22 Aralık 2009 Salı

"21.Yüzyılda Karl Polanyi'yi Okumak"...



"21. Yüzyılda Karl Polanyi'yi Okumak" ve Telif Hakları sorunu üzerine...

Benim kuşağım, yaklaşık 40 yıl önce, önemli yanlışlar yaptık. Hala ayırdına varamadığımız yanlışlarımız vardır. Ama ayırdına vardığımı düşündüğüm çok önemli biri, inançlarımıza "iman" gibi sarılmamız, "değişmez" olduğunu sanmamızdı. Karşılaştığımız yeni durumların doğrularımızı değiştirebileceğini göremememiz, dahası kuramsal olarak bunu doğrulamamıza karşın, uygulamalarımızı bu değişimin, "akış"ın üstüne oturtamamamızdı! Bunun yapılabileceğini, daha önemlisi nasıl yapılabileceğini bilmiyorduk!.. "Geri bildirim / feedback" yapamıyorduk. Bir dindarın kutsal kitaplardan yaptığı alıntılar gibi, düşüncelerimizi, kuramımızın büyüklerinin söyledikleri ile kanıtlamaya çalışıyor; gerçekte çabalıyorduk. Ayırdında değildik ki, onların yaşamalarının üstünden yıllar, onyıllar, yüzyıllar geçmişti ve biz, "insanlık" olarak onlardan daha fazla deneyime, gözleme ve uygulamaya sahiptik!.. Kuramımıza göre, yeni sentezler yapmaya hakkımız vardı.

Bunun ayırdına varamadık!..

Bir kitap okuyorum. ilgimi çekiyor. 20.yy'ın ilk yarısında yayınlanmış olan Karl Polanyi'nin "Büyük Dönüşüm"ü üzerine... Polanyi'nin düşünceleri, onun tam bir Marxist olmadığını düşündürüyor. Belki de Marxizmi bizim bugün getirmemiz gereken yere getirdiği için bize öyle geliyor. Liberal süreçlerin eleştirisini yapıyor. Marx da "Das Kapital"de bunu yapmıştı... Ondan bir yüzyıl kadar daha fazla deneyime, gözleme ve uygulamaya sahip insanlığın bir üyesi olarak!.. Belki Marx kadar zeki, Marx kadar öngörülü değil. Ama Marx'dan bir yüzyıl daha sonra yaşamış biri...

İlginç şeyler söylemiş. Kitabın derleyicisi Ayşe Buğra'ya göre, Liberalist kuramın üzerine oturduğu "piyasa ekonomisinin kendiliğinden ya da doğal bir olgu olmadığını, tersine emek, toprak ve parayı meta olarak gösteren bir takım kurumsal değişiklikler aracılığıyla gerçekleştirilen bir siyasi proje olduğunu" söylemiş. Ayşe Buğra, bu kavramlara, yani "emek", "toprak" ve "para"ya, 21.yüzyılda bir de "bilgi"yi de eklemek gerektiğini söylüyor. Hayali bir meta olarak "bilgi", yani her türlü "bilim", "sanat" ürünü... Ve tabii buna bağlı "mülkiyet hakları", yani günümüzün deyişiyle "telif hakları"!.. Ve kurulu sosyal düzen olarak Kapitalizmin telif haklarını neden dayattığı konusunda yeni çözümleme(analiz)ler, yeni biraraya getirme(sentez)ler... (bk: “SANAT YAPITI”, “SANATÇI” VE “TELİF HAKLARI” KONUSUNDA AYKIRI DÜŞÜNCELER… /
http://omer-tuncer.blogspot.com/2009/01/telif-haklar-konusunda-aykr-dnceler.html )

Kitaptaki her söylenilen doğru mu?

Bilmiyorum.

Ama şunu biliyorum ki üzerine düşünmemiz, doğruya doğru yeni adımlar atmamız, günümüze göre yeni doğrulara ulaşmamız gerekiyor.

Bu kitap bana asıl bunu söylüyor.

Aşağıda kitabın künye sayfaları, içindekiler bölümü ve derleyicisi Ayşe Buğra'nın "Giriş" yazısı var (altını çizdiğim bölümler için özür dilemem gerekiyor sanırım, sizlere göndereceğimi düşünmeden önceydi, tek tek hepsini silemedim).

Bir bakılması doğru olacak... Üzerine konuşulmaya, reddedilmeye ya da geliştirilmeye değecek gibi...

ÖNEMLİ NOT: Bu, bir kitap tanıtım yazısı değil, bir düşünce paylaşım yazısıdır.



(Okumak istediğiniz sayfanın üzerine tıklayınız)










30 Eylül 2009 Çarşamba

“Sermaye” ile “Ulusalcılık/Milliyetçilik” ilişkisi üzerine…


Günümüzün doğrularından bakışla “Sermaye” ile “Ulusalcılık/Milliyetçilik” ilişkisi üzerine…
(Bir dostumla yaptığım yazışmalardan geliştirilmiştir. Ö.T.)

Tarih boyunca neredeyse bütün o korkunç sıkıntıları yaratan, insanevladının kendi arasına “ümmet” gibi, “millet/ulus” gibi, kültürel ya da ırksal, sınırlar koyarak “başka insanevladı”ndan yapay bir “öteki” yaratması değil midir?

Sınıfsal “akış” içinde bunun “doğal” olduğunu söyleyebiliriz. Ama artık “insan” olmanın bilincine varıp yalnızca sınıfsal ayırımları (“öteki” sınıf(lar)ı - ki artık tekdir ve “burjuvazi”dir) temel almak gerekmiyor mu?

Burjuvazi kuramsal olarak ortadan kaldırılabilir bir sınıftır. Nasıl Aristokrat sınıf olmadan toplumlar var olabildiyse, Burjuva sınıfı var olmadan da toplumlar var olabilir.

“İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil. (...)

Halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları, daha burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmakta.

Proletaryanın egemenliği bunu daha da yok edecektir. Birleşik eylem, hiç değilse uygar ülkeler arasında olmak üzere, proletaryanın
kurtuluşu için en önde gelen koşullardandır.

Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır. Ulusun kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da düşer.”

“Komünist Parti Manifestosu”ndan
Karl Marx - Friedrich Engels (1847)

İnsanın ve insanlığın geleceği işte bu tümceler üzerine kurulu... Ve bizim “insan” olarak en önemli görevimiz bunun ayırdına varıp önündeki engelleri kaldırma konusunda çaba göstermek ve “akış”a bu konuda destek vermektir.

Peki, nedir bu engeller? Sermayenin bir dizge olarak kendi egemenliğini uzatmak için, artık sosyolojik bakımdan ortadan kalkmış, ama duygusal izleri daha tam olarak arınmamış olan “ümmet”, “ulus” gibi duyguları kullanarak, insanlar arasında bir zamanlar var olan sınırları yapay olarak ayakta tutma çabasından başka bir şey değildir. Kendimizi “türk” ya da “çingene” hissetmemizin gerekçesi yalnızca budur...

Biz geleceği kuracak “aydınlık kafalar” olduğumuzu düşünmüyor muyuz? Öyleyse nedir bu “dün”den kalma “ulus” duygusuna “kutsallık” derecesindeki bağlılığımız? Bütün kutsallıkları “tutuculuk” olarak niteleyip yaşamımızdan çıkarıp atmayı ilke edinmemiş miydik? Aydınlanma dediğimiz şey, kutsal kitaplardan bilgi çıkarmak için koca ortaçağın kullandığı tümdengelim karşısında tümevarımı da bilgi edinme yöntemi olarak uygulamaya koyup, deneyemediğimiz ve gözleyemediğimiz ya da kendi düşünemediğimiz her türlü bilgiyi hayatımızdan söküp atmak değil miydi?

“Ulus bağlılığı”, kutsallığı, geleceğe karşı, içeriği değiştirilmiş bir “istemezük”çülükten başka nedir ki? Oysa “sol” kavramı ile geleceği kurmayı, geleceği savunmayı anlamıyor muyuz?


İnsanın kendi kültürel kimliği olarak toplumsal saptama yapmasını “ulusçuluk” olarak yargılamak onu zaten içine itildiği “düşüklük duygusu-na” itmek değil midir?

1) Bu “saptama”nın “toplumsal” olması, aynı anda “öteki” kavramının da birlikte ortaya çıkması sonucunu doğurmakta ve tarih boyunca gelen “öteki” saptamalarının tümünün getirdiği, “insan karşıtı” toplumsal olumsuzlukların sürmesi anlamına gelmektedir. Bu da, günümüzde, emeğiyle geçinenlerin dünya yüzünde küçük parçalar halinde kalması ve sermayenin onları denetim altında tutarak istediği gibi yönetebilmesi sonucunu doğurmaktadır.

2) Bu “saptama”, kültürel kaldığı sürece kimsenin bir söyleyeceği olmaz. Ancak aynı kültürel özgürlüğün bütün, ama bütün başka kültürlerde oluşmasını de engellememek koşuluyla. Başka kültürlere yapacağımız her yasaklama, engelleme, toplumsallaşmakta; aynı anda “biz” ve “onlar” ayırımını devreye sokmakta, üstelik “bizim kültürümüz” üzerinden “biz”e de yansımaktadır. İstesek de istemesek de...

3) “Düşüklük duygusu” kendi tersi olan “yükseklik duygusu” ile birlikte gelir. İkincisi var olmazsa birincisi de var olmaz. Üstelik, “hangisine karşı ve hangi ölçütlerle daha düşük?” gizli sorusunu da birlikte getirir ve kafamızda ister istemez “kültürel kimlik”ler arasında hiyerarşik bir astlık üstlük duygusu yaratır. İstesek de istemesek de... Bu duygunun da toplumsal yansımaları olur ve sermayenin, “biz”i parça parça bırakmak üzere kullandığı yine budur.

Bugünün insanının kültürel kimliğinin toplumsal yüzünü “ulusçuluk” olarak yargılamak ve “ümmetçilik”le birlikte tarihin toplumsal çöplüğüne gömmek zorundayız!..

Geleceği savunmak için!..

İşte bu anlamda Marx'ın yaklaşık 160 yıl önce 1847'de “işçinin vatanı yoktur” demesi son derece yerindedir. Bizim bugüne uyarlayarak söylememiz gereken de şu olmalıdır: “Evet, yurtseveriz, ama bizim yurdumuz bütün dünyadır!..”


Kürtlere yapay bir tarih yamayıp, ulus fikri aşılayıp aşiretlerden ulus üretmeye kalkışılıyorsa, Türklerin de tüm dil, tarih ve kültür varlıkları, Mustafa Kemal’ın tüm yaptıkları imhaya çalışılmıyor mu? Bir tu-tunum ideolojisi olan “Türklük olayı” çözülerek cemaat, aşiret kültürü getirilmeye çalışılması ne anlama geliyor?

İşte karşı soru: “Kemalizm de Türkler için aynı şeyi yapmadı mı?” (o yapay Güneş-Dil teorisi'nin falan ayrıntısına girmiyorum).

Peki Kemalizmi “haklı”, ama bugünkü Kürtleri “haksız” kılan bir şey var mıdır?

Vardır: “akış”, ve yalnızca “akış”… 100 yıl önce ümmete karşı savaşım verilebilmesi için ulus bilinci gerekiyordu. Yaratılan ulusların yaratılmasındaki haklı gerekçe, yalnızca budur. Uluslar, hangi gerekçeyle olursa olsun, birbiri ile boğazlaşmaya başladığında “gerici” konuma düşmüştür. Günümüzde artık “ümmet tehlikesi” diye bir tehlike söz konusu değildir. Bugün ümmet tehlikesi olarak görülen her şey, ama her şey, en ince noktasına değin sermaye tarafından insanlar arasındaki ayırımı, dolayısıyla Burjuva düzenini daha uzun süre uygulamada tutmak ve çatışmayı kışkırtarak silah tüketimini sürdürmek gibi iki yanlı bir amaca yönelik, planlı olarak yürütülmektedir.

Bunun karşısında, Kürtlerle Türklerin -ve doğaldır ki bütün insanların-, bu durumun ayırdına varabilen kesimlerinin bir araya gelerek günümüzün gerçek, gelecek cephesini oluşturmaları ve bütün uluslara ve ulusçuluklara karşıt tutumla kültürel -silahsız- savaşım başlatmaları gereklidir. Bu cephede toplanan insanların artması Marx'ın yukarıdaki geleceğe yönelik öngörüsünün de daha çabuk oluşması sonucunu doğuracak ve insanlık, ufkun, göremediği ötesini görecektir. Orada yeni bir toplum, yeni değerler, ve doğal ki yeni sorunlar var olacaktır. Bu, geleceğin yeni sınıf kültürünün oluşması demektir. Bizim kültürümüz, ulusal kültürler değil, sınıfsal kültürlerimizdir. Biz, ütopyalar biçiminde uydurarak değil, sorunlarımızı çöze çöze değerlerimizi yaratmak ve kendi kültürümüzü bu değerlerle oluşturmak, ufkun arkasına doğru akarak yeni ufukları görmeye çalışmak zorundayız. Bizim değerlerimiz bulunduğumuz anın duragan (statik) değerleri değildir; bizim değerlerimiz, “sürekli akış”ı temel alarak geleceğe yönelmek, geleceği kurmak zorundadır.

Bu nedenle de bugün “türk olma” bilincinden “insan olma” bilincine yükselmek zorundayız. Ya bütün değerlerimizi bu bilince göre düzenlemek zorundayız, ya da “insan olma”ya karşı “istemezük”çülerin yanında yer alacak, onların hareket ordularına karşı direnişi gibi geleceğe direnmek konumunda olacağız.

Yanımızın hangisi olduğunu, bu ortamın seçenekleri içinden seçmek zorundayız.

Adını Mustafa Kemal’in koyduğu ve kurmay başkanlığını son ana kadar yaptığı Hareket Ordusu, tam böyle bir durumda, geleceğin güçlü yelini ardına alarak ve 31 Mart olayında (13 Nisan1909) meşrutiyet’e karşı şeriat yanlısı “istemezük”çüleri dağıtmak üzere kurulmuştu!..


Şu aşamada, emperyalizmin toplumsal yapıyı parçalama saldırısı karşısında evrensel bir insanlık tezi ütopik bir çözüm müdür? Toplum dağılıyor mu?

Evet, toplum dağılıyor, dağılacak!.. Ve yenisi bu çürümenin içine köklerini salarak doğacak. Destek vermemiz gereken çürümüş toplum değil, bu fidandır. Dağılmakta olan toplumu tutmak doğru olsaydı, Renaissance ortaya çıkmazdı, Aristokrat katolik Ortaçağ yaşamını sürdürürdü. Ne Aydınlanma olurdu, ne Fransız Devrimi...

Kemalist Burjuva Devrimi de olmazdı, Osmanlı Aristokrat yapısını tutmaya çalışmak doğru olurdu!..

Evet, yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada Burjuva Toplumu dağılıyor!.. Ve biz hazırlıklı değiliz. Hazırlıklı olmayalım diye ellerimize ulusçu armutlar tutuşturuluyor... “Ellerimiz armut toplasın” diye, yapmamız gerekeni yapamayalım diye!..

Ne olursa olsun, hazırlıklı olmamak bizim yanlışımızdır. Eskiye bakarak, Kemalizm dahil, şuna değmiş, buna değmemiş deme şansımız, “o iyiydi”lere sığınma hakkımız yok! Bizim işimiz, yeniyi oluşturmak, oluşturmanın doğru yöntemini bulmaktır. Hiç bir yerden yardım, hiç bir yerden medet yok. Kemalizm dahil!..

Klasik “emperyalizm” kavramı, “ulusların birbirini sömürmesi” anlamıyla önümüzde özellikle tutuluyor. Oysa yüz yıldır köprülerin altından Herakleitos'un suları aktı durdu. Artık uluslar değil birbirini sömüren. Sömürücüler yalnızca sosyal sınıflar... Klasik emperyalizm görünümü, önüne yine emperyalistler tarafından konulmuş yapay paravandan başka bir şey değil. Boğaya gösterilen kırmızı çaput gibi... Arkasında toreodor falan yok!.. Saldırmamız istenen şey bu bez parçası yalnızca!..

Bunun dik âlâsını yapıyor, günlük politikalarda bütünsel dünya görüşümüzü gözden kaçırıyor, ve sömürücü sermayenin ekmeğine yağ sürüyoruz. Sermaye de ağzı kulaklarında göbeğini kaşıyor...

Bugünün ilericiliği, solculuğu bunun ayırdına varmak, stratejilerimizi buna göre yapmak, politikalarımızı, savaşımımızı buna göre düzenlemektir...

Dağılan toplumu tutmaya çalışmak değil, yeniden kurmak zorudayız. İşimiz kolay değil! Dünyanın bir araya gelmesine yönelik politikalar geliştirmek zorundayız...

Yarını kuracak olan, kurulu düzenin reformistleri, 12 Eylül’ün tutucu “taş Mustafa Atatürkçüleri” ya da onlara karşıymış gibi görünen ama aynı reformist bakışla sol gösterip sağ vuran neo-liberaller değil, “biz”iz...

“Akış”ı Düşüncelerimize temel almak zorundayız... Önümüze konulan bütün engelleri parçalayıp, Anadolu’lu yurttaşımız Herakleitos'un “akış”ını görmek, değerlerimizin en başına yerleştirmek, her türlü dizgemizi “akış” üzerine oturtmanın yolunu bulmak zorundayız...

“Yeni Aydınlanma”nın temel direği budur.


Kemalist ya da değil, “Ulusçuluk” üzerine…

Ulusçuluğu savunup savunmamamız önemli değil, temel yanlışımız, düşüncelerimizi ve yaşantımızı ulusçu kültür değerleri üzerinden ve eleştirel bir bakışa gerek duymadan yürütmemizdir. Bu tutum tam olarak burjuva kültürünün yansımasıdır. İçinde soluyup, bunu, ister istemez yapıyoruz.

Bir büyük organizasyonun kuruluş çalışmaları sırasında, onursal başkanımız Aziz Nesin'in, ev sahipliği yaptığı ve önemli bulduğumuz ülkelerin kültür ateşelerine verdiğimiz yemekte yaptığı konuşmayı “biz Türkler” sözcükleri üzerine oturtmuş olması, beni büyük şaşkınlığa uğratmıştı. Bir insanın hem Marxist olması, hem de “biz” kavramını “Türkler” üzerinden anlıyor olmasıydı bunun nedeni. Düşünmüştüm, Osmanlı zamanında yaşıyor olsa, yine özdekçi dünya görüşünü benimsemiş bile olsa, aynı bakış açısıyla, “biz” kavramını “aynı ümmetten olanlar”, yani “müslümanlar” olarak anlamak zorunda kalacaktı...

Pek çok örneğini göstermeme gerek yok sanırım.

Yine düşünmüştüm, her sosyal sınıf egemenliği kendi kültürünü oluşturuyor, bu kültürün kendine özgü yaşama ölçütleri oluyor ve bu ölçütler insanlara ister istemez “doğru” geliyor. Bunların günümüze uygunluklarını, eleştirel bir bakışla yeniden değerlendirmezsek yeni kültürleri kuramıyoruz. Bir sosyal sınıf kültürünün içinden bakarıyor, ama bir sonraki sınıfın sosyal yapısını oluşturmaya çalışıyoruz. Gerçekçi olmayan ütopik toplum modelleri ortaya böyle çıkıyor. Dolayısıyla dünya toplumu olarak yeni sınıfların egemenliğine de hazır olamıyoruz.

Büyük devrimciler, bir burjuva devrimcisi olarak Mustafa Kemal, proleter devrimci olarak Karl Marx - Friedrich Engels, kendinden önceki sınıfların kültürlerine eleştirel gözle bakabildikleri için “devrimci” nitelemesine hak kazandılar. Hiç de ütopik diyemeyeceğimiz yeni toplum düzenlerini bu yüzden, gerçekçi toplumsal gereksemeler üzerinde, oluşturabildiler.

Peki nedir diye düşünüyorum bugüne değin yaşanan kültürel ölçütler: http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html

İmdi...

Hepimizin bildiği gibi Aristokrat toplumların “kül kültürü”, Burjuva toplumlar tarafından aşılmış ve “ben/birey” kültürüne dönüşmüştür. Böylece kulların “ümmet bilinci”, bireylerin “millet bilinci”ne dönüşür. Aziz Nesin'i konuşturan işte bu bilinç... Savunsak da savunmasak da... Bu bilinci aşmadan ve yeni toplumlar için yeni toplumsal bilinç ölçütlerini doğru olarak bulmadan yeni toplumlara geçme yani devrim yapma şansımız yoktur.

Yanlışlık, bir önceki kültürün ölçütleri ile bir sonraki toplumu kurma çabasında... Osmanlı'da karşı devrim de bu yüzden gelir (
http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadoluda-yeniden-dou.html), Sovyet Devrimi bu yüzden çöker!.. İşte ne denli Kemalist olmasak da, Mustafa Kemal'in Lenin'e göre, kabul etmemiz gereken üstünlüğü, doğru zamanda doğru devinimi, yani burjuva devrimini örgütlemiş olmasındadır. Lenin gibi basamak atlama çabasına girmemiş olmasındadır. Kemalist Burjuva Devriminde, korkup durduğumuz ümmetçi karşı devrimin gelme olasılığı yoktur. Türkiye toplumu dünya liberalizmine entegre olmuştur ve onunla birlikte de yozlaşmaktadır. Bu yozlaşma bir karşı-devrim değildir. Sosyal bir yapının doğal yaşlanma sürecini yaşıyoruz. Yapmamız gereken, bir sonraki kültür aşamasının ve toplumsal çözümlerin oluşturulması politikalarının geliştirilmesidir.

Oysa günümüz Kemalizm’i, olmayan, yapay bir karşı devrimi durdurma politikasına göre hazırlık yapıyor ve yozlaşmakta olan toplumu, var olmayan bu karşı devrimden koruyup ilk haline döndürme boş çabasıyla çalışıyor. Bu çaba 80 yaşındaki bir dedeyi 25 yaşındaki dinamik haline döndürme çabasına benziyor. Böyle bir karşı devrim varmış görüntüleri de sermaye tarafından önümüze sürülüyor, yanlış politikalara yönlendiriliyoruz.


Her birey için kendi "ben"i dışındaki kişiler “öteki” midir?

Bu yargının doğruluğu, “birey toplumları” için tartışılabilir. Ama “kul toplumları” yani ümmetler için doğru değildir. Kulların karşısında “öteki”, hiyerarşik kulluk sıralamasında kendi üstünde olanlar, tanrıdan gelen vekaletten kendinden çok pay alanlar, yani Aristokratlardır. Kullar yaşayabilmek için kendi aralarında dayanışmak durumundadır. Onların arasında “öteki” olmaz. Spartakus başkaldırısı böyle oluşur. Anadolu'da 1240 Babaî başkaldırısı da, Yıldırım Bayezid'e karşı ahîlerin kepenk kapatma eylemi de, Şeyh Bedreddin başkaldırısı da, Şah İsmail'in Kızılbaş devletinin Selim'e karşı direnişi de, Köroğlu ile simgeleşen Celalî ayaklanmaları da Aristokrat “öteki”ye karşı “kul”ların dayanışması ile oluşmuştur. Bu dayanışma, kendi içinde karşıtını, yani “birey olma”yı yaratır. Birey toplumlarının ilk adımları bu dayanışmanın içinden çıkmıştır.

“Doğadaki öteki”, bizim doğayı yenmemiz ve kültürel olarak ortadan kaldırmamız gereken “öteki”dir. Yoksa avlanan panterin “öteki”si, kültür oluşturan insan topluluklarında ortadan kalkmaktadır. Nietzsche'nin saptadığı gibi, insanlaştığımız oranda içgüdülerimiz ortadan kalkıyor ve kalkacaktır. İnsanlaşmamız, içgüdülerimizi, yani hayvanlığımızı ortadan kaldırma çabamızdır. O yüzden de doğadaki “öteki” bizim “var” olduğunu saptayıp, düşüncelerimizi dayandıracağımız bir şey değil, tam tersine insanlaşma sürecinde ortadan kaldırmak zorunda olduğumuz “öteki”dir.

Düşüncelerimizi “doğadaki öteki”ye yaslamak, doğal dengeler üzerine oturduğu savında olan Burjuva-liberal kültürün bizdeki güçlü etkilerinden önemli biridir. Düşüncelerimizi bunun üzerinden kurmak, önümüzde bulunan, yarışmacı liberalizmden başka bütün çıkış yollarımızı gözümüzün önünden uzaklaştırmak anlamına gelmektedir.

Sosyal devrimler, 68 kuşağının sandığı gibi, bir gece dağa çıkıp ertesi gün devrim yapıp dağdan inerek olmaz. Burjuva sınıfının bütün kültürünü oturtarak dünyaya egemen olabilmesi, Avrupalı ölçütlere göre 1215 Magna Carta Libertatum ile, Doğuya bakarsak Hallac-ı Mansur'un “Enel Hüve”si ile 300 yıl daha önce başlamış ve ikinci dünya savaşı sonrasına değin sürmüştür.

Yani toplumların kültürleriyle birlikte değişimi, yani sosyal devrim denilen şeyin gerçekleşmesi için, öyle 10 yıllar, yüz yıllar değil, bin yıla yakın süreler gerekmiş bundan önce... Koca ortaçağ direnmeleri, kan dökülmeleri, engizisyonlar yaşanmış.

100-150 yıl önce sistematize edilmiş bir devrimin, Burjuva devrimi ile karşılaştırıldığında, hemen hiç badire atlatmadan pat diye oluşacağını sanmak doğru değildir. Henuz başarılı olmamasını, olmayacağı biçiminde yorumlamak da... Hele “bakın gördünüz işte, başarılı olamadı!..” sözleri de sermayenin bizi içine çektiği düşünce tuzaklarının en önemlilerinden biridir.

Ayrıca Proleter Devrim’i işçi sınıfının örgütleyip, örgütlenip, kendi başına yapacağı yanılgısına da düşmemek gerekiyor. Bugüne değin toplumsal değişmeler yeni gereksemeler üzerine kurulmuş ve bütün toplum tarafından yapılmıştır. İlk burjuva hareketi olan Magna Carta Libertatum'u krala imzalatanlar İngiltere’deki Aristokratlardır. 1250'li yıllarda, yine İngiltere’de, Burjuva demokrasisine ilk adım sayılan, dünyanın ilk meclisini kuranlar da Aristokratlardır. Bu meclis bugünkü Lordlar Kamarasına evrilmiştir. Daha ilginci, Aristokratların kurduğu bu meclise karşı, 1290'lı yıllarda (yani Osmanlı henuz kurulmadan) halkın (yani o günkü burjuvaların) meclisi, bizzat Aristokratların başı olan İngiltere Kralı tarafından kurulur. Bu meclis de bugün Avam Kamarasına evrilmiştir.

Geleceğin toplumu emeğiyle geçinenlerin toplumu olacaktır. Yoksa işçiler devrimi yapmakla görevlidir, onlar olmazsa devrim de olmaz gibi bir düşünce son derece yanlıştır. Bu arada Marxist kuramın en önemli kuramcıları Karl Marx'ın bir Yahudi olarak, Avrupa'da burjuva sınıfını oluşturan en önemli guruptan geldiğini, Friedrich Engels'in de bir İngiliz Aristokratı olduğunu anımsamak gerekir. Yani, Devrimleri, sosyal sınıf egemenliklerini, bunların kültürlerini toplumsal gereksemeler oluşturur. O sosyal sınıfın bizzat örgütlenip devrim oluşturması değildir beklenilmesi gereken. Daha çok o sosyal sınıfın üretime katkısının, ki Marxist Devrim bağlamında bu “emek”tir, kendine özgü kültürü oluşturması ve toplumda egemen olmasıdır temel olan...


Dünya’nın ilk yurttaşları

İlk dünya yurttaşları epey önce gerçekleşti. İspanya iç savaşında bütün dünyanın insanı gönüllü “insan” olarak oradaydı, Franko Faşizmine karşı İspanyol olarak değil, “insan” olarak öldüler. Hamingway'in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u, Andre Malraux'nun “Umut”u onları anlatır...

Sacco ve Vanzetti de bu yüzden idama gittiler!..

O dönemde “sermaye” henuz “insan”a karşı örgütlenememiş, silahlanamamıştı ve insanlara yönelik birey olarak kalma, kendi sınırlarını aşmama konusunda propaganda -halkla ilişkiler- taktikleri geliştirememişti. Bugün artık kültürel anlamda silahlandı ve bütün insanlığa “sınırlarınızın içinde kalın” buyurdu!..

İşte bir soru: Neden bir sermaye devleti olarak ABD, ikinci dünya savaşı sonunda, Avrupayı Faşist İtalya ve Almanya'dan kurtarmak üzere ordu gönderir de Faşist, İspanya ve Portekiz'deki Franko ve Salazar egemenliğine karşı aynı şeyi yapmaz?


Bu ülkede hepimiz Türk, hepimiz Ermeni değil miyiz?

“Hırant Dink öldürüldüğünde ben Ermeniyim! Sulukule ortadan kaldırıldığında da Çingeneyim; canım neremden yanarsa ben oyum" diyebildiğimiz gün ‘insanlaşmış’ olacağız!.. http://omer-tuncer.blogspot.com/2009/01/insan-kamil.html


Batıda aristokrat, Katolik, ortaçağ dönemi bitti mi?

Tamamen bitmiştir. Aristokrat dönemden kalan kültürel uzantılar, biçimler, dönemin ana yapısının sürdüğünü göstermez. Bugünün dünyasında insan bilinci “birey” temeline göre, ekonomik yapı “kâr”, toplumsal bilinç “ulus” ölçütüne göre işlemektedir. Bütün sanatlar “ben” kavramının içinde dolanmaktadır. Oysa Aristokrat toplumlarda bunlar “kul”, “hizmet(tanrıya)”, “vahiy” ve “ümmet” kavramlarıyla çalışıyordu.

Osmanlı sadrazamlarının yarısına yakını kellelerini efendilerinin saçma sapan da olsa bir emriyle gönüllü olarak vermişlerdir, “kul” olmayı kabulledikleri için... Bugün olsa hangi kadın 8.Henry'nin karısı olup herif bıktığında öldürülmek isterdi? Ama o gün bir sürü kadın bunu kendi isteğiyle kabul etmiştir.

Toplumun bütünü tanrının hizmetindeydi ve tanrının devleti, kulların efendisi, sultanlar kırallar, çarlar, imparatorlar da o devletin yöneticisi konumundaydı. Kullar sorgusuz sualsız devlet için vardı. Fetihler “Allah Allah!..” çığlıklarıyla yapılır tanrının mülkü kulluğunu kabul etmeyenlerin elinden kurtarma haklılığıyla ele geçirilirdi (haçlı Seferleri, İstanbul'un fethi vb...).

Bütün yaratılar, yazılar, resimler, müzikler, şiirler tanrı tarafından vahyedilirse yaratılabilirdi. Onun için özellikle Ortaçağ sonlarına doğru ve özellikle doğu toplumlarında, yazıların büyük çoğunluğu imzasızdır. Çünkü bireyler yaratılarını ancak tanrı vahyettiği için yapabilirlerdi. Kur'an için günümüzde müslümanların inandığı vahiy, bütün yaratılar için geçerliydi. Yazılan metinlere imza konulması ayıp, dahası günah sayılırdı. Bu yüzden bugün pek çok metnin kim tarafından yazıldığını bulmak için tarihçiler çeşitli yöntemler geliştiriyor. Kapadokya kiliselerinin içinde bulunan resimlerin hiç birinde ressamının imzasını göremiyoruz.

Bu devletlerin içinde yaşayan insanlar “ümmet”ti. Aynı dine inanırlardı. Ya bir tanrı (Augustus vb..) ya onun kanından gelmiş biri (oğlu vb..), ya da vekili (peygamberler, azizler vb..) ya da en azından “tanrının yeryüzündeki gölgesi” tarafından yönetilirlerdi. Bu kişi, canlarını alma yetkisi de içinde, kullar üzerinde, tanrı adına, istediği gibi tasarruf yetkisine sahipti.

Ortaçağın bitip bitmediğini, ancak bu kültürel tutamakların var olup olmadığıyla ölçebiliriz. Yoksa İngilterede hala kral var gibi turistik-biçimsel özelliklerle değil. Hele Suudi Arabistan, Taliban, Hizbullah ya da El Kaide gibi dinsel görünen örgütlenmelerle hiç değil. Çünkü onlar, inançları Ortaçağdan sarkagelen insanları etraflarında toplamak ve kolay yönetmek için sermaye tarafından oluşturulmuş, sermaye tarafından desteklenmekte olan örgütlenmelerdir. Bunlardan kimisinin El Kaide gibi daha sonra sermayeye karşı isyan etmiş olmalarını, yine gerçek aristokrat ümmet toplumlarından bugüne kalmış “tanrı adına yapılan fetihler” gibi Aristokrasinin mantığıyla değil, Burjuva kültürünün ölçütlerine göre, sermayenin yarışmacı yapısı içinde değerlendirmek gerekir.

“Çağdaş olmak” nedir? Eğer bu soruya “insan” olmak diye yanıt verirsek, batı çağdaş değildir. Ama Kapitalizmin bugün geldiği yaşlanma ve çökme aşamasını anlıyorsak evet, batı çağdaştır. Sosyolojik bakımdan günümüzün geldiği yer de budur.

Doğal ki, Kapitalizmin kendi iç çatışmaları vardır. “insan”ın önde tutulması ile sermayenin çıkarlarının çatıştığı yerlerde “batı” (bu kavramın tam olarak ne demek olduğunu anlamıyor, “sermaye” demeyi daha doğru buluyorum) kendi çıkarını seçmektedir. Ama diyalektik gereği kendi karşıtını da -insan hakları örgütlenmeleri, Greenpeace vb- kendi içinde yaratmakta, yaşatmaktadır.

Sermayenin yapısı, doğal dengeyi temel alan yarışmacı yapıyı örnek alarak, güçlünün güçsüzü doğal seçme (seleksiyon) ile devre dışı bırakmasını, dahası onun varlığını kendi varlığına katmasını (doğada canını alarak etini yemesini) gerektirir.

Biz, bütün bunlara karşı çözüm arıyorsak, dünyadaki mazlumlarla birleşmeliyiz. Ancak güç birliğimiz bizi kurtarabilir. Mazlumların güç birliği... Ülke mülke değil, hele maazallah “millet/ulus” hiç değil. Yalnızca “mazlum”... Mazlumları bir araya getirecek ve örgütleyecek politikalar geliştirmemiz ve bu politikalarla “muhalefet” görevini üstlenmemiz gerekiyor. Çağdaş demokrasi ancak bu durumda dengelenecek ve her iki kanadı da yerli yerine oturabilecek, ancak bundan sonra yaşam kazanabilecektir.

Marxist'lerimiz bunu yapmaya çalışmak yerine, sermayenin tongasına düşmüş, anti-emperyalizm görünümü altında milliyetçilik peşindeler!..


Değişimi sağlayacak filizler, çürümüş bir enkazdan mi, var olan dinamiklerden mi yürüyecek?

Her ikisinden de… Bir toplumda değişimi sağlayacak dinamikler, önceki toplumların cesetlerinin gübrelediği topraklardan filizleniyor. Ortaçağ sonuna dikkatle bakarsak kolaylıkla görebiliriz.

Kapitalist-liberalist dünya çürüyor. Ülkeler de… İster istemez dağılacaklar… Ve yenisi kurulacak. Yeni toplumda yeni sosyal sınıf egemenliği geliyor. Egemenlik ancak böyle değişiyor. Toplumlar ancak böyle gençleşiyor…

Büyümezse çökme özelliği gösteren Kapitalist ekonomik yapı, büyüyebileceği son noktadan, küresel sermaye egemenliğinden sonra, kendi üstüne çökmeye başladı. Bir pamuk ipliğinin kopmasından ortaya çıkan son ekonomik kriz budur. Çok daha kocamanı da uzak değil yazık ki...

Ve gelecek büyük kriz(ler?)in çok büyük bir savaş getirme olasılığı hiç az değil (1929 ekonomik krizinin ikinci dünya savaşını getirdiği unutulmamalıdır). Artık bu atom savaşı mı olur, yoksa son derece vahşi bir klasik savaş mı olur bilmek kolay değil. Dünya yönetimine Mihail Gorbaçov gibi aklı başında bir kadro soyunur da kendi elleriyle kendinden sonrakilere teslim etmeyi başarırsa olabildiğince az kanla kurtulma olasılığı bulunabilir belki…

Ama aydınlıktan önce çok büyük bir karanlık görünüyor. Ortaçağ’dan çok daha berbat bir karanlık!.. Savaş teknolojisinin gelişmişliği nedeniyle, öyle engizisyon falan gibi insanlık olarak birkaç bin ya da birkaç on binle kurtulabileceğimiz bir çatışma da olmayacak korkarım!..


Sapkın milliyetçi akımların karşı karşıya getirmeye çalıştıkları Türk ve Kürt kardeşliğine inanan aydınlar eninde sonunda birbirlerine sahip çıkacaklar denebilir mi?.

Liberal yarışmacı toplum bilinci olan “ulus”lar arasında “kardeşlik” olmaz. Yalnızca ya “karşıtlık”, ya da “aynılık” olur. “Kardeşlik” ayırımcı bir kavramdır, birbirinden ayrı olmayı belirler ve “karşıt olma” ile birlikte var olur. Kimsenin kardeşi filan değilim; kendini “insan” duyumsayan herkesle aynıyım ve yalnızca aynıyım. Kendini kürt, türk, çingene, ingiliz, fransız, rus duyumsayan hiç kimseyle de aynı değilim. Onlar “insan”ın karşısındaki saflaşmada yerlerini almış olanlardır.

Bize “Amerika” diye belletilen paravanın ardına saklanmış olan sermayenin -ki içinde Türkiyeli sermaye de var- işine gelmeyen tutum budur. Kürtler, türkler, çingeneler, fransızlar, ingilizler, ruslar ve aralarındaki ulusal sınırlar, sermayenin o denli işine geliyor ki... Onları bu parçalı halleriyle ve birbirleriyle yarış içindeyken denetlemeleri ve kullanmaları; ister çatıştırmaları, ister “kardeş”leştirmeleri çok daha kolay. Ve sermaye bunu işine geldiği zaman ve işine geldiği gibi, çok da güzel yapıyor!.. Şimdiye değin buna karşı, karşıt politikalar geliştirdiğimiz söylenebilir mi?


Egemen sınıflar ve arkalandıkları emperyalist güç, ulusalcı kesimleri bitirebiliyor mu?

Bitirmeyi mi istiyor, yaşatmayı mı? Dikkatli bakarsak kolaylıkla görebiliriz.

“Emperyalist güç” -bana göre yine “sermaye”- ulusalcılığı bitirmeye çalışmıyor... Tam tersine, yaşaması için her şeyi yapıyor. Ulusalcılığın entellektüel ömrü 75-80 yıl kadar önce yukarıda verdiğim örnekler sırasında çoktan bitmişti. Türkçü Turancılığın, Avrupa Faşizminin “nasyonal sosyalist / milliyetçi toplumcu” karakteri, milliyetçi/ulusalcılığın (nasyonalizmin) göçmekte olduğu korkusuyla oluşur. Ancak yıkılmakta olan sosyal yapılar, yıkılma korkusuyla sertleşir. Bundan sonra, her türlü ulusçu ya da ümmetçi yapı, viagra desteğiyle dik durma anlamına gelir. Ardında sermayeyi ve yalnızca sermayeyi buluruz!..

Adını ister “yönetilenler”i parçalamak için “halklar” koyalım ve “Kürt halkı”, “Türk halkı” gibi ayırımcı kavramları kullanalım, bu eskiyince ister “kimlik” olarak niteleyelim, bu bilinç ulus bilincidir ve burjuva sosyal yapısının ayırımcı-yarışmacı üst yapı kurumudur. “Ben” kavramının toplumsallaşması ile oluşur. Bize takılan at gözlükleri -yani ulus devletler, dolayısıyla da ulusal sınırlar- bizim sınıf kültürlerini görmemizi engelliyor. Ümmet kültürleri olduğu gibi, ulusal kültürler de elbette var olacaktır. Ama temel olan sınıf kültürümüzdür.

Akış içinde biri öbürünün yerine geçerek gelen sınıf kültürümüz temel kültürümüzdür. Ulusal kültürlerin eşit kültürler olarak var olmalarını da sağlayacak olan yine sınıf kültürleridir. Yoksa “Kürtlere yapay bir tarih yamayıp, ulus fikri aşılayıp aşiretlerden ulus üretmeye kalkışılıyor,” diyerek bir kültürü kolaylıkla yok saymak ya da aşağılamak için gerekli ortam bulunur. Sermayenin suladığı işte bu ortamdır.

Tohumlar bizden, sulayıp büyütmesi sermayeden... Ürün de sermaye düzeninin oksijen çadırında olabildiğince uzun süre daha yaşatılması...

Artık bunun ayırdına varmak ve sermayenin yolunu açmayacak, tam tersine tıkayacak politikaları geliştirmek zorundayız!..


Kim bu “biz”?

“Biz”, kendimizi duyumsadığımız gurupla birlikteliğimizdir. Bu “Türk” olur, “Müslüman” olur, “Anadolulu” olur, “hemşehri” olur...

Günümüzün dünyasında, geleceği kuracak olan “biz”: Kendini bir ümmetten ya da bir ulustan saymayan,öncelikle “insan” olduğunun bilincine varan herkesdir... Aydınlardır, Kürtçü ya da Türkçü gibi ulusçuluklar taşımayan gerçek Marxistlerdir, sermaye düzeninin iç çelişkilerinin ayırdına varan ve karşı durmak için örgütlenen Greenpeace'dir, doğa korumayı ilke edinmiş olan yeşillerdir, demokrasiyi “ancaksız”, “fakatsız”, pırıl pırıl aydınlıkla ve sıfır karanlıkla yerleştirmeye çalışanlardır, insan hakları savunucularıdır “biz”!..

“Biz” yeterince çokuz. Ama partileşmeye, politik örgütlenmeye ve toplu muhalefet politikaları üretmeye gereksememiz var!..

15 Eylül 2009 Salı

Turistik İbadetler...

Levnî (17-18 yy) - Acem Çengi


Dinsel tapınım törenlerinin "Turistik" olarak gösterilmesi konusunda düşünmek gerekir diye düşünüyorum. Görevi sona ermiş ve ermekte olan yaşama parçalarını gelecek kuşaklara nasıl aktaracağız? Bugünkü ekonomik yapıya göre ancak gelir getirdiğinde yaşaması olanaklı ise ne olacak?
Şunu sormak istiyorum: Söz gelimi Şeb-i Aruz, ya da öteki Mevlevi "gösteri"leri yapılmıyor olsa, bunları gerçekten yapacak, yaşantısı Mevlevi olan kimse kalmış mıdır?
Yaşayanları hala var olmasına karşın Alevi-Bektaşi gelenekleri de aynı yolda yok olma sürecinde değil midir?
Hadi bunları bir yana bırakalım desek, Anadolu'da en çok bulunduğu savı sürekli önümüze sürülen Sünni Müslümanlık ne denli yaşayabilmektedir?
Bunu ölçmek için Ramazanlarda ya da Cuma Namazlarında değil, sıradan bir gün herhangi bir caminin sabah namazına gidip bakmak yeterlidir. Camilerden büyük çoğunluğunun hiç açılmadığını bile göreceğinize emin olabilirsiniz!..
Hangi inancın olursa olsun, Kültür Tarihinde, dinsel tapınım törenleri sona ermektedir!.. Belki otuz-kırk yıl erken, belki otuz kırk yıl geç... Bu sürecin son elli yılının çok yakından tanığıyım.
Geleceğin insanlarının, kökenlerindeki kültürleri görebilecekleri, inceleyebilecekleri ortamları oluşturmak gerekmez mi? Bugün için turistik organizasyonlar olmasa bu nasıl sağlanacak?
Söz gelimi, yıllar önce, pek çok mahpusluk, idam vb tarihsel olayın da yaşandığını bildiğimiz mekân olan London Tower'ın zindanlarında, turistik bir 13.yy Kıral yemeğine katılmış ve yaşam boyu yediğimden mutlu olduğum en kocaman "turist kazığı" olduğunu düşünmüştüm. 1985 yılında dört kişi için 100 Pound ödemiştik. Şimdi sanıyorum yapılıyorsa iki katına falan çıkmış olmalıdır.
Oysa aynı gezide Pariste gittiğimiz Foliberjer -revü- kazığı -ne kadar olduğunu anımsamıyorum- müthiş canımı yakmıştı.
Bence "turistik" olması, gelecek kuşaklara aktarılması bakımından o denli olumsuz bir durum değildir. Ancak nitelik bakımından bozulmamasını, dahası, günümüze gerçekten "doğru: üzerinde çalışılmış, emek verilmiş" biçimde aktarılmasını sağlamak gerektiği kanısınındayım. Bir kültüel ortam yaratılmalı, ortaya çıkan ürünler bu ortam içinde eleştiriye açılmalıdır. Yoksa Mustafa Erdoğan'ın Anadolu Ateşi adını verdiği ne idüğü belirsiz, bütünüyle kapitalist ekonominin para avlayıcı yöntemleriyle hazırlanmış kandırıcı ucubeler çıkar ortaya.
Ankara'da yaşadığım sıralarda, Ankara Kalesi'ni görmeye gelen turistlerin ne denli mutlu olması gerektiğini düşünürdüm. Çünkü orası, içinde yaşanan evleriyle, kale duvarlarının üstünde oynayan çocuklarıyla, sokak başlarında oturup iğne oyası işleyen, aynı oyayla süslenmiş beyaz başörtülü kadınlarıyla yaşayan bir mahalleydi. Hâlâ öyle midir, bilemiyorum.
Bu konuya bağlı olarak: Yeni Şafak'tan, Aysel Yaşa'dan bir alıntı yapmak istiyorum. "Ramazan eğlenceleri eğlendirmiyor" başlıklı bu yazı, Anadolu geleneği karşısında Arap İslamının bakışını yansıtıyor ve savunuyor: http://yenisafak.com.tr/Cumartesi/Default.aspx?t=12.09.2009&c=47&area=1&i=210563
Aysel Yaşa, Anadolu kültür tarihi açısından bütünüyle yanlış yargılarla bakıyor. Bunun özellikle yapıldığını düşünüyorum. Sulukule'yi ortadan kaldıran da aynı bakış açısıdır.
Edebiyat Fakültesinde öğrenciliğim sırasında, 1966-1972 yılları arasında rahmetli hocam Haldun Taner, Fransız filolojisine bağlı notsuz, isteyenin girebildiği, tiyatro dersleri verirdi. Üçümüz birbirimizle arkadaş, yalnızca beş öğrenci girerdik. Dersler haftada iki saat olurdu. Bunlardan biri, Avrupa tiyatrosuna, biri de geleneksel Anadolu gösteri sanatlarına ayrılmıştı. İki yıl girdiğim o derslerde neler dinlemedim, neler izlemedim ki... Kavuklu Hamdi'den birkaç parça eşya gördüm diye anımsıyorum, Meddah Sururînin sesini banttan dinledim diye anımsıyorum - yaşadığı dönemde ses kaydı nasıl yapılmıştı, bilemiyorum.
Bu derslerden -ve başka okumalarımdan da tabii- aldığım izlenim şudur: Ramazan geceleri, Anadolu'da, Aysel Yaşa'nın sandığı gibi, Emevi-Arap müslümanlığı olan Eş'ariliğin salt imana ve kulluk düzenine dayalı baskıcı yapısında değildir - Sulukule kültürünü de ortadan kaldıran aynı anlayış olmuştur. Anadolu Müslümanlığı, Hanefiliğin ve Mu'tezile'nin akılcı yapısını taşır - daha ayrıntılı bir gözatma için Tarih hocası Prof.Dr. Mikâil Bayram'ın çok yeni yayınladığı son derece aydınlatıcı "Danışmendoğulları Devleti'nin BİLİMSEL VE KÜLTÜREL MİRASI" başlıklı küçücük kitabını mutlaka öneririm. ( http://omer-tuncer.blogspot.com/2009/07/bilim-tarihinde-dansmendogullar.html)
Bu nedenle de teraviden sonra insanlar, doğal yaşamlarında serbest bırakılırlar. Yemek yemekte, eşleriyle -ya da islamiyete göre erkekler için, kendilerine helal kılınmış olan cariyeleriyle- cinsel birleşmede, gezmede eylenmede serbesttirler. İbadet ve dolayısıyla oruç, hergün sahurdan sonra yeniden başlar, akşam ezanına değin sürer, teravi ile sona erer. İşte bu arada, yani "yatsıyla sahur arasında" ve bayramlarda, Anadolu geleneğinde bol miktarda din dışı eylence vardır. İstanbul'da direklerarası -Şehzadebaşı- eylenceleri, şarkılar, kantolar, Anadolu'yu dolaşan çadır tiyatroları, dansözler, çengiler, çalgılar, Orta oyuncuları, Meddahlar, Karagöz ve Kukla oyunları bu dönemin ürünleridir.
Ben çocukluğumda bunların son uclarına da yetiştim ve izledim. Üstelik bugün bize aktarıldığı gibi, yalnızca çocuklar için değildi; tam tersine büyükler ve özellikle erkekler için düzenlenirdi. Bu nedenle de müstehcenlik hepsinin baş özelliğiydi. Kantoların bugüne değin yansıyan erotizmi, Nasrettin Hoca, Keloğlan fıkralarının, Karagöz oyunlarının orijinallerin bugün büyük bir gayretle gizlenmeye çalışılan pornografik esprileri o günlerin yansımasıdır.
Müslüman kadınların kanto söylemelerinin aileleri tarafından yasaklanmasının, tiyatrolarda oynamalarının mantığını da burada aramak gerekir. Bu nedenle de Müslüman rolündeki Hıristiyan kadın oyuncular ve zenneler ortaya çıkar.
Yani Anadolu'da Ramazan eylenceleri "yozlaşmış" bir gelenek değildir. Geleneğin yapısından gelen din dışı bir soluk alma ortamıdır.
Bana kalırsa, özgün durumları bozulmadan, olduğu gibi turistler için de düzenlenmesinde hiç bir sakınca olmamak gerekir. Dahası direklerarası bile Ramazanlarda yeniden yaşatılabilir. Belki böylelikle bugünkü insanlarımız, geleneğimizin o denli "bağnaz" bir yapısı olmadığını, "Anadolu Müslümanlığı"nın çok daha "insanî özellik" taşıdığını anlayabilir.
Üstelik Arap Eş'ariliği tarafından, bilerek ve planlı bir biçimde, boğulup yok edilmeye çalışıldığını düşündüğüm bu kültürün yaşatılması, gelişkin sanat yapıtlarında da yansımaları uygun olur. Romanlarda, şiirlerde, resimde, yontuda, yeni bestelenen orkestra müziklerinde etkileri ve yansımaları olur (örn: Fazıl Say'ın "Harem'de 1001 Gece" başlıklı Keman Konçertosunun yeni çıkan CD'si)...
Dahası belki de Topkapı sarayında verilen konserlerde bir kadeh şarap ikram edilmesine karşı gösterilen tepkiler artık gösterilmez bile olur.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

"Kavram"lar ve "Tanrı" kavramı üzerine...






Bektaşi Babası Edip Harabî'nin bir şiirinden çağrışımlar


  1. Platon'un (M.Ö.5.yy) "idea", Ortaçağ babalarının "tümel", 19.yy sonunda Edmond Husserl'in "Phenomenon" adını verdiği, psikoloji biliminin "algı" olarak adlandırdığı şey aynıdır. Gerçek evrenin bunlardan oluştuğunu söyleyen filozoflara idealist filozoflar (ki en ünlüsü, İngiliz piskopos Berkeley-18.yy-'dir) denir.


  2. Bunların karşısında da maddi evreni gerçek olarak gören maddeci (özdekçi ya da Materyalist" denen) filozoflar vardır. Düşünce, dolayısıyla bilim bu gerçeklik üzerine kuruludur. Bu akım da Platon'dan çok önce, M.Ö.7.yy'da Batı Anadolu'da Miletos'ta başlar ve 19.yy Diyalektik Maddeciliğine değin gelir. Felsefe tarihinde, "bilgi kuramı" alanındaki bütün tartışmalar bu iki akımın çatışmaları üzerine kuruludur (Nazım Hİkmet'in, "Berkeley" adlı polemik şiiri bunun en güzel örneklerinden biridir: http://siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/berkley.htm). Kimi filozoflar yanların birini tutar, kimileri bu görüşleri uzlaştırmaya çalışır...



  3. Zaman zaman tersine örnekler de çıkabilmekle birlikte, "Dogma", en ilkelinden en gelişkinine her türlü "Din" ya da en hafif deyimiyle "inanç" büyük çoğunlukla idealizmin koruyucu kanatları altında bulunur.


Şimdi yeniden numaralayalım:




1.

İnsan usu (aklı) evreni kavrayabilmek için doğadan aldığı duyumları (işlenmemiş izlenim) sınıflayan, bir araya getiren, yerli yerine yerleştirerek işleyen bir yapıdır. Söz gelimi tek tek ağaç duyumlarını ayrı ayrı usumuzda tutmak yerine toplam bir "ağaç" kalıbını tutar, yeni duyumlarımızın buna uyup uymadığına bakarız. Uyuyorsa aldığımız izlenimin (duyumun) bir "ağaç" izlenimi olduğunu anlarız. İşte buradaki bu bütün örnekleri içerecek biçimde bütünleştirilmiş kalıba idealistler "idea", Ortaçağ kilise babaları "tümel", Phenomenologlar "Phenomen", Psikologlar da "algı" diyor.

2.

İnsan usu, yalnızca doğada karşılığı olan "şey"lerin algılarını oluşturmaz. Kendi içinde bulunan algıların da bir üst algılarını oluşturur. Bunlar "varlık", "kardeşlik", "güzellik" gibi doğada karşılığı olmayan yani gerçekliği de olmayan algılardır.

3.

Bir de yine insan usu, doğayı daha kolay anlayabilmek için kendi kategorileştirmesini yaparken bir takım araçlara gerek duyar ve bunları yaratır. Bunlar insan usu tarafından yaratılmış algılardır ve doğada karşılıkları, yani gerçeklikleri yoktur. Bunlar, sayılar, geometrik şekiller, kimi mantık kavramları vb'dir. Üstelik insan usu, bunlar arasındaki ilişkiyi de çözmek üzere bilimler oluşturmuştur. Bunlara doğal bilimler değil, kural koyucu (Normatif) bilimler denir. Bunlar, Eukleides geometrisinde olduğu gibi, "iki noktadan bir doğru geçer" gibi ispatlanamaz bir kabulden kalkar ve bunun üzerine koskoca bir geometri dizgesini kurabilir. Bu tür bilimler aklın tümdengelim yöntemini kullanarak yeni bilgilere ulaşırlar. Bu bilimlerin ilgilendiği kavramların gerçek evrende karşılıkları yoktur. Ancak bu kavramlar, yine insan usunun çalışmasıyla gerçek evrene uyarlanabilirler. Bu uyarlama işini günümüzde mühendislik bilimleri yapıyor ve çok da başarılı sonuçlar alıyorlar. Sanırım örneklerini vermeme gerek yok. Matematik evrende bulunan algıların gerçek dünyaya uyarlamalarını biz "gerçeklik" olarak algılama yanılgısına düşüyoruz.

4.

İnsan beyninin fizik özellikleri dolayısıyla kendiliğinden oluşturduğu kavramlar:renkler, sesler vb... Renklerse, Gerçek evrende bulunan dalga boyu değişik ışıkların ya da hava titreşimlerinin belli bir dalga boyu aralığında beynimiz tarafından algılanan biçimleridir. Dolayısıyla bunların da usumuzda algıları oluşur. Gerçek evrende bunların karşılıkları vardır, ama bizim algıladığımız biçimde değildir.

5.

Ve gelelim "Tanrı" kavramına... "Tanrı", insanların kendilerinden ve öteki insanlardan topladıkları verilerle gereksemelerine göre oluşturdukları "yetkin" bir "efendi" kavramından başka bir şey değildir. Kültür tarihinde, insan aklı geliştikçe, ilkin "bu dünya nereden çıktı" sorusuna yanıt varmek için kullanılmış ve "Ana Tanrıça" olarak yanıt vermiştir. Daha sonra doğanın ve insanın çeşitli özelliklerini (analık, kıskançlık, aşk, cinsellik, demircilik, güneş, ateş vb) üstlenen, dahası, bu özellikleri yöneten tanrılar ve tanrıçalar oluşmuştur. Ama insan usunun gelişemsi durmuyor. Bu gelişme ilerledikçe, bu sorulara verilen yanıtlar da insanı tatmin etmez olmuş ve "tanrı" kavramı da daha yetkin bir biçime girmeye zorlanmıştır. Paleontolojik ve arkeolojik verilere göre alet kullanan bir varlık olarak insan bu dünyada yaklaşık 500 000 yıldır vardır ve ana-tanrıçadan bu yana tanrı bunun son 30 000 yılında vardır.


Özetle:


  • Sayıların bu evrende herhangi bir gerçekliği yoktur. Sayılar, usumuzun bu evreni daha kolay algılayabilmek için yarattığı kavramlardır. Gerçek evrende karşılıkları olmadığı halde mühendislik bilimleriyle gerçek evrene uyarlanabilirler.

  • Bütün "kavram"ları insan usu yaratır. Dolayısıyla "tanrı" kavramını da...





30 Temmuz 2009 Perşembe

Bilim Tarihinde Danışmendoğulları


Kültür tarihi arkeolojisi:

BİLİM TARİHİNDE ANADOLU SELÇUKLU DANIŞMENDOĞULLARI BEYLİĞİNİN YERİ VE ETKİSİ(*)
Kültür tarihinde öyle noktalar vardır ki bir türlü görülmez, görülemez!.. Ama kendinden sonra gelen temel kültürel yapıyı olanca ağırlığıyla üstünde taşır.

Söz gelimi hekimlik tarihinde, Hippokrates’in hastahanesi, Kos Asklepionu[i], hele Galenos Hekim’in yaşadığı ve müzikle iyileştirme yöntemlerinin kullanıldığını bildiğimiz antik Bergama Asklepionu bilinir de nedense 2. Bayezit’in yaptırdığı Edirne Darüşşifasından hiç haber yoktur.

Oysa Evliya Çelebi anlatıyor:
(…)
Hastalarâ deva, dertlilere şifâ, dîvânelerin ruhuna gıdâ
Ve def-i sevdâ olmak üzere,
On adet hânende ve sâzende gulâm tahsîs etmiştir ki,
Üçü hânende, biri nâyzen, biri kemânî
Biri mûsikaarî, biri santûrî, biri ûdî
Olup haftada üç kerre gelerek
Hastalara, delilere mûsikî faslı verirler.
Bi-emr-i Hayy-i Kadîr, nicesi
Avâz-ı sâzdan hoş hâl olurlar.
Hakkaa ki ilm-i mûsikîde nevâ, rast, dügâh,
Segâh, çârgâh, sûzinâk makamları
Anlara mahsustur.
Amma makam-ı zengule ile makam-ı bûselikte
Râst karar kılsa hayat verir âdeme.
Cümle sâz ve makamlarda rûha gıdâ vardır.
(…)
[ii]
Arkeolojide olduğu gibi kazdıkça elinize düşer gerçekler. Yeter ki kazılacak yeri doğru, bilimsel yöntemle saptayın…

Bunun için öncelikle içinde soluduğumuz kültürün oluşturduğu önyargılardan iyice arınmak gerekir. Söz gelimi antik kültür için batılının “bizimdir”, doğulunun da “pekala sizin olsun, öyleyse bizim değildir” diye ilk inatlaşmaya girdiği zaman, Avrupa Renaissance’ı sonrasıdır. Bu inatlaşma sonucunda Hıristiyanlığın da Müslümanlığın da aynı oranda antik kültürün üstüne oturduğu gözden yitirilir gider.[iii]

Burada doğu-batı diye iki ayrı kültür olmadığının, akış içinde sonra gelenin, öncekinin üzerine oturduğunun ayırdına artık varmamız gerekiyor. İnatlaşmayı bırakıp doğusuyla batısıyla, kuzeyiyle güneyiyle aynı kültür kökenlerinden gelinmekte olduğunun, bunun evrensel bir süreç olduğunun altını kalın çizgilerle çizmemiz gerekiyor.

Üstelik Renaissance’a değin Doğu’da böyle bir ayrılığın da olmadığını tartışmak gerekir. 13.yy’da şu bizim Yunus’da rahatça, Calinus olarak Galinus Hekim’i, Bükrat olarak Hippokrates Hekim’i, Sokrat olarak Sokrates’i Eflatun olarak Platon’u bulabilir, insanlığın ve kendisinin ustaları olarak tanıttığını görebilirsiniz. Osmanlı, ne Hıristiyanlığı ne de Museviliği dışlama gereği duymuştur. Hak dinler ve inançlılarını neredeyse kendi ümmetinden saymıştır. Bu yüzden de Hıristiyan teb’ayla Osmanlı arasında yüzyıllar boyunca sorun yaşanmamış, Avrupa’da başı derde giren Museviler de Osmanlı’ya davet edilebilmiştir.

Kültür tarihi bir tanedir. Doğunun ayrı, batının ayrı kültür tarihi yoktur. Hekimlikte müzikle iyileştirme, Galenos Hekim’in Bergama Asklepion’unda başlamış, Edirne II.Bayezit Darüşşifasında sürmüştür. Günümüzde de Psikoloji biliminin sınırları içinde sürmektedir.


Prof. Dr Mikâil Bayram’ın yeni çalışması

Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü emekli başkanı, Mikâil Bayram hoca, bugüne değin yaptığı çalışmalarla Ahi Evren’in, Nasrettin Hoca’mızın düşsel değil, yaşayan bir insan olduğunu, Anadolu ahiliğini kurmuş olduğunu ortaya çıkarmış, çeşitli bilimsel yayınlarında anlatmış, bugüne kadar düşünülmesi yasak olan, üstü örtülen bir çok sorunun yanıtını verme cesaretini göstermiş, bulguları, işlerine gelmeyenlerin inanılmaz tepkileriyle, saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştı.

Şimdi, bir kez daha, üstü örtülü kalmış örneği ortaya çıkardı, iğneyle kuyu kaza kaza, kültür tarihine yeni gerçekler kattı:

“DANIŞMENDOĞULLARI DEVLETİNİN
BİLİMSEL VE KÜLTÜREL MİRASI”
Yayına Hazırlayan:
Prof.Dr. Mikâil Bayram
Mayıs 2009, Konya
ISBN: 9789759541095
Osmanlı yöneticileri, kuruluşta, devleti “ulema”dan alınan fetvalarla yönetmek yerine akliyeci düşünceyi (rationalism) neden desteklediler? İznik’te kurdukları medreselere yerleştirdikleri akliyyeci (rationalist) bilim insanlarının düşünce geliştirmesine neden destek verdiler[iv]?

İslamiyet Anadolu’ya İran üzerinden gelmesine, üstelik Büyük Selçuklu veziri Nizam ül Mülk, Şafii Eş’ari inancına bağlı olmasına karşın, ne oldu da Selçuklu ardılı sayılan Osmanlı, taban tabana zıt Hanefi mezhebine bağlandı?

Mikâil Hoca, yasak soruların örtüsünü bir kez daha kaldırıyor. Anadolu Selçuklu devletinin ilk yıllarında ortaya çıkan bilimsel düşüncenin kanıtlarını tarihçi sorumluluğuyla gözlerimizin önüne seriyor. Yüzyıllarca kalın örtülerin altında saklanan bilgiyi bir kez daha bilim dünyasının yararına sunuyor.

İbnü’l Esir, “El-Kâmil fit-Tarih”inde, Anadolu Selçuklu devletini kuran Süleyman Şah’ın babası Kutalmış’ı anlatırken diyor ki:

“Şaşılacak şeydir ki Kutalmış, Türk olmasına rağmen astronomi ilmini çok iyi biliyordu. Bundan başka felsefe geleneği ile ilgili bilimleri de biliyordu. Kendisinden sonra oğulları ve ahfadı da felsefe geleneğinden gelen ilimleri öğrenmeye devam ettiler. Ve bu alanda isim yapmış olan bilim adamlarını himayelerine aldılar. Bu durum onların dini inançlarında pürüz meydana getirdi.”[v]


Bilimsel bilginin inançlara zarar verdiğine binyıllardır inanılır.[vi]

Bu bilgiden Kutalmış’ın, yasak “Mu’tezile” mezhebinden olduğunu anlıyoruz. Bu mezhep Hanefilik üzerine kuruludur; öyle ki bir ara Hanefi denince Mu’tezile anlaşılırdı.

Asr-ı Saadet denilen, Muhammed’in yaşadığı dönemden 100 yıl kadar sonra Mu’tezile, Abbasiler döneminde ortaya çıkan akliyyeci (İslam Rationalizmi) bir inanç dizgesidir. Temel olarak, Kur’an’ın “ezeli (kadîm)” bir “kelâm” olduğunu değil, “sonradan yaratılmış (mahlûk)” olduğunu, Kur’andaki her şeyin akılla açıklanabileceğini savunur.

Karşısında Eş’ari’ler vardır. Ebu Hasan Eş’ari’nin kurduğu bu inanç dizgesine göre akıl hiçbir zaman gerçeğe ulaşamaz. İnsan için gerçek bilgi yalnızca inançtır.
İslam halifeliğinin Abbasiler tarafından yürütüldüğü dönemde, Bağdat’ta, dolayısıyla bütün islam devletlerinde Eş’arilik egemen oldu, Mu’tezile geleneği sert, ölümcül yasaklarla ortadan kaldırıldı. İslam dünyasında, özgür düşünceleri nedeniyle Hallac-ı Mansur, Ömer Hayyam, Farabi, İbn Sina, Hasan Sabbah gibi düşünürler, ozanlar, görüş önderleri bu sert yasaklardan paylarını alıyordu.

Bu çatışma, daha sonra, Anadolu’da Babai katliamına, Osmanlı’nın ilk yıllarında Seyyid Nesimi’nin derisi yüzülerek öldürülmesine, Şeyh Bedreddin kalkışmasına, Şah İsmail ile yapılacak Çaldıran savaşına ve Köroğlu’nun adı ile simgeleşen Celali ayaklanmalarına değin pek çok sosyal olaya da neden olacaktır.

Mu’tezile anlayışı günümüze, Şiiliğe engel olmuş olmasına karşın, kendini anlattığı biçimiyle değil, yalnızca karşıtı olan, Eş’ari yanlısı Osmanlı resmi ideolojisinin bakışıyla yansımıştır. Bu yüzden Hasan Sabbah tarihin ilk teröristi sayılacak, bunun için Baba İlyas’ın yazdıkları bugüne değin ortaya çıkarılmayacak, Şeyh Bedreddin kitapları yüzyıllar boyu yasaklanacak, Şah İsmail Hatayî şiirleri ancak Alevilerin ağzında günümüze gelebilecektir.

Ancak bu karşıtlığın bir yararı da olur, Mu’tezile’nin akılcı-bilimci görüşleri, karşıtı olan resmi ideoloji tarafından kötülenmek amacıyla da olsa kayıtlara geçirilir. Bu nedenle bugün Babaîleri tanıyabiliyoruz, Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’un kitaplarını bulabiliyoruz, Şeyh Bedreddin’in görüşlerini bilebiliyoruz.

Prof.Dr.Mikâil Bayram’ın küçücük kitabına sığdırdığı kanıtlar, Mu’tezile ile Eş’arilik arasındaki savaşımın Büyük Selçuklu devletinde, Anadolu Selçuklularında da bütün şiddetiyle sürdüğünü ortaya çıkarıyor ve Kültür Tarihinde Büyük Selçuklu Devleti ile Osmanlı arasında bulunan kültür akışını sağlayacak köprüyü oluşturarak sosyo-kültürel olayların nasıl geliştiğini anlayabilmemizi sağlıyor.

Bu arada Anadolu Selçukluları döneminin son yüzyılında ortaya çıkan ve daha önce yayınlamış olduğu hacimli “Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren – Mevlana Mücadelesi
[vii]" adlı kitabında ayrıntılı olarak ele aldığı savaşımın üzerine oturduğu düşünsel tabanı, dolayısıyla düşünsel alt yapısını doldurabiliyoruz.

Mikail Bayram’ın kitabından, Alparslan’ın veziri Nizam ül Mülk’ün Mu’tezile geleneğinden gelen akliyeci vezir Amidü’l-Mülk Ebu Nasr el-Kunduri’ye karşıtlığını, bu karşıtlık sonucunda onu idama değin gönderen süreci başlattığını, yerini aldığını görüyoruz. Bunun üzerine devletin resmi görüşü olan, Mu’tezile etkisini yok etmek için yine devletin parasını dökerek, kendi adıyla Selçuklu Mülk’ünde, yirmi üç yerde Nizamiye Medresesi kurdurduğunu ve buralara Eş’ari geleneğine bağlı akliyye karşıtı ulemayı atamış olduğunu öğreniyoruz. Bunların en ünlüsü “imam” adıyla da tanıdığımız el-Gazali
[viii]’dir.

Mikâil hoca, kitabında, Anadolu Selçuklularında baskın Mu’tezile etkisi ile bilimsel yapıtların da, Türklerin Anadolu’ya gelmesinden hemen sonra ortaya çıkmaya başladığını anlatıyor ve Anadolu Selçuklularının bugüne değin ortaya çıkmamış ilk bilimsel yapıtı, “Keşfü’l Akabe”yi inceleyip Farsça bilenler için son derece değerli bir kaynak olarak kitabın tıpkıbasımını veriyor. Keşfü’l Akabe‘nin yazarı olan Kayseri nazırı İlyas bin Ahmed al-Kayserî el-Ma’ruf bi İbnü’l Kemal’in Anadolu’ya giren ilk Türklerden ve olasılıkla Malazgirt savaşı gazilerinden olabileceğini tahmin ediyor. Yapıtın Malazgirt savaşı’ndan 25-29 yıl sonra, 1101 yılı ile 1105 arasında yazılmış olduğunu ve Danışmendoğulları’nın kurucusu Melik Ahmed Gazi’ye sunulmuş olduğunu saptıyor.

Keşfü’l Akabe, Miraç olayının ve Cennet’in, Cehennem’in fiziksel evrendeki yerini saptamaya çalışırken, bize, Anadolu’ya ilk gelen Türkmen gazilerin İlm-i Hikmet (felsefe) yanında Astronomi ve Coğrafya ile de ilgilendiklerini, dünyanın yuvarlak olduğunun, Ferdinand Magellan’ın dünyayı dolaşmasından (1519-1521) 420 yıl önceden bilindiğini, anlatıyor. Ay ve Güneş tutulmasının şekillerle açıklamalarını, gece-gündüz farkının kutuplara doğru gidildikçe büyüdüğünü, kutuplara varıldığında altı ay gece, altı ay gündüz olduğunu Keşfü’l Akabe‘de bulabiliyoruz. Dünya çevresinin uzunluğunu, Dünya’nın yüzölümünü ve meridyenlerin arasındaki bir derecelik uzaklığın doğruya çok yakın ölçülerini de yine bu kitapta bulabiliyoruz[ix]
.

Anadolu Selçuklularındaki akılcı akımın 13.yy Anadolusuna ve Osmanlıya etkisi
13.yy Anadolu kültürünü, Moğolların önünden kaçan, Türkmenlerin getirdiği, Orta Asya üzerinden Ahmed Yesevi etkisi, İran üzerinden Şiî-Fars etkisi, Bağdat üzerinden Arap etkisinin Anadolu’da bulunan Selçuklu Mu’tezile ve Araplarla yerli Hıristiyanlardan gelen antik Anadolu kültürlerinin bireşimi oluşturur...

Sabahattin Eyüboğlu anlatıyor:

Bu memleket niçin bizim? Dörtyüz atlıyla Orta Asya'dan gelip fethettiğimiz için mi? Böyle diyenler gerçekten benimsemiyor, ana yurt saymıyorlar bu memleketi. Gurbette biliyorlar kendilerini yaşadıkları yerde. Hititler, Frigyalılar, Yunanlılar, Farslar, Romalılar, Bizanslılar, Moğollar da fethetmişler Anadolu'yu. Ne olmuş sonunda? Anadolu onların değil, onlar Anadolu'nun malı olmuş.

Bu memleket bizim olduğu için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramızda dışardan gelmeler çoğunluk olsa bile -ki değil elbette- kaynaşmış, halleşmiş hepsi. Fetheden de biziz artık, fethedilen de. Eriten de biziz, eriyen de. Biz bu toprakları yuğurmuşuz, bu topraklar da bizi. Onun için en eskiden en yeniye ne varsa yurdumuzda öz malımızdır bizim. Halkımızın tarihi Anadolu'nun tarihidir. Paganmışız bir zaman, sonra hıristiyan olmuşuz, sonra musluman.Tapınakları kuran da da bu halkmış, kiliseleri de camileri de. Bembeyaz tiyatroları dolduran da bizmişiz karanlık kervansarayları da. Kâh bozkıra çalmışız, kâh mavi denize. Sayısız devletler, medeniyetler bizim sırtımızda yükselmiş, bizim sırtımızda çökmüş. Yetmişiki dil konuşmuşuz Türkçe'de karar kılmazdan önce. Hepsinin tadı kalmış damağımızda. Aylarımızın, günlerimizin, köylerimizin, kentlerimizin adlarına bakın. Ne değişik eller ne değişik halk oyunlarında tutuşmuş, ne horonlara, ne halaylara girmişiz.Doğuyla batı sarmaş dolaş olmuş bizim içimizde. Ya o ya bu değil, hem o hem buyuz biz. (…)

Biz bir başka türlü Türk, bir başka türlü müslümanız. Mayamızda ağır basan, bu medeniyetler beşiği Anadolu'dur.

[x]

13. yy Anadolusunda akım yaratan dört bilge görüyoruz. Bunlardan biri Mevlana Celalü’d Din Rûmî’dir. Eş’ari etkisini getirir. Sosyolojik olarak Aristokrat kültürün yürütülmesini amaçladığını görürüz. İran Şiîliğinin etkisiyle olmalı, siyasal yetkenin üstünde dinsel yetke olması gerektiğini savunduğunu anlatan yaşam öyküleri vardır.

Mevlânâ’nın “doğru bilgi”nin ne olduğunu, akliyyeci Fahru’d Din Razî’nin düşüncesini eleştirmek için yazdığı beyitlerin çevirisi şöyledir:

“Bu konuda eğer akıl yol gösterici olsaydı, Fahr-i Râzi din sırrını bilen olurdu”

“Fakat ‘tatmayan anlayamaz’ kaidesi uyarınca onun aklı şaşkınlığını artırdı”

“Onun için tefekkür (düşünce) ile benlik keşf olunamaz. Benlik, fenâya (yokluğa) erince anlaşılır”

[xi]

“Tatmayan anlayamaz kaidesi” dikkat çekicidir, Fahru’d Din Razî’nin bilgi edinmek için deney ve gözleme de önem verdiğini göstermektedir.

13.yy Anadolu düşüncesini oluşturan ikinci bilge, Fahru’d Din Razî’nin öğrencisi Şeyh Nasiru’d Din Mahmud bin Ahmed el Hoyî’dir. Anadolu’da etkin olan Danışmendoğulları beyliğinin Mu’tezile anlayışının egemen kıldığı akliyyeci düşünceyi geliştiren bilgelerden biridir.

İran’ın Hoy kentinde doğmış, 1204 yılında otuzlu yaşlarında Anadolu’ya gelmiş, Kayseri’de esnafı örgütlemiş, ahî örgütünü oluşturmuştur. Kendi mesleği debbağ (deri işleme ustası) olduğundan ve bu nedenle yılanlarla ilgilendiğinden kendisine ejder anlamına gelen Evren denilmiştir. Yaşamı boyunca, siyasetten tasavvufa her alanda akliyyeci düşünceyi geliştirmiş, döneminin öteki iki akliyyeci bilgesi Sadru’d Din Konevi ve Hace Bektaş ile ilişki içinde yaşamış, pek çok mektup, kitap ve çeviri bırakmıştır. Farsça yazılmış kitaplardan, yazık ki, pek azı Türkçeye çevrilmiştir.

Eflakî’nin “Menakibu’l Arifin” adlı kitabına göre, Ahi Evren Hace Nasiru’d Din Mahmud, görüşlerini destekleyen Selçuklu sultanı İzzettin Keykâvus’a sunduğu siyaset kitabı “Letaif-i Hikmet”e sultanın önem vermesi üzerine, bir ziyaretinde Mevlana’nın kendisi için “yok” dedirttiğini, ikinci gelişinde kendisine öğütte bulunmasını istediğini, Mevlânâ’nın da sultanı “Sana ne öğütte bulunayım, sana çobanlık vermişler, sen kurtluk yapıyorsun, sana bekçilik vermişler, sen hırsızlık yapıyorsun. Tanrı seni sultan yaptı, sen şeytanın sözüyle hareket ediyorsun” diye azarlamıştır. İnsan bilgisinin tanrı tarafından verilmiş bilgiden başka bir bilgi olamayacağını öne süren Eş’ari inancının Mu’tezile’ye tepkisini Mevlânâ’nın bu tutumunda görebiliyoruz.

Üçüncü Bilge, Hace Bektaş’tır. Ahmet Yesevi’den aldığı duragan dört kapı kuramını, Herakleitos’tan sonra ilk kez, “akış[xii]
”ı da içerecek biçimde başaşağı etmiş[xiii]ve “Makalat” adlı kitabıyla, “insanlaşma süreci”ni anlatmış, gelişim ve eğitim dizgesi oluşturmuştur. Günümüze değin Alevilik ve Bektaşilik bu dizge üzerine oturmaktadır.

Dördüncü bilge, Sadru’d Din Konevî’dir. Üvey babası ve şeyhi İbn ül Arabî’nin “Vahdet-i Vücud”
[xiv]düşüncesini, Ahi Evren, Hace Nasiru’d Din ve Hace Bektaş ile ilişki içinde, daha da bilime yöneltmiş, Şeyh ül Ekber (büyük şeyh) adıyla anılan İbn ül Arabî’nin adına kurduğu “Ekberiyye” adlı bilimci akım, Osmanlı’nın Yükselme Devri’ndeki başarısını oluşturan yapı olmuştur. 1.Murad’la başlayan ve Fetret Devri, İstanbul’un alınması, Yavuz Selim’in Şah İsmail’i Çaldıran’da yenmesine değin sürecek olan geleceğe açık bilimci Mu’tezile görüşü ile tutucu Eş’ari dizge arasındaki savaşım, Sultan Süleyman zamanındaki Celalî ayaklanmaları ile son bir kez parlama denemesi yapmış olsa da Gazalî’ci Eş’ari inanç dizgesinin egemenliğiyle bitecek, Osmanlı’nın Yükselme Devri de sona erecektir.[xv]

Osmanlı Devleti, dünyadaki gelişmenin baskısıyla önce matbaa’nın getirilmesine engel olamaz ama dini kitaplardan başka bir şeyin basılmasına uzun süre izin verilmez. Ardından yenileşme çabaları başlar. Önce Lâle Devri, ardından 3. Selim ve 2. Mahmut’la gelişecek yenileşme hareketleri, Tanzimat, ardından da bireylerin mülk edinebileceğini belirleyen tapu yasası çıkar. Şinasi ve Namık Kemal’le “özgürlük” kavramı tartışılmaya başlar. Ama bilimci geleneğin Anadolu’da yeniden etkin bir biçimde başlatılabilmesi için Kemalist Burjuva Devriminin gerçekleşmesi gerekecektir.

Avrupa’da bilimci gelenek

Osmanlı Devleti’nde bilimci gelenek sona ererken Ortaçağ sona eriyor ve Avrupa’da bilimci gelenek başlıyordu. Bunda 13.yy Anadolu’sunda İstanbul’u ele geçirmiş olan ve bu yüzyıl boyunca Anadolu’da bulunan 4.Haçlı seferi şövalyelerinin taşıdığı Mu’tezile anlayışının akılcı anlayışından ne denli etkilendiğini bilemiyoruz. Ancak Anadolu’dan dönen şövalyelerin Orta Çağ’da egemen olan Katolik kilisesi tarafından saptırılmış oldukları gerekçesi ile Engizisyon tarafından suçlandıkları ve bir bölümünün odun yığınları üzerinde yakıldığını biliyoruz
[xvi].

Renaissance İtalya’sında önce sanatçılar “kul”dan “birey”e dönüşün işaretlerini verecekler, ardından bilimci düşünce, önce Descartes ve Spinoza gibi akılcılarla (rationalism), ardından da John Locke, David Hume ve George Berkeley ile deney ve gözlemin önem kazandığı Aydınlanma düşüncesi gündeme gelecek, bilimsel düşünce gelişme yolunda ilerlemeye başlayacaktır.

Sonuç

Klasik “Antik Yunan kültürü Arapların aracılığı ile Renaissance’a taşınmıştır” görüşü yeterli değildir. Kültür Tarihi içinde, Aristoteles’ten Renaissance’a değin geçecek bin beşyüz yılı aşkın süre bu denli kolayca açıklanamaz. Ortaçağ öncesinden Renaissance’a değin, Kültür Tarihinde pek çok değişme, gelişme olmuştur. Bunu Avrupa merkezcilerin bakışı açıklamaya yetmemektedir. Akışın bilinmeyen ayrıntılarını doldurmak gerekmektedir.Ancak bu durumda gelecek daha bir aydınlanacak ve insanlığın geçmeyi beklediği yollar daha iyi aydınlanabilecektir[xvii].



(*) Bu yazının "Prof. Dr Mikâil Bayram’ın yeni çalışması" başlıklı kitap tanıtım bölümü, Bilim ve Gelecek Dergisi'nin Ağustos 2009 tarihli 66. sayısı, s:82'de yayınlanmıştır.


[i] Bodrum’un karşısındaki İstanköy adasında kalıntıları bulunan antik sağlık yurdu.

[ii] Pek az değiştirerek şiir diline çeviren: Behçet Necatigil / YENİ DERGİ / BİMARİSTAN-I BAYEZİD HAN / Sayı:34 S:7



[iii] Bkz: “ÇOK ALLAH’TAN TEK ALLAH’A” Ömer Tuncer, “Bilim ve Ütopya” Dergisi Sayı 26, 24 Ekim 1993; “TEK TANRILI DİNLERİN TARTIŞMALI ÖZGÜNLÜĞÜ” adıyla: http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/12/tek-tanrili-dinlerin-tartimali-zgnl-1.html


[iv] Bkz: “ANADOLU’NUN BİLİNMEYEN BİLİM ÇAĞI”, Ömer Tuncer, “Bursa’da Yaşam” Dergisi, Haziran 2007, s:170 / http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadolunun-bilinmeyen-bilim.html



[v] Bayram, Mikâil Prof.Dr., “Danışmendoğulları Devleti’nin Bilimsel ve Kültürel Mirası” s:26-27, Birinci Basım, Konya, Mayıs 2009


[vi] Bu yüzden kültür tarihinin en büyük kültür cinayeti işlendi ve koca İskenderiye kitaplığı yakıldı.Kendine batılı diyen bilim insanları(!) ile doğulu diyenler arasında bu cinayeti birbirinin üstüne atma yarışı sürmektedir. Oysa önemli olan, kimin değil, doğudan da gelse, batıdan da gelse, hangi anlayışın yaktığıdır.



[vii] Bayram, Mikail Prof.Dr., “Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren – Mevlana Mücadelesi” Konya 2005 Birinci Baskı ve Konya 2006 ikinci Baskı


[viii] el-Gazali (1058-1111) filozofları okudu. Ancak fikri bir bunalımdan sonra kendisini tasavvufa verdi. Akıl yolundan sezgiye döndü. Felsefe ile dinin bağdaştırılamayacağını savundu. Aristoculuğun İslam'la uzlaştırılmasına karşı çıktı. Tehâfütü'l-Felâsifeyi yazarak, filozofları eleştirdi.Onları küfürle itham etti. Yunan felsefesini islam dünyasına sokan Farabi ve İbn-i Sina alemin sonsuzluğunu felsefeye dayanarak savunuyordu. Tikeller ve nedensellik konularında akideye ters görüşleri vardı. Gazali onları eleştirdi.



[ix] Hem “Danışmendoğulları Devleti’nin Bilimsel ve Kültürel Mirası” kitabı, hem Mikail Bayram’ın öteki kitaplarını edinmek için, + 90 332 236 4875 numaralı telefon aranabilir… (“Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi” ve “Tarihin Işığında Nasrettin Hoca ve Ahi Evren” adlı olanlar özellikle önerilir).


[x] Eyüboğlu, Sabahattin, "Bizim Anadolu", "Mavi ve Kara - Denemeler" Ataç Kitabevi, İst. 1961



[xi] Mesnevi, V,916. 4/44-4/46 beyitler


[xii] Bkz: “HEP DEVİNİR!.. HİÇ DURMAZ!.. HEP AKAR!..”, Ömer Tuncer, Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı 45, Kasım 2007 http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html



[xiii]HACE BEKTAŞ'TA 4 KAPI KURAMI”, Ömer Tuncer, Bilim ve Gelecek Dergisi Şubat 2007, Sayı:36, s:46 / http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/hace-bektata-4-kap-kuram.html


[xiv] Bkz: “ANADOLU’NUN BİLİNMEYEN BİLİM ÇAĞI”, Ömer Tuncer, “Bursa’da Yaşam” Dergisi, Haziran 2007, s:170 / http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadolunun-bilinmeyen-bilim.html



[xv] Bkz: “KURULUŞTAN KURTULUŞA”, Ömer Tuncer, Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı:24. Şubat 2006, s:33-45/ http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadoluda-yeniden-dou.html


[xvi] Kırıkkanat, Mine, “Gülün Öteki Adı”



[xvii] Bkz: “HEP DEVİNİR!.. HİÇ DURMAZ!.. HEP AKAR!..”, Ömer Tuncer, Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı 45, Kasım 2007 http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html