İZNİK’İN YERİ VE ÖNEMİ*
Eski Roma için İznik, Anadolu’ydu:
İZNİK’E VEDA
Artık bahar getiriyor ılık havaları
Artık çekiliyor kış sonunun azgın fırtınaları
Yatıştırıyor onları Zephyr(Batı yeli)’in tatlı solukları
Arkada kalıyor ey Catullus, Phrigia ovaları,
Bunaltıcı İznik’in zengin toprakları.
Gidiyorsun Anadolu’nun ünlü kentlerine.
Artık heyecanlı yürek yolculuk için sabırsızlanıyor,
Artık sevinçli ayaklar gezmek istiyor.
Ey sevgili yoldaş alayı, hoşçakalın,
Uzak yurttan gelmiş olan bizleri
Başka başka yollar götürüyor geri
Gaius Valerius CATULLUS
(M.S.57)
(Tercüme Dergisi Sayı:38 s:100)
27 Eylül 787’de başlayan ve bugün kalıntısı görülen Hagia Sophia kilisesinde yapılan ikinci İznik Konsili’nde ise karşı duruşlar reddedilerek Hıristiyan ikonaları karşısında ibadet edilebileceği karara bağlanmıştır.
Türkler için İznik, Anadolu’ya geldikten sonraki ilk Selçuklu başkentidir. 1075 – 1097 arasında 22 yıl kadar Başkent olarak Selçukluların elinde kalmış, sonra yeniden Bizanslıların eline geçmiştir.
Osmanlı İznik’ine gelince…
Orhan Gazi’nin 1326’da Bursa’nın almasından sonra 1331 yılında İznik’i de alır. Bu kuruluş yıllarında son derece önemli bir yere sahiptir. Osman Gazi İznik’i, düşünsel politikaların geliştirildiği bir bilim kenti haline getirir.
Yavaş yavaş ortaya çıkmakta olan yeni bilgilere göre bu önemi anlayabilmek için birkaç yüzyıl önceye dönmemiz ve insanlık tarihinde Orhan Gazi’ye değin gelen düşünsel ve politik gelişmelere bir göz atmamız gerekiyor.
Horasanîler, düşünceleri yüzünden yaşamından olmuş Hüseyin bin Mansur el Hallac (Hallac-ı Mansur oğlu Hüseyin)’in düşüncelerini geliştirirler. Hallaç, 26 Mart 922’de, Bağdat’da, parçalanarak idam edilmiştir.
Hallac’ın düşünceleriyle insanlık, “kul” kültüründen “birey” kültürüne geçişinin ilk adımını atar. O güne değin evrende var olan tek “birey” Allah’dır. Geri kalan her şey Allah’ın kuludur.
Doğal, kültürel ve toplumsal gelişme içinde yeni gereksemeler doğması, insanı, “birey” olmaya yönelik adım atmaya zorlamaktadır… Oysa “birey” olmanın tek yolu vardır: Allah’la birleşmek, aynılaşmak!..
İşte bu kültürel gerekseme, gelecekte Osmanlı’nın kuruluşunu da, Avrupa Renaissance’ını da, Fransız Devrimini de, Anadolu Kemalist Devrimini de oluşturacak olan kültür yapılanmasının, “birey kültürü”nün ilk düşünsel adımını ortaya çıkarır:
“Ey kavmim, Allah beni benden alınca ve beni benden yok edince, sonradan olan varlığımın nitelikleri darmadağın oldu. Sultan olan Allah geçmişten geleceğe sonsuzluğuyla ortaya çıkınca, sanki benim sonradan ortaya çıkan varlığım, hiç var olmamış gibi oldu. Oysa geçmişten geleceğe sonsuzluk her zaman vardı. Sonra benim benliğim onun benliğinde yok oldu. Benim (bireysel) varlığım, onun (evrensel) varlığına karıştı. Ve toplumsallığım onun tanrısal varlığında darmadağın oldu.
Sonra etrafıma bakındım, (evrende) ondan başka hiç bir şey göremedim!.. Ve ondan başka hiçbir şey duyamadım!.. Ve ondan başka hiçbir şey anlatamadım!..Ve dedim ki: ‘Enel Hüve (ben O’yum)’. (…) O’nun sevgisi üzre ben Hakk’ım. Oysa O, Hakk olmaya kendisi sahiptir. (…) Ve benim sınırlarım, onun varlığı üzre çizilmiştir.”
Öte yandan “birey”i temel alan düşünsel yapı, karşıtlarını, Selçuklu Nizamiye medreselerinde hocalık yapan Hüccet-ül-İslam İmam Gazali ve ardıllarının “kul” kültürünü coşkuyla savunan, “birey” düşüncesine, özgür felsefeye karşı duran ve bunun kuramını yapan düşüncenin ortaya çıkmasına da neden olur.
Bu iki karşıt düşünsel kanal, Anadolu’nun 13.yy’ında her alanda kendini gösterir. Özellikle toplumsal örgütlenme, bütünüyle bu çatışmanın alanı durumuna gelir.
Bu sırada Konya’da, İmam Gazali’nin yolundan giden Mevlânâ Celâlü’d Din Rûmî, Anadolu’yu işgal etmiş olan Moğollarla onların atadığı Selçuklu Sultanlarını desteklemektedir.
13.yy Anadolu devrimini oluşturan düşünsel alt yapıyı kuran ikinci bilge, Babaî kırımında kardeşi Menteş’i yitirmiş olan Hace Bektaş’tır. Sulucakarahöyük’te (bugünkü Hacıbektaş) tekkesini kurmuş, Babaîliğin dünya görüşünü geliştirerek sürdürmüştür. Ahmed Yesevi’den aldığı “dört kapı” kuramını tersine çevirmiş, kendi düşünceleriyle yoğurmuş, geliştirmiştir.
2. “Tarikat Kapısı”nda ateş insanları “zahidler(korku insanı)”;
3. “Marifet Kapısı”nda su insanları “arifler(bilge)”;
4. “Hakikat Kapısı”nda toprak insanları “muhipler(dost)”.
Muhyi’d Din ibn ül Arabî, Hüseyin bin Mansur el Hallac’ın vahdet-i vücud (varlığın birliği) düşüncesini irdeleyen bir tasavvuf insanıdır. Sadru’d Din Konevi de aynı yolu sürdürmüştür.
Buna bağlı olarak Sadru’d Din Konevî, yüzyıllar sonra, Avrupa Renaissance’ından sonra ortaya çıkacak olan “Akılcılık / Rationalism (Descartes, Spinoza)”, “Deneycilik / Ampirism (John Locke, David Hume, George Berkeley)” gibi doğru bilgiye ulaşma kuramları geliştirmiş, dahası, doğru bilgiye ulaşmak için “akıl” ve “gözlem / müşahade”nin birlikte kullanılmasını savunmuştur. Avrupa felsefesinin aynı tartışmalara ulaşabilmesi için 17.yy’ı; hele iki bilgi kaynağının birlikte kullanılması gerektiği düşüncesi için Immanuel Kant’ı, yani 18.yy’ın ikinci yarısını beklemek gerekecektir.
Orhan Gazi, İznik’i aldıktan hemen sonra (1231), bugün yeri hala saptanamamış ilk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesi’ni kurar ve Ekberiyye hareketinden gelen bilim insanlarına verir. Bunlar, Sadru’d Din Konevi’nin öğrencileri, ve onların yetiştirdikleridir:
Bundan sonra Ekberiyye akımı, Aristokrat karşı-devrim süreci içinde yavaş yavaş önemini yitirecektir. Yalnızca, Aristokrasiyi Osmanlı iktidarına taşıyan ve kendine artık açıktan “sultan” dedirten, kendine ilk Osmanlı sarayını yaptıran Fatih Sultan Mehmed’in, İznik medreselerinde yaşamakta olan Ekberiyye’ye özel bir önem verdiği, bu nedenle de Fatih döneminde Ekberiyye’nin kısa bir parlak dönem yaşadığı anlaşılıyor.
Yazık ki bugün hâlâ, doğru bilgiye ulaşmak için “akıl” ve “gözlem / müşahade”nin birlikte kullanılmasını savunan Ekberiyye’ci bilim insanlarının hemen hiç birinin kitapları gün yüzüne çıkmamış, doğru dürüst incelenmemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder