün toplumsal bilinç kavramı “yönetilen” yani “halk”tır. Burjuva sınıfının ortadan kalkmasıyla “yönetilen”in kendini yönettiği toplumsal modelin, yani gerçek demokrasinin ortaya çıkacağı düşünülür. Bugünkü iki sınıflı toplumda burjuva sınıfı, devlet (toplumsal örgüt) yönetimini elinde tutmakta ve sermayenin işleyişine göre kullanmaktadır.

Bu arada, doğanın gelecek kuşaklara sağlıklı teslim edilmesi, insanların birbirine düşmanlık olmadan yaşaması, evrensel kaynakların insanlar arasında eşit paylaşımı gibi genel ölçütler sermayenin işleyişine uygun düşmemekte, bu yüzden de burjuva toplum dizgesinde kabul görmemektedir. Doğanın kendini yenileme gücünün insan marifetiyle yok edilmekte olduğu, memelerinin süt yerine kan çıkıncaya değin sömürülmekte olduğu konusundaki bilimsel uyarılar 20.yy’ın ikinci yarısından bu yana çığlık çığlığa yapılmakta ama ancak sürekli “kâr”ını artırarak yaşayabilen sermayenin iç işleyişi gereği, umursanmamaktadır.[18]

Öte yandan proleter kültürün oluşma süreci, sermaye tarafından her alanda engellenmekte, bir süre geciktirmek için olsun, her türlü yöntem kullanılmaktadır. Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’in oluşturduğu propaganda yöntemleri, “halkla ilişkiler” yumuşatılmış adıyla sermaye tarafından büyük paralar dökülerek bu amaç için kullanılmaktadır.

Söz gelimi, “ulus”ların olabildiğince uzun süre yaşatılabilmesi, bir yandan insanlığın parçalanmış halde kolay yönetilebilmesi, öte yandan silah sermayesi adına birbiriyle kanlı kavgalar içinde olmaları için “yönetilenler” anlamındaki birleştirici “halk” kavramı, “halklar” biçiminde “uluslar” anlamında kullanılmaya başlanmış ve Marxçı oluşumların, aralarındaki ulusal ayırımlarla parçalı tutulma çabası başarıya ulaşmıştır. Şimdi, “halklar” kavramı da eskiyince, yine aynı “halkla ilişkiler(!)” disiplini doğrultusunda, Marxçı oluşumlar arasındaki ulusçu ayrılıklar “kimlik” kavramıyla canlı tutulmaya çalışılmaktadır. Bu “kimlik” aslında “ulusal kimlik” anlamındadır ve insanlar, ayırımcı “ulusal kimlik” bilinciyle yaşatılarak aralarındaki ayrılığın olabildiğince uzun sürmesine katkıda bulunulmaktadır.

Oysa birleştirici “yönetilenler(=halk)” kavramı sermaye sınıfının ortadan kalkmasıyla, geleceğin, emeğiyle geçinenlerin, gerçek demokrasi dünyasının temel kavramı olma potansiyeli taşımaktadır.

Yönetilenlerin kendilerini yönettiği gerçek demokrasilerde, toplumsal örgütlenmenin, burjuva ulus-devlet modelini hızla aşacağı ve evrenselci bir yapıya dönüşeceği tahmin edilebilir. Bugüne değin burjuva toplumsal kültürü etkisiyle, bu yapının adının “enternasyonalist” olacağı tahmininde bulunuluyordu. Ancak toplumların “ulus/nation” temeline göre değerlendirilmemesi gereği, “ulus/nation” temelli bir kavram yerine, bize evrenselci, yani bütün insanlığı (belki gelecekte bütün canlıları, dahası bütün evreni) kuşatacak bir yapılanmanın gereğini ortaya koymaktadır.

Sermayenin, son yarım yüzyılda geliştirdiği, “küresel/global” kavramı, ancak sermayenin çıkarına ve onun ulusal sınırları kolayca aşabilmesi için oluşturulmuş yapay bir kavramdır. Oysa “insan”, çok daha evrensel uzaklıkları kapsayabilecek bir yaratıyı yaratabilecek düşgücüne sahip bir varlıktır da. Bilindiği gibi insan, bütün tasarımlarında işe düşgücüyle başlar. Bu yüzden dünya dışına da taşan “evrenselcilik”, “insan”a çok yakışan, bütün doğayı her şeyiyle birlikte içeren bir konumdur.

“İnsan”ın, bugünkü burjuva toplumları içinde, kendi çıkarları için toplumla yaşamak zorunda olan “birey” olmak yerine, gelecekte, toplumsal yarara bağlı, “dayanışmacı üye” konumunda olacağı düşünülmelidir. Geleceğin toplumunda üyelerin, her şeyi, birlikte ve Anadolu kültüründeki “imece” benzeri -belki de çok daha gelişkin- bir anlayışla üretmeleri öngörülebilir.

İnsanın “toplum üyesi” olarak bu kültür içinde geliştirebileceği bilinç, burjuva birey toplumlarında olduğu gibi etkin bir bilinçtir. Ancak bu etkinlik, yarışmacı bireysel etkinlik değil, hep birlikte üretime dayanan, dayanışmacı bir etkinliktir.
“Birey bilinci”nin yarışmacılığı, yalnızca kazananların üretim enerjilerinin kullanıldığı, kazanamayanların enerjilerinin boşa gittiği bir etkinlik tarzıdır. Kazananların yarışmada yitirdiği enerji de boşa gidiyor. Oysa “toplum üyesi” bilincinin dayanışmacı etkinliğinde, dayanışarak üreten bütün toplum üyelerinin enerjilerinin, yitirilmeden üretime yöneleceği ve insan enerjisinin boşa gitmeyeceği varsayılmalıdır.

Bugünkü yarışmacı toplumlarda yitirilen insan enerjisinin kullanılması durumunda, toplum üyelerinin üretim enerjileri, toplumun tüketimine ve paylaşımından çok daha fazlası için yeterli olacağı düşünülebilir. Doğal ki bu durumda, insana “insanca yaşamak” (aşk, çocuğuyla ilgilenme, kültürel etkinlikler, okuma, yazma, bilim ve sanat gibi her alanda yaratma vb) için çok daha fazla zaman kalabileceği hesaplanabilir.

“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; mezar böceklerinin ve toprağın yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.”
KARL MARX (1844 Elyazmaları)

İnsanın bütün bilgisini üzerine kurduğu temel kültür kavramının, Aristokrat “kul” kültüründe “değişmezlik”, burjuva birey kültüründe postmodernizme değin varan “görelilik” olduğu gibi, geleceğin kültüründe “akış” kavramına oturacağı düşünülmelidir. Burjuva “birey” kültürünün bireylere göre “göreli” bilgisi, Herakleitos diyalektiğinin “zaman” kavramı ile de birleşerek “akış”ı oluşturacağı söylenebilir. Doğal ki bu durumda bütün bilgilerimiz sürekli bir değişim ve gelişim içinde bulunacaktır.

“Gerçeklik”ten gelen verilerin de akışkan olarak algılanması ile, “birey”in göreliliği birleşecek ve her iki yanı sürekli değişim ve gelişim içinde bir bilgi türü ortaya çıkabilecektir. Bu akışkan bilgiye göre insanlığın, dolayısıyla bilimin kendini uyarlaması gerekecektir.

Yöntemi bulunduğunda, insanlık için inanılmaz bir hızla sürekli gelişmekte olan bir veri ve teknoloji hizmeti devreye girebilecektir.

Bilginin bu akışkanlığı, sürekli, doğru ve yapıcı “eleştiri gücü”nün ortaya çıkması ile sağlanabilir. Bu anlamda eleştiri de, bilgi ve teknoloji üretimine katkı anlamına gelecektir.

Bilgi edinmeye ilişkin olarak, “kul” düzeninde kullanılan “tümdengelim”, “birey” düzeninde kullanılan “tümevarım” yöntemleri uygun alanlarda işlerliğini sürdürmekle birlikte, uygun dayanışmacı, eleştirel bilgi edinme yolları geliştirilmelidir.

Belki bütün bu tahminler “ilk adım”lardır. Kısa bir süre içinde çok da “naiv/çocuksu” kalabilir. Bu denemenin amacı, geleceğin bilimsel tahminine doğru bir yol açılabilecek, bu tahminlere uygun emeğin toplumda yaratılabilecek olma potansiyelinin anlaşılmaya çalışılmasıdır.

Davranışlarımızı ölçmede sosyo-kültürel alanda kendi yerimizi tam olarak saptayabilmek için, sosyal sınıf kültürlerini bilmek kesin gereklidir.

Söz gelimi bu sosyo-kültürel yapı içerisinde, günümüzde, hem ulusçu hem ilerici olmak olanaklı değildir.

“Halklar” vb uydurulmuş kavramların hangi amaca yönelik olarak önümüze sürüldüğünü görmekte bize yön gösterir.

Yani kendi bulunduğumuz yerin koordinatlarını ölçüp biçmenin yolu, sınıfsal kültürlerin neresinde olduğumuzu bilmekle olanaklıdır.

Bütün yeni kültürler eski kültürlerin içinden doğmakta ve onun düşünsel malzemelerini kullanmak zorunda kalmaktadır. Bu noktada da doğrusal bir gidiş değil, "yeni bir sapak" vardır. Bu nokta yeniliğin kalkış noktasıdır. Köklerini yozlaşmış, çürümüş eski kültürel yapı içine salacak özsuyunu oradan alacaktır. Üstüne basacağı, besleneceği yeni kültür henüz oluşmamıştır.

Yine Burjuva devrimleri örneği üzerinden gidersek, bir yandan (kentleri bırakıp dinsel engellemelerden dağlara kaçarak yeni bilgiler edinmek üzere çalışmalarını sürdüren) Descartes'in tümdengelim yöntemini kullanarak yeni bir matematiksel metafizik oluşturma çabası, ama Tanrı ispatlarını düşünsel dizgesinin en başına yerleştirmesi; Spinoza'nın, kuramını, aldığı Musevi eğitiminin üstüne kurması da bundandır.

Ardından, Aydınlanma'yı yaratan, yeni, tümevarımsal, deney ve gözlemin bilgi edinme yöntemleri arasına girmesini sağlayan en büyük düşünürler arasında Berkeley gibi bir piskoposun sayılması, dizgesinin içine tanrısallığın önemli bir payı bulunması, yine aynı nedenledir.

Oysa bu bakış, aynı doğrusal Burjuva Kültürü çizgisi, değişmez Aristokrat tanrısal bilgiye karşı bilimsel düşünceyi doğuracak ve sonunda atheizme değin ulaşacak, Marxizm, diyalektik materyalizmini bu yapının içinden söküp çıkaracaktır.

Bunun 13.yy Anadolu Devrimi içinde de örnekleri vardır. İmam Gazali yanlısı tutucu Aristokrat çizgideki Mevlana'ya karşı Ahi Evren (Nasrettin Hoca), Hace Bektaş, Sadrettin Konevi ve Yunus Emre, aynı zamanda dinsel bir çizgi olan tasavvuf içinde yer almaktadır. Öte yandan özellikle Ahi Evren ile Mevlana'nın ölümcül bir toplumsal-düşünsel çatışmanın da içinde olduklarını görüyoruz. Şems'in öldürülmesinde Ahilerin ve Ahi Evren'in payı olduğu izlenimi çok güçlüdür. Buna karşılık bize "hoşgörünün doruğu" olarak tanıtılmaya çalışılan Mevlana Celaleddin Rûmî, Ahi Evren'le birlikte Konya'yı terk ederek Kırşehir'e yerleşen öz oğlu Alaaddin Çelebi'nin, Ahi Evren'le birlikte öldürülmesine izin vermiş, bir baskınla öldürülmelerinden sonra da oğlunun cenaze namazını kıldırmayı reddetmiştir.

Yani, Marx'ın kuramı da akış içinde değerlendirilmelidir. O da insan aklının gelişme çizgisine ve toplumsal gereksemeler doğrultusunda, akış içinde değişecek, gelişecektir. Eğer böyle düşünülmezse, kuramın kendisine aykırı düşülmüş olur. Marxçı kuramın, akış içinde değişebilir ve gelişebilir niteliği, başka toplumsal kuramlara göre en ayırıcı özelliğidir ve geleceğin dünyasında tutucu toplum yapılarına yol açmamasını sağlama işlevi de üstlenmektedir. Her günün yeni doğrusuna kendini yeniden uyarlayabilmenin yolu budur.

Bugüne değin gelen (Stalinizm gibi) statik uygulamaların sizi yanıltmamasını dilerim. Bu duraganlık da yine eski yozlaşmış kültürlerin üzerine basma zorunluğundan ve yozlaşmış değerlerin günümüze sarkmasıyla oluşmaktadır.

Ama yaşadığımız süre içinde dünyada ilk kez, Marxçı görüşlerine karşın, bir devlet başkanının, Mihail Gorbaçov'un, Marxist olduğu savındaki koca devletini Marxizmin dışına düşmesi pahasına, akışın gerektirdiğini düşündüğü köktenci değişikliklere açtığını ve dökülebilecek kanın önünü kestiğini gördük. Bu yüzden de Marxist dünya görüşüne karşın karşıdevrimcilikle suçlanmıştır, suçlanmaktadır.

Bu tutumu, herhangi bir ulus-devlet (sermaye devletidir) başkanından bekleyebilir miyiz?

Devrimler öyle bir gecede (ya da kısa sürede) yapılıp bütün değerleri ve dizgeleri bir anda değiştirmez, değiştiremez. Devrimler çok uzun süreçlerdir. Toplumlar bu süreci yaşarken bir kültürden yepyeni bir kültürü sancılar, acılar içinde doğurmakta, yeni ortam içinde solumayı öğrenmekte, yepyeni bir "insan" yaratmaktadır. "İnsan" kavramı zaten içinde yaşadığı kültürden başka nedir ki?
Bir de bu kültüre kendisinin karınca kararınca kattığı küçücük eleştirilerini, değerlerini ekleyebilirsiniz en çok...

Geri kalan hayvansı yanımız değil midir?

Bugüne değin artık yıkılma sürecine çoktan girmiş olan "birey kültürü"nün "kul kültürü" karşısında, Avrupa merkezcilerin (Burjuva toplum bilinci olan "ulusalcılık" gereği) kendi kabullerini doğru olarak alsak bile, Burjuva Devriminin oluşum süreci, Magna Carta'dan bu yana üç çeyrek bin yılı aşmıştır. Hallac-ı Mansur'la başlatırsak bu süreç bin iki yüz yıla yakındır. Bu yüzden yeni kültürlerin ayaklarını hemen kendi yarattığı düşünsel yapıya basması beklenemez. Toplumsal ve kültürel gereksemeler, değişiklikleri, yeni devrimlerin süreçlerini başlatacaktır. Bu nedenle yeni gelenlerin oluşturmaya çabaladığı değişiklikleri "akış" içinde görmeden, içinde yaşadıkları kültüre bakarak "daha önceki kültürün devamıdır" yargısına varmak, "Mustafa Kemal de diktatördü, ülkeyi tek partiyle yönetti, hem çok da adam astı" gibi, aynı düşünsel çizgide, çok haksız bir değerlendirme olmaz mı?

Bugün artık Modernizm, durdurulacak bir yapı değil, üzerine basıp ileriye fırlamamız gereken yapıdır. Nasıl Modernizm metafiziğin üzerine basıp ileriye fırlamışsa bizim de modernizmin üzerine basıp ileri fırlamamız gerekiyor.
Bundan önce olduğu gibi öncenin yapılarını reddetmemiz gerekmiyor. "Akış"ı kavramış olmak, aynı zamanda, önceki süreçlerin kendi zamanında gerekli, dahası zorunlu olduğunu da kavramış olmak demek.

Modernist eğitimin karşıtı (henuz geleceğin bilgisi sistematize olmadığına göre), bir önceki dogmatik eğitimdir.

Kemalist (tutucu ve sahteci Atatürk'çü değil) devlet örgütünün 1920-1946 arasında modernizmin eğitimini veriyor olması doğru tutumdur. Bu tutumu bütünüyle reddetmenin, silmeye, geriye döndürmeye çalışmanın başarıya ulaşma şansı yoktur.

Bugünkü eğitimin alternatifi, yalnızca dogmatik bilgidir. Dersanelerin duvarlarına yeniden falakaların asılmasını mı istiyoruz? Bütünüyle kişisel bir deneyim olarak DP'nin dinci oyları toplama politikası sırasında cesaret verdiği gizli bir mahalle mektebinde okudum. Ne olduğunu iyi bilirim!..

Metafizik, kimi zaman sezgiyle elde edilmiş, kimi zaman tanrı tarafından verilmiş, kimi zaman da yalnızca "kabul edilmiş" ya da "seçilmiş" ama en önemli ayırıcı özelliği "hazır bilgi" olan veriden tümdengelim yoluyla yeni bilgi çıkarma çalışmasıdır. Bu işlemi, çoğunlukla felsefe yapar. Aynı yöntem, matematiğin de yöntemidir. Ama çok daha sistemleşmiş bir biçimde. Her ikisinde de ortaya çıkan yeni bilginin, öncüllerin doğruluğunu garantileyememesi nedeniyle "doğru"luğu ve öncüllerin içinde bulunuyor olması nedeniyle de "yeni"liği tartışmalıdır.

Aydınlanma, dolayısıyla modernizm, bu yönteme deney ve gözlemi eklemiştir ve yeni bilgi bulunabilir duruma getirmiştir. Ancak hiç bir zaman sonsuz sayıda deney ya da gözlem yapılamayacağı için bu bilginin de genel geçer, "doğru" olduğu her zaman kuşkulu kalacaktır. Üstelik, zaman geçtikçe aynı bilgi üzerine çalışacak bilim insanlarına göre de değişebilecek, gelişebilecektir.

Yani bilgiyi var eden "süje-obje bağı"nın "süje" yanı her zaman değişebilir olacak, buna bağlı olarak bilgi de değişebilecektir. İnsanlığın kültür tarihinin her aşamasında ve Doğu-Batı demeden dünyanın her yerinde, "ortaçağ karanlığı"nı kıran, engizisyonları durduran, kitaplık yakmaları önleyen, "Enel Hakk" diyenin canlı canlı derisini yüzülmesine engel olan, başkalarına "ne olursan ol gene gel" diye talkın verip öte yandan kendi öz evladını ölüme gönderen ve cenaze namazını kıldırmayı reddedecek denli salkımı kendisi yutan anlayışı kıran, bu "değişebilirlik" ve "görelilik", yani bilimin kendisi olmuştur.

Bu durumda aşılması gereken eşik, Aristokrasiden sarkan kültürümüzü terk etmek, "mutlak" ve "değişmez bilgi"yi aramaktan vaz geçmek, "günün doğrusu"nu "insan bilgisi" olarak almak olacaktır.

Oysa insanevladının, "değişmez bilgi" arayışı yazık ki sürüyor ve bizi yeniden tanrısal bilgiye doğru sürüklemeye çalışıyor. Tehlike bu noktadadır. Bulunduğumuz yerin akış üzerinde nerede olduğunu saptamak gerekiyor.
Sürüklenmek istendiğimiz yer, akış üzerinde "dün"ün yapısıdır. Doğal ki tehlike, bu anlayışın "akışı geri döndürebilecek" güçte olmasında değil, toplumları, anlayışları, yani kültürü geriye sürüklemeye çalışanlarla, yaşanmakta olan badireyi atlatıp geleceği kurmaya çalışanlar arasında çıkacak çatışmadadır. Bu çatışma tarih boyunca oluk oluk kan akıttı.
Hangisini sayayım:
Hallac-ı Mansur'un parçalanarak öldürülüşünü mü?
Seyyid Nesimi'nin derisinin canlı canlı yüzülüşünü mü?
Tekkelerinde Yunus'un:
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen onu
Bana seni gerek seni
ilahisini okudukları için yine bu ilahiyi okuyarak idama giden Anadolu insanlarını mı?
Anadolu'dan dönen Haçlı şövalyelerin götürdüğü kültür yüzünden yozlaşmış sayılıp kitleler halinde odun yığınlarının üstüne çıkarılıp yakılışını mı (bkz: Mine Kırıkkanat "Gülün Öteki Adı")?
Şeyh Bedreddin'in, Pir Sultan Abdal'ın ipin ucunda sallandırılarak yok edilişini mi?
Marco Polo'nun, seyahatlerinin dine aykırılığı yüzünden zindana atıldığı için, seyahatnamesini zındandaki birisine anlatarak yazılmasını sağladığını mı?
Galileo'ya Engizisyon mahkemesinde ölüm korkusuyla "tamam tamam, Güneş dünya etrafında dönüyor" dedirtilişini mi?
Descartes'in yazacağı kitaplar engellenmesin diye dağlara kaçarak çalışmak zorunda kalmasını mı?

Daha sayayım mı?

"Akış" -yine kültür tarihine bakar ve tümevarım kullanırsak- hiç bir zaman geriye dönmemiştir. Ama akmakta olan kanlardan korkulmalıdır. Tehlikenin büyüğü budur. "Dün" yandaşları (31 Mart'ın "istemezük"çüleri) ile yarını kurmaya çalışanlar arasında her zaman bir çatışma olmuştur, olacaktır da. Somut sorun yalnızca kan dökülmesinin önlenmesidir.

Dünya sermayesinin "insan kanı"na aldırdığı yoktur. Kendi düzeninin sürmesi ve yalnızca silah dahil herşeyin tüketiminin artması adına bu çatışmaları kışkırtıyor ve nedeni ne olursa olsun, çatışmalar sürdükçe ellerini ovuşturuyor. En yakın önemli örnek, 1929 ekonomik krizini (Gazap Üzümleri - J.Steinbeck) aşabilen şeyin, inanılmaz kanların dökülmesine neden olan 2.Paylaşım Savaşıdır.

Sermaye için bu savaşta başarılan şey, Hitler, Mussolini Faşizminin yok edilmesi değil, piyasa ekonomisine yeterli kaynağın pompalanmış olmasıdır!.. Kaldı ki aynı durumda olan Salazar ve Franko Faşizmi için hiç bir şey yapılmamıştır.

Bugün aynı oyun Irak gibi, Afganistan gibi, dünyadaki bütün savaşlarda oynanmaktadır.
--------------------------------------------
[1] Daha kısa haliyle Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı 45, Kasım 2007 sayısında yayınlanmış, sonradan genişletilerek 30 Haziran - 06 Temmuz 2008 tarihleri arasında İzmir Karaburun'da yapılan "Geçmişten Geleceğe Türkiye" konulu "Utopyacılar Toplantısı"nda sunulmuştur. Metin, bu bildiri metnidir. http://www.utopyacilar.org/esas/ana.html
[2] Soylu sınıf, tanrısoylular.

[3] Ya da ölümünden sonra tanrılaşacak bir varlık / Ankara Augustus tapınağı böyle bir Roma imparatoru adına yapılmış tapınaktır.

[4] Bu yüzden devlet yönetimi tanrısal kan bağı olan aile içinde kalırdı. Osmanlı sultan ailesinden gelenler idam edilecekleri zaman tanrının kutsal kanı dökülmesin diye boynu vurulmaz, kementle boğdurulurdu.

[5] arınık, temiz

[6] TUNCER, Ömer “ARİSTOKRAT ORTAÇAĞIN “MUTLAK HAKİKAT” KAVRAMI VE ANADOLU TASAVVUFU’NUN BAŞKALDIRISI” Bilim ve Ütopya Dergisi Mart 2003, Sayı:105, s: 49

[7] Platon idealizminin, ünlü “mağara örneği”… Buna göre insanın erişebildiği bilgi, değişmez idealar evreninden mağaranın görebildiğimiz arka duvarına düşen bulanık gölgelerdir.

[8] Sermaye sınıfı, kentsoylular.

[9] TUNCER, Ömer; “EVET İSYAN!..” Bilim ve Gelecek Dergisi, Sayı:40, Haziran 2007

[10] Çoğu Horasan doğumlu, ya da Horasan’da yetişmiş olduğundan…

[11] Sistematize olduğunu

[12] TUNCER, Ömer; “KURULUŞTAN KURTULUŞA!..” Bilim ve Gelecek Dergisi, Sayı:24, Şubat 2006, s:33-45

[13] Saulnier, Mine G. / “Gülün Öteki Adı” Milliyet Kitapları, İst. Mayıs 1997

[14] “Bende” sözü Farsça “kul” demektir ve “bendeniz” sözü de “kulunuz” anlamındadır.

[15] “Thou” (sen) sözü İngilizce’de bile bir tek tanrı için korunmuştur.

[16] İşçi Sınıfı

[17] Yukarıdaki çizelgede geleceğin olası kültürü koyu renk karelerle gösterilmiştir.

[18] 20.yy bürokratik komünist devlet deneyiminde, Sovyetler Birliği de küresel sermayenin çarklarına kapılmış ve sermayenin “kâr” motoru adına doğanın yok edilmesine şiddetle katkıda bulunmuştur. Söz gelimi okyanuslardaki balinaların yok edilmesinde Sovyetler Birliği deneyiminin payı az değildir.