Ömer Tuncer
Ne “tasavvuf” ne de tarihte yaşanmış herhangi bir başka sosyo-kültürel yapı, inanç dizgesi olsun, yönetsel bir bakış olsun, ütopya olsun, başka sosyo-kültürel yapılanmalardan bağımsız değildir. İstesek de istemesek de “var”lıkları bir akışın parçası olmaya bağlıdır. Varlığını gerektirecek gereksemeler ve altını dolduracak başka yapılar ortaya çıkmadan hiç bir sosyo-kültürel yapı gökten zembille inmez, Cennetteki Tuba ağacı değildir, çürümekte olan başka bir yapılanmanın içine köklenmeden ve özsuyunu oradan almadan yaşayamaz.
Doğal olarak bütün sosyal, düşünsel, sanatsal yapılar, içinden özsuyunu aldığı, sosyo-kültürel ortamla birlikte anlamlıdır. Yani bütün sosyo-kültürel yapılanmalar, yapay değillerse, yapısı gereği, başkaldırı potansiyeli taşır.
“Yapay değillerse” dedim. Çünkü bütün sosyo-kültürel yapılanmaların oluşumu sırasında iki nedenle karşıtları, yani yapay benzerleri de oluşur. Biri doğaldır. Hiç bir yeni oluşum, karşıtı olmadan ortaya çıkmaz. Bulutun alt yüzeyinde yıldırımı oluşturacak olan pozitif enerjinin birikebilmesi için bulutun üst yüzeyinde ona eşit negatif enerjinin ortaya çıkması gibi bir şey... Yani evrende bulunan her şey, zıddıyla birlikte vardır. Sosyo-kültürel oluşumlar da bu evrenin dışında değildir, onlar da zıddıyla birlikte var olur.
İşte bu zıtlık, yeni sosyo-kültürel yapılanmanın köklerini içine saldığı çürümekte olan eski sosyo-kültürel yapılanmanın işine yarar ve yaşamayı sürdürme güdüsüyle, yeni yapılanmanın zıt-benzerlerini oluşturması biçiminde gerçekleşir.
Aristokrat sosyal sınıfın kültür ortamı, “statik”i, “duragan”ı, “değişmeyen”i, yani “mutlak hakikat”i arayan düşünsel bir yapıdır. Bu yapıya göre, “Mutlak hakikat” bizim dışımızda, bizden bağımsız olarak “var”dır. İnsanoğlu’na yalnızca onu bulmak kalır. Ama, “Mutlak hakikat”, insanoğlunun öyle tümüyle ulaşabileceği bir şey değildir. Aklı bunun için yeterli olmaz. “Mutlak hakikat” bütünüyle ancak yaratıcısı olan, yüce varlık tarafından bilinebilir. Yüce varlık, aynı zamanda “mutlak hakikat”in kendisidir de...
Bu yüce yaratıcı, insanoğlunun “mutlak hakikat”i bütünüyle bilemeyeceğini de kendiliğinden bildiği için (çünkü onun herhangi bir şeyi öğrenmesine gerek yoktur) zaman zaman insanların arasına insanoğlu kılığında iner, zaman zaman da elçiler gönderir ve “mutlak hakikat”ten insanoğluna, anlayabileceği kadarının aktarılmasını sağlar.
“Mutlak hakikat”i kavramak, aynı zamanda “yüce yaratıcı”nın kendisini de kavramış olmak demektir.
Aristokrat sosyal sınıfın temel düşünsel yapısı budur. Sümerler, Mısırlılar, Hititler’de ve antik Anadolu’da egemen olan bu kültürel yapı, Ortaçağ’da baskıcı karakteriyle doruğa ulaşır. Artık her şeyi bu temel düşünsel yapıdan türetebilirsiniz:
- Bir resim mi yapacaksınız? Duraganlığın resmi olacaktır.
- Siz mi kimsiniz? Doğaldır ki “yüce yaratıcı”nın kulusunuz?
- Yeni bir kamu alanı mı inşa edilecek? Doğaldır ki yüceliği anlatacak.
- Bir gelenek mi oluşacak? “Yüce yaratıcı”nın yaratım süreciyle başlayacak.
- Şiir mi yazılacak? “Mutlak hakikat”e yönelik olacak...
ÖLÜM İÇİN DUA
Ölüm gözlerimde bugün;
İyileşmiş bir hasta adam,
Eğilmiş de uzaklara yürüyormuş gibi.Ölüm gözlerimde bugün;
Öd ağacı kokmuş gibi,
Yelkeni altına oturmuş gibi meltemli bir gün bir kayığın.Ölüm gözlerimde bugün;
Sanki nilüferler kokuyor;
Sahilinde oturmuşum sanki sarhoşluğun.Ölüm gözlerimde bugün;
Bir peçe kalkarmış gibi gökyüzünden,
Kişi o bildiği amaca erermiş gibi.Ölüm gözlerimde bugün;
İnsanın göreceği gelmiş gibi yuvasını,
Yıllarca süren bir tutsaklıktan sonra.
Eski bir Mısır Şiiri
Tercüme Dergisi 34-36, Mart 1946
Çev: Bülent Ecevit
Anadolu Tasavvufunun oluştuğu 13. yy'a biraz yakından baktığımızda Tasavvufun ilkin, “mutlak hakikatin aranması”na karşı bir antitez olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Anadolu toplumunda aynı dönemde dünyevi ve akışkan (dinamik) bir kültürel yapılanmanın da filizlenmeye başladığını ve tasavvufu bu filizlerin oluşturduğunu görüyoruz. Bu, bir Türkmen yapılanmasıdır.
Ahi Evren Şeyh Nasiru'd-Din Mahmud bin Ahmed el Hoyî (bildiğimiz Nasrettin Hoca - ki 'Hace Nasiru'd-Din'dir - bkz: "Nasrettin Hoca, Mevlânâ'nın düşmanı Ahî Evren'le aynı kişi mi?" - Ömer Tuncer / Bilim ve Ütopya sayı:100 Ekim 2002, s:90) Yunus'u, Hacı Bektaş'ı (“Hace Bektaş” biçimindeki söyleniş daha doğru olmalıdır), Aşık Paşa'yı ve Mevlana'yı doğuran işte bu ortamdır.
Bir tek Mevlânâ, Selçuklu Aristokrasisinden, kurulu düzeninden, dolayısıyla Moğollardan yana siyasi tavır içindedir. Şeyh Nasiru'd-Din Mahmud, Ahî örgütlenmesiyle Moğollara karşı direnir. Prof. Mikâil Bayram'ın (Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fk.Tarih Bölümü Başkanı) çeşitli yazılarında, bildirilerinde ve kitaplarında bu ayrıntıları bulabiliyoruz. Mevlevilik, yani sünnî tasavvufun (ne denli "tasavvuf" olduğu tartışmalıdır) Ahîlere karşı Selçuklu Aristokrasisinden yana bir anti-tez olduğu anlaşılıyor.
Bütün bunlara bakınca, Aristokrat kültürün temel taşı olan "mutlak hakikat" kavramına karşı, en güçlüsü Şeyh Nasiru'd-Din Mahmud'ta olmak üzere, Yunus Emre'de, Hace Bektaş'ta, Aşık Paşa'da, bir kuşku, bir güvensizlik sezilmeye başlanmasının gerektiğini anlayabiliriz:
(...)Habs içinde ölmeyeyim deyü aç
Mısmıl u murdar yedim bir-iki kaçNesne eksildî mi mülkünden senin?
Geçti mi hükmüm ye hükmünden senin?Rızkını yeyip seni aç mı kodum?
Ye yeyip öynünü muhtaç mı kodum?(...)Yunus Emre
(“Münâcât”tan)
Onların anti-tezi olarak Mevlânâ'da da aynı konuda bir sertleşme olmalıdır.
Ve olmuştur. O denli olmuştur ki herkese "kim olursan ol" diye talkın verip duran hazret, Şeyh Nasiru'd Din ile birlik olduğu için, Şems'in öldürülmesinden sonra birlikte Kırşehir'e çekilmiş olan oğlu Ala'üd Din Çelebi'nin de Kırşehir'in Selçuklu emiri Nur’ud-Din Caca tarafından öldürülmesine ruhsat vermiştir. Ardından Konya'ya getirilen cenazenin namazını kıldırmayı da reddetmiştir!..
Mevlânâ ve Mevleviler bir tasavvuf yolu olarak, "Seyr-i Sülûk-i Enfusi / Ruhun Öznel (içsel) yolculuğu"nu seçmiş, Allah’(hakikat, değişmezlik)ı kendi yüreğinde (içinde, öz-benliğinde) aramış ve bütün özdek (maddî) evrenini dışlamıştır (Plotinos'un katmanlı yapısının ve alttan da üstten de "madde"yi kıstıran "bir"in etkisi)... Daha sonra bütün sünnî tasavvuf(?) bu etkiyle ortaya çıkacaktır.
Türkmenlerin yolu, önce Babailik, hemen ardından da Ahîlik olarak ortaya çıkacak, 1265’te Ankara ve 1299’da Osmanlı Devletini, dünyada ilk kez "Aristokrat olmayan" yapılanma ile kuracaktır.
II.Mehmed'le doruğuna ulaşan aristokrat karşı-devrimiyle yok edildikten sonra Kızılbaşlık (Bektaşilik ve sonradan Alevilik) olarak yaşamını sürdürecek olan Babai kökenli Türkmenler ise, kendilerini Allah'ın yerine (yani evrenin merkezine) koyup çevrelerine de bir göz atmayı seçecekler, Allah'ı (hakikati) kendileri de dahil, bütün evrende arayacaklardır -Seyr-i Sülûk-i Âfâkî / Ruhun Nesnel (dışsal) yolculuğu-. Bu "hakikat", evrendeki maddeye de dayanan bir hakikattir.
“(...) Cisim ortadan kalkarsa ne ruhtan ne ruh gibi olandan eser kalır. (...) İnsan vücudu belki Hakk’tı, belki de ruh’tu. Yani ruhun cisimden ayrı olduğu doğru değildir.”
Şeyh Bedrettin / “Vâridat”, s:91
Haz: Vecihi Timuroğlu, Türkiye Yazıları,
Birinci Basım, Ank. 1979
Ve Allah (hakikat) evrendeki her şeyde aranır. Bu "hakikat" maddeyi de içermektedir bu nedenle de "mutlak", yani değişmez değildir.
Bu durumuyla insanoğlu, “kul” olmaktan kurtulmakta, tanrılaşmakta ve “birey” olmaya doğru yol almaya başlamaktadır.
Nitekim ben beni bildim yakın bil ki Hakk’ı buldum
Korkum onu buluncaydı şimdi korkudan kurtuldumBen kimseden korkımazam ya bir zerre kayırmazam
Ben şimdi kimden korkayım koktuğum ile bir oldumAzrâil gelmez yanıma sorucu gelmez sinime
Bunlar benden ne sorarlar onu sorduran ben oldum(...)Yunus’a Hakk açtı kapı Yunus Hakk’a kılar tapı
Benim işim devlet bâkî ben kul iken sultan oldumYunus Emre
İnsanoğlunun “kul” iken “sultan” olmasının kendine özgü bir yolu vardır:
(...)Şeriat tarıykat yoldur varana
Hakıykat ma’rifet ondan içeri(...)Yunus Emre
Dört kapı kuramı, bu yolu anlatır. İnsanoğlu, insan olmak için dört kapıdan geçmelidir. Bunlar "Şeriat", "Tarikat", "Marifet" ve "Hakikat" kapılarıdır.
(...)Evvel kapı şeriat emri nehyi bildirir
Yuya günahlarını herbir Kur’an hecesiİkincisi tarıykat kulluğa bel bağlaya
Yolu doğru varanı yarlığaya hocasıÜçüncüsü ma’rifet can gönül gözün açar
Bu ma’ni sarayının arşa değin yücesiDördüncüsü hakıykat ere eksik bakmaya
Bayram ola gündüzü Kadir ola gecesi(...)
Yunus Emre
Dikkat edilirse Yunus, ilk üç kapıda neler olacağını bize anlatmakla birlikte Hakıykat kapısında neler olacağını anlatmıyor. İnsanın eksikliğinin anlaşıldığı bir kapı olduğunu söylüyor ve “Gündüzü Bayram, Gecesi Kadir” demekle yetiniyor.
Ancak başka bazı şiirlerinde bütün sûfiler gibi onun da Hakıykat kapısına ilişkin sezdirmeleri vardır:
(...)Dinin terkedenin küfürdür işi
Bu ne küfürdür imandan içeri(...)
Yunus Emre
(...)Işkdan haber bilenlerin ışk derdiyle dolanların
Küfrü îmân edenlerin ayıplaman güldüğünü (...)Yunus Emre
Çünkü Hakikat kapısı “özgür”lük kapısıdır. Hakikat kapısında "özgür"leşilir (çağdaş anlamıyla ilk kez "özgür" kavramının kullanıldığı "Magna Carta Libertatum" ile aynı 13.yy'da Anadoluda bu "özgürleşme" sürecinin ortaya çıkması ilginçtir).
Her kim kendüyi bildi, büyük Tanrı'yı bildi. Pes muhiblerin sözü, salığı âdem sureti içindedir, ayrık yirde nice bulısar? İmdi kişi kenduyi bilmeyince Hakk Taalâ’yı kaçan bilüser, kaçan görüser.
Makalat-ı Hacı Bektaş Velî,
s:128-129
Aziz Yalçın, Der Yayınları
Oysa Ahmet Yesevi'den (kapılar kuramının başlangıcı onundur) gelen dört kapı kuramı, bunun tam tersidir. Kapıların sıralaması böyle değildir: Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet kapıları... Sünni tasavvuf'un aldığı budur. Yani tarikatte ulaşılacak hakikat, bizi “doğru marifet”e götürecektir. Hakikat zaten vardır ve insanoğlu ona tarikatte ulaşır ve hakikat kapısında ona uygun davranmayı öğrenir, marifet kapısında da davranır.
Şeyh Nasiru'd Din, Hace Bektaş ve Yunus Emre’deki kapılar sıralamasında en son erişilecek olan hakikat kapısında bulunan şey, "tanrılaşma" yani “bireyleşme” ve "özgürlük"tür: "Enel Hakk"... Evrenin bir parçası olarak tanrının bir parçası olma, dolayısıyla "tanrı" olma...
“Kul, Hakk’ın yalnız kul suretinde bulunabileceğini bilmez, bu yüzden, kendi iradesini Hakk’ın iradesinden başka sanır. Kul’un tüm eylemleri ve bizzat varlığı Hakk’ın kendisidir.”
Şeyh Bedrettin / “Vâridat”, s:92
Haz: Vecihi Timuroğlu, Türkiye Yazıları,
Birinci Basım, Ank. 1979
Yani "mutlak" özelliği taşımayan bir "hakikat"... "Değişken" ve "akış içinde"...
Akışı sağlayan zıtlıklardır.
Yani Ephesos’lu yurttaşımız Herakleitos...
Yunus'un hemen ardından Said Emre:
Varlık yokluk birdirürür, hem ışk sevi birdürür
Dünya ahret birdürür, ışk-ı enâm içindeSaid Emre
Bu yüzden Yunus, kimi şiirlerinde Cehennem'den korkuyla söz ederken, kimi şiirlerinde sırat köprüsü inancıyla dalga geçmektedir. Kimi şiirlerinde Cennet'teki "birkaç köşkle birkaç huri"yi reddetmekte, kimilerinde "Huri ile gılmanı tek tek koçası gelmekte"dir. Bunları çelişki gibi görenler birden fazla Yunus olduğu kanısına kapılmışlardır.
Hakikat kapısı tek başınalığın (bireyin) kapısıdır (yalnızlık Allah'a mahsustur geleneksel özdeyişini anımsayabiliriz). Orada sizi hiç kimse rahatsız etmez, hiç kimse yasak koymaz, hiç kimse işinize karışmaz... Orada yalnızca "özgür" olunur. Yani "hakikat", "özgürlük"tür... İnsanoğlu Hakikat kapısında yaşadığı duygularını, ulaştığı düşüncelerini dışavurmak zorunda değildir. Zaten dışavursa başı derde girer:
"Senin sırrını ruhumun diliyle söyleyemem,İkiyüz kadeh içsem bile bir tek söz söyleyemem."
"Nice ilim cevherleri var ki, onu ortaya saçarsam, bana sen
putperestsin diyeceklerdir.Müslümanlar kanımın dökülmesini mübah sayacak ve en kötü şeyleri reva göreceklerdir.Cahiller görüp de fitne çıkarmasınlar diye ilmimin incilerini gizliyorum."Ahi Evren, Tasavvufi Düşüncenin Esasları,
Mikâil Bayram, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 165
Ankara 1965, s:161
(Not: Bu kitabın içinde Şeyh Nasiru'd Din Mahmud'un
çok önemli "Tabsiratü'l-Mübtedî ve Tezkitetü'l-Müntehi"
adlı kitabının tam metni vardır.)
Sonuç olarak:
1) Tasavvufun aradığı hakikat, Aristokrat kültürün ve Ortaçağın "mutlak hakikat"i değildir.
2) Temel düşünsel özelliği, kültürel yapılanmasını "özgürlük" kavramı üzerinde yeniden kurmaya çabalayan "tasavvuf" karşısındaki Sünni eğilimlere "tasavvuf" deme şansımız yoktur. Mevlevîlik, Bayramîlik, Nurculuk vb gibi "tasavvuf" olduğu savındaki akımlar aslında bu kültür değişmesinin karşısında hedef çoğaltarak önünü alma çabalarından başka bir şey değildir. Bugünlerin moda deyimiyle tasavvuf "-muş gibi" davranırlar.
3) "Sufi", ayakları yerden kesik, vecde dalmış insan değil, tam tersine ayakları yere en sağlam basan adam anlamına gelmekte iken sünnî tasavvuf(!) tarafından anlamı özellikle saptırılmış bir kavramdır. Tasavvuf, günümüzde insanların ilgisini bu sapkın yanıyla çekmektedir.
4) Tasavvuf, insanlığa yeni bir kültürel yapıyı muştulamaktadır. “Duragan” değil, “devingen”, insanı “kul” değil “özgür” sayan kültürel bir yapı, yüceliklerin yerini “birey”in aldığı bir kültürel yapı... Avrupalı “birey” kültürü, kendilerini Selçuklu’ya karşı Silahlı sûfîlerin (Alp Erenler) safında bulan Haçlı Şövalyeleri aracılığıyla Anadolu'dan taşınan gerçek tasavvuftan türemiş, Aristokrat Ortaçağı devirmiş, Renaissance'a neden olmuş, devingenliğiyle doğa bilimleri için alt yapı hazırlamış, Dünya Burjuva Devrimlerini gerçekleştirmiş, Anadolu'ya geri dönüp Kemalist Devrimi oluşturmuş, bugünlere gelmiştir.
[1] Bilim ve Ütopya Dergisi Mart 2003, Sayı:105, s: 49
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder