BİLİM TARİHİNDE ANADOLU SELÇUKLU DANIŞMENDOĞULLARI BEYLİĞİNİN YERİ VE ETKİSİ(*)
Söz gelimi hekimlik tarihinde, Hippokrates’in hastahanesi, Kos Asklepionu[i], hele Galenos Hekim’in yaşadığı ve müzikle iyileştirme yöntemlerinin kullanıldığını bildiğimiz antik Bergama Asklepionu bilinir de nedense 2. Bayezit’in yaptırdığı Edirne Darüşşifasından hiç haber yoktur.
Oysa Evliya Çelebi anlatıyor:
(…)
Hastalarâ deva, dertlilere şifâ, dîvânelerin ruhuna gıdâ
Ve def-i sevdâ olmak üzere,
On adet hânende ve sâzende gulâm tahsîs etmiştir ki,
Üçü hânende, biri nâyzen, biri kemânî
Biri mûsikaarî, biri santûrî, biri ûdî
Olup haftada üç kerre gelerek
Hastalara, delilere mûsikî faslı verirler.
Bi-emr-i Hayy-i Kadîr, nicesi
Avâz-ı sâzdan hoş hâl olurlar.
Hakkaa ki ilm-i mûsikîde nevâ, rast, dügâh,
Segâh, çârgâh, sûzinâk makamları
Anlara mahsustur.
Amma makam-ı zengule ile makam-ı bûselikte
Râst karar kılsa hayat verir âdeme.
Cümle sâz ve makamlarda rûha gıdâ vardır.
(…)[ii]
Bunun için öncelikle içinde soluduğumuz kültürün oluşturduğu önyargılardan iyice arınmak gerekir. Söz gelimi antik kültür için batılının “bizimdir”, doğulunun da “pekala sizin olsun, öyleyse bizim değildir” diye ilk inatlaşmaya girdiği zaman, Avrupa Renaissance’ı sonrasıdır. Bu inatlaşma sonucunda Hıristiyanlığın da Müslümanlığın da aynı oranda antik kültürün üstüne oturduğu gözden yitirilir gider.[iii]
Burada doğu-batı diye iki ayrı kültür olmadığının, akış içinde sonra gelenin, öncekinin üzerine oturduğunun ayırdına artık varmamız gerekiyor. İnatlaşmayı bırakıp doğusuyla batısıyla, kuzeyiyle güneyiyle aynı kültür kökenlerinden gelinmekte olduğunun, bunun evrensel bir süreç olduğunun altını kalın çizgilerle çizmemiz gerekiyor.
Üstelik Renaissance’a değin Doğu’da böyle bir ayrılığın da olmadığını tartışmak gerekir. 13.yy’da şu bizim Yunus’da rahatça, Calinus olarak Galinus Hekim’i, Bükrat olarak Hippokrates Hekim’i, Sokrat olarak Sokrates’i Eflatun olarak Platon’u bulabilir, insanlığın ve kendisinin ustaları olarak tanıttığını görebilirsiniz. Osmanlı, ne Hıristiyanlığı ne de Museviliği dışlama gereği duymuştur. Hak dinler ve inançlılarını neredeyse kendi ümmetinden saymıştır. Bu yüzden de Hıristiyan teb’ayla Osmanlı arasında yüzyıllar boyunca sorun yaşanmamış, Avrupa’da başı derde giren Museviler de Osmanlı’ya davet edilebilmiştir.
Kültür tarihi bir tanedir. Doğunun ayrı, batının ayrı kültür tarihi yoktur. Hekimlikte müzikle iyileştirme, Galenos Hekim’in Bergama Asklepion’unda başlamış, Edirne II.Bayezit Darüşşifasında sürmüştür. Günümüzde de Psikoloji biliminin sınırları içinde sürmektedir.
Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü emekli başkanı, Mikâil Bayram hoca, bugüne değin yaptığı çalışmalarla Ahi Evren’in, Nasrettin Hoca’mızın düşsel değil, yaşayan bir insan olduğunu, Anadolu ahiliğini kurmuş olduğunu ortaya çıkarmış, çeşitli bilimsel yayınlarında anlatmış, bugüne kadar düşünülmesi yasak olan, üstü örtülen bir çok sorunun yanıtını verme cesaretini göstermiş, bulguları, işlerine gelmeyenlerin inanılmaz tepkileriyle, saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştı.
Şimdi, bir kez daha, üstü örtülü kalmış örneği ortaya çıkardı, iğneyle kuyu kaza kaza, kültür tarihine yeni gerçekler kattı:
“DANIŞMENDOĞULLARI DEVLETİNİN
Yayına Hazırlayan:
İslamiyet Anadolu’ya İran üzerinden gelmesine, üstelik Büyük Selçuklu veziri Nizam ül Mülk, Şafii Eş’ari inancına bağlı olmasına karşın, ne oldu da Selçuklu ardılı sayılan Osmanlı, taban tabana zıt Hanefi mezhebine bağlandı?
Mikâil Hoca, yasak soruların örtüsünü bir kez daha kaldırıyor. Anadolu Selçuklu devletinin ilk yıllarında ortaya çıkan bilimsel düşüncenin kanıtlarını tarihçi sorumluluğuyla gözlerimizin önüne seriyor. Yüzyıllarca kalın örtülerin altında saklanan bilgiyi bir kez daha bilim dünyasının yararına sunuyor.
İbnü’l Esir, “El-Kâmil fit-Tarih”inde, Anadolu Selçuklu devletini kuran Süleyman Şah’ın babası Kutalmış’ı anlatırken diyor ki:
“Şaşılacak şeydir ki Kutalmış, Türk olmasına rağmen astronomi ilmini çok iyi biliyordu. Bundan başka felsefe geleneği ile ilgili bilimleri de biliyordu. Kendisinden sonra oğulları ve ahfadı da felsefe geleneğinden gelen ilimleri öğrenmeye devam ettiler. Ve bu alanda isim yapmış olan bilim adamlarını himayelerine aldılar. Bu durum onların dini inançlarında pürüz meydana getirdi.”[v]
Bu bilgiden Kutalmış’ın, yasak “Mu’tezile” mezhebinden olduğunu anlıyoruz. Bu mezhep Hanefilik üzerine kuruludur; öyle ki bir ara Hanefi denince Mu’tezile anlaşılırdı.
Asr-ı Saadet denilen, Muhammed’in yaşadığı dönemden 100 yıl kadar sonra Mu’tezile, Abbasiler döneminde ortaya çıkan akliyyeci (İslam Rationalizmi) bir inanç dizgesidir. Temel olarak, Kur’an’ın “ezeli (kadîm)” bir “kelâm” olduğunu değil, “sonradan yaratılmış (mahlûk)” olduğunu, Kur’andaki her şeyin akılla açıklanabileceğini savunur.
Karşısında Eş’ari’ler vardır. Ebu Hasan Eş’ari’nin kurduğu bu inanç dizgesine göre akıl hiçbir zaman gerçeğe ulaşamaz. İnsan için gerçek bilgi yalnızca inançtır.
İslam halifeliğinin Abbasiler tarafından yürütüldüğü dönemde, Bağdat’ta, dolayısıyla bütün islam devletlerinde Eş’arilik egemen oldu, Mu’tezile geleneği sert, ölümcül yasaklarla ortadan kaldırıldı. İslam dünyasında, özgür düşünceleri nedeniyle Hallac-ı Mansur, Ömer Hayyam, Farabi, İbn Sina, Hasan Sabbah gibi düşünürler, ozanlar, görüş önderleri bu sert yasaklardan paylarını alıyordu.
Bu çatışma, daha sonra, Anadolu’da Babai katliamına, Osmanlı’nın ilk yıllarında Seyyid Nesimi’nin derisi yüzülerek öldürülmesine, Şeyh Bedreddin kalkışmasına, Şah İsmail ile yapılacak Çaldıran savaşına ve Köroğlu’nun adı ile simgeleşen Celali ayaklanmalarına değin pek çok sosyal olaya da neden olacaktır.
Mu’tezile anlayışı günümüze, Şiiliğe engel olmuş olmasına karşın, kendini anlattığı biçimiyle değil, yalnızca karşıtı olan, Eş’ari yanlısı Osmanlı resmi ideolojisinin bakışıyla yansımıştır. Bu yüzden Hasan Sabbah tarihin ilk teröristi sayılacak, bunun için Baba İlyas’ın yazdıkları bugüne değin ortaya çıkarılmayacak, Şeyh Bedreddin kitapları yüzyıllar boyu yasaklanacak, Şah İsmail Hatayî şiirleri ancak Alevilerin ağzında günümüze gelebilecektir.
Ancak bu karşıtlığın bir yararı da olur, Mu’tezile’nin akılcı-bilimci görüşleri, karşıtı olan resmi ideoloji tarafından kötülenmek amacıyla da olsa kayıtlara geçirilir. Bu nedenle bugün Babaîleri tanıyabiliyoruz, Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’un kitaplarını bulabiliyoruz, Şeyh Bedreddin’in görüşlerini bilebiliyoruz.
Prof.Dr.Mikâil Bayram’ın küçücük kitabına sığdırdığı kanıtlar, Mu’tezile ile Eş’arilik arasındaki savaşımın Büyük Selçuklu devletinde, Anadolu Selçuklularında da bütün şiddetiyle sürdüğünü ortaya çıkarıyor ve Kültür Tarihinde Büyük Selçuklu Devleti ile Osmanlı arasında bulunan kültür akışını sağlayacak köprüyü oluşturarak sosyo-kültürel olayların nasıl geliştiğini anlayabilmemizi sağlıyor.
Bu arada Anadolu Selçukluları döneminin son yüzyılında ortaya çıkan ve daha önce yayınlamış olduğu hacimli “Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren – Mevlana Mücadelesi
Mikail Bayram’ın kitabından, Alparslan’ın veziri Nizam ül Mülk’ün Mu’tezile geleneğinden gelen akliyeci vezir Amidü’l-Mülk Ebu Nasr el-Kunduri’ye karşıtlığını, bu karşıtlık sonucunda onu idama değin gönderen süreci başlattığını, yerini aldığını görüyoruz. Bunun üzerine devletin resmi görüşü olan, Mu’tezile etkisini yok etmek için yine devletin parasını dökerek, kendi adıyla Selçuklu Mülk’ünde, yirmi üç yerde Nizamiye Medresesi kurdurduğunu ve buralara Eş’ari geleneğine bağlı akliyye karşıtı ulemayı atamış olduğunu öğreniyoruz. Bunların en ünlüsü “imam” adıyla da tanıdığımız el-Gazali
Mikâil hoca, kitabında, Anadolu Selçuklularında baskın Mu’tezile etkisi ile bilimsel yapıtların da, Türklerin Anadolu’ya gelmesinden hemen sonra ortaya çıkmaya başladığını anlatıyor ve Anadolu Selçuklularının bugüne değin ortaya çıkmamış ilk bilimsel yapıtı, “Keşfü’l Akabe”yi inceleyip Farsça bilenler için son derece değerli bir kaynak olarak kitabın tıpkıbasımını veriyor. Keşfü’l Akabe‘nin yazarı olan Kayseri nazırı İlyas bin Ahmed al-Kayserî el-Ma’ruf bi İbnü’l Kemal’in Anadolu’ya giren ilk Türklerden ve olasılıkla Malazgirt savaşı gazilerinden olabileceğini tahmin ediyor. Yapıtın Malazgirt savaşı’ndan 25-29 yıl sonra, 1101 yılı ile 1105 arasında yazılmış olduğunu ve Danışmendoğulları’nın kurucusu Melik Ahmed Gazi’ye sunulmuş olduğunu saptıyor.
Keşfü’l Akabe, Miraç olayının ve Cennet’in, Cehennem’in fiziksel evrendeki yerini saptamaya çalışırken, bize, Anadolu’ya ilk gelen Türkmen gazilerin İlm-i Hikmet (felsefe) yanında Astronomi ve Coğrafya ile de ilgilendiklerini, dünyanın yuvarlak olduğunun, Ferdinand Magellan’ın dünyayı dolaşmasından (1519-1521) 420 yıl önceden bilindiğini, anlatıyor. Ay ve Güneş tutulmasının şekillerle açıklamalarını, gece-gündüz farkının kutuplara doğru gidildikçe büyüdüğünü, kutuplara varıldığında altı ay gece, altı ay gündüz olduğunu Keşfü’l Akabe‘de bulabiliyoruz. Dünya çevresinin uzunluğunu, Dünya’nın yüzölümünü ve meridyenlerin arasındaki bir derecelik uzaklığın doğruya çok yakın ölçülerini de yine bu kitapta bulabiliyoruz[ix]
Anadolu Selçuklularındaki akılcı akımın 13.yy Anadolusuna ve Osmanlıya etkisi
13.yy Anadolu kültürünü, Moğolların önünden kaçan, Türkmenlerin getirdiği, Orta Asya üzerinden Ahmed Yesevi etkisi, İran üzerinden Şiî-Fars etkisi, Bağdat üzerinden Arap etkisinin Anadolu’da bulunan Selçuklu Mu’tezile ve Araplarla yerli Hıristiyanlardan gelen antik Anadolu kültürlerinin bireşimi oluşturur...
Sabahattin Eyüboğlu anlatıyor:
Bu memleket niçin bizim? Dörtyüz atlıyla Orta Asya'dan gelip fethettiğimiz için mi? Böyle diyenler gerçekten benimsemiyor, ana yurt saymıyorlar bu memleketi. Gurbette biliyorlar kendilerini yaşadıkları yerde. Hititler, Frigyalılar, Yunanlılar, Farslar, Romalılar, Bizanslılar, Moğollar da fethetmişler Anadolu'yu. Ne olmuş sonunda? Anadolu onların değil, onlar Anadolu'nun malı olmuş.
Bu memleket bizim olduğu için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramızda dışardan gelmeler çoğunluk olsa bile -ki değil elbette- kaynaşmış, halleşmiş hepsi. Fetheden de biziz artık, fethedilen de. Eriten de biziz, eriyen de. Biz bu toprakları yuğurmuşuz, bu topraklar da bizi. Onun için en eskiden en yeniye ne varsa yurdumuzda öz malımızdır bizim. Halkımızın tarihi Anadolu'nun tarihidir. Paganmışız bir zaman, sonra hıristiyan olmuşuz, sonra musluman.Tapınakları kuran da da bu halkmış, kiliseleri de camileri de. Bembeyaz tiyatroları dolduran da bizmişiz karanlık kervansarayları da. Kâh bozkıra çalmışız, kâh mavi denize. Sayısız devletler, medeniyetler bizim sırtımızda yükselmiş, bizim sırtımızda çökmüş. Yetmişiki dil konuşmuşuz Türkçe'de karar kılmazdan önce. Hepsinin tadı kalmış damağımızda. Aylarımızın, günlerimizin, köylerimizin, kentlerimizin adlarına bakın. Ne değişik eller ne değişik halk oyunlarında tutuşmuş, ne horonlara, ne halaylara girmişiz.Doğuyla batı sarmaş dolaş olmuş bizim içimizde. Ya o ya bu değil, hem o hem buyuz biz. (…)
Biz bir başka türlü Türk, bir başka türlü müslümanız. Mayamızda ağır basan, bu medeniyetler beşiği Anadolu'dur.
13. yy Anadolusunda akım yaratan dört bilge görüyoruz. Bunlardan biri Mevlana Celalü’d Din Rûmî’dir. Eş’ari etkisini getirir. Sosyolojik olarak Aristokrat kültürün yürütülmesini amaçladığını görürüz. İran Şiîliğinin etkisiyle olmalı, siyasal yetkenin üstünde dinsel yetke olması gerektiğini savunduğunu anlatan yaşam öyküleri vardır.
Mevlânâ’nın “doğru bilgi”nin ne olduğunu, akliyyeci Fahru’d Din Razî’nin düşüncesini eleştirmek için yazdığı beyitlerin çevirisi şöyledir:
“Bu konuda eğer akıl yol gösterici olsaydı, Fahr-i Râzi din sırrını bilen olurdu”
“Fakat ‘tatmayan anlayamaz’ kaidesi uyarınca onun aklı şaşkınlığını artırdı”
“Onun için tefekkür (düşünce) ile benlik keşf olunamaz. Benlik, fenâya (yokluğa) erince anlaşılır”
13.yy Anadolu düşüncesini oluşturan ikinci bilge, Fahru’d Din Razî’nin öğrencisi Şeyh Nasiru’d Din Mahmud bin Ahmed el Hoyî’dir. Anadolu’da etkin olan Danışmendoğulları beyliğinin Mu’tezile anlayışının egemen kıldığı akliyyeci düşünceyi geliştiren bilgelerden biridir.
İran’ın Hoy kentinde doğmış, 1204 yılında otuzlu yaşlarında Anadolu’ya gelmiş, Kayseri’de esnafı örgütlemiş, ahî örgütünü oluşturmuştur. Kendi mesleği debbağ (deri işleme ustası) olduğundan ve bu nedenle yılanlarla ilgilendiğinden kendisine ejder anlamına gelen Evren denilmiştir. Yaşamı boyunca, siyasetten tasavvufa her alanda akliyyeci düşünceyi geliştirmiş, döneminin öteki iki akliyyeci bilgesi Sadru’d Din Konevi ve Hace Bektaş ile ilişki içinde yaşamış, pek çok mektup, kitap ve çeviri bırakmıştır. Farsça yazılmış kitaplardan, yazık ki, pek azı Türkçeye çevrilmiştir.
Eflakî’nin “Menakibu’l Arifin” adlı kitabına göre, Ahi Evren Hace Nasiru’d Din Mahmud, görüşlerini destekleyen Selçuklu sultanı İzzettin Keykâvus’a sunduğu siyaset kitabı “Letaif-i Hikmet”e sultanın önem vermesi üzerine, bir ziyaretinde Mevlana’nın kendisi için “yok” dedirttiğini, ikinci gelişinde kendisine öğütte bulunmasını istediğini, Mevlânâ’nın da sultanı “Sana ne öğütte bulunayım, sana çobanlık vermişler, sen kurtluk yapıyorsun, sana bekçilik vermişler, sen hırsızlık yapıyorsun. Tanrı seni sultan yaptı, sen şeytanın sözüyle hareket ediyorsun” diye azarlamıştır. İnsan bilgisinin tanrı tarafından verilmiş bilgiden başka bir bilgi olamayacağını öne süren Eş’ari inancının Mu’tezile’ye tepkisini Mevlânâ’nın bu tutumunda görebiliyoruz.
Üçüncü Bilge, Hace Bektaş’tır. Ahmet Yesevi’den aldığı duragan dört kapı kuramını, Herakleitos’tan sonra ilk kez, “akış[xii]
Dördüncü bilge, Sadru’d Din Konevî’dir. Üvey babası ve şeyhi İbn ül Arabî’nin “Vahdet-i Vücud”
Osmanlı Devleti, dünyadaki gelişmenin baskısıyla önce matbaa’nın getirilmesine engel olamaz ama dini kitaplardan başka bir şeyin basılmasına uzun süre izin verilmez. Ardından yenileşme çabaları başlar. Önce Lâle Devri, ardından 3. Selim ve 2. Mahmut’la gelişecek yenileşme hareketleri, Tanzimat, ardından da bireylerin mülk edinebileceğini belirleyen tapu yasası çıkar. Şinasi ve Namık Kemal’le “özgürlük” kavramı tartışılmaya başlar. Ama bilimci geleneğin Anadolu’da yeniden etkin bir biçimde başlatılabilmesi için Kemalist Burjuva Devriminin gerçekleşmesi gerekecektir.
Avrupa’da bilimci gelenek
Osmanlı Devleti’nde bilimci gelenek sona ererken Ortaçağ sona eriyor ve Avrupa’da bilimci gelenek başlıyordu. Bunda 13.yy Anadolu’sunda İstanbul’u ele geçirmiş olan ve bu yüzyıl boyunca Anadolu’da bulunan 4.Haçlı seferi şövalyelerinin taşıdığı Mu’tezile anlayışının akılcı anlayışından ne denli etkilendiğini bilemiyoruz. Ancak Anadolu’dan dönen şövalyelerin Orta Çağ’da egemen olan Katolik kilisesi tarafından saptırılmış oldukları gerekçesi ile Engizisyon tarafından suçlandıkları ve bir bölümünün odun yığınları üzerinde yakıldığını biliyoruz[xvi].
Renaissance İtalya’sında önce sanatçılar “kul”dan “birey”e dönüşün işaretlerini verecekler, ardından bilimci düşünce, önce Descartes ve Spinoza gibi akılcılarla (rationalism), ardından da John Locke, David Hume ve George Berkeley ile deney ve gözlemin önem kazandığı Aydınlanma düşüncesi gündeme gelecek, bilimsel düşünce gelişme yolunda ilerlemeye başlayacaktır.
Sonuç
Klasik “Antik Yunan kültürü Arapların aracılığı ile Renaissance’a taşınmıştır” görüşü yeterli değildir. Kültür Tarihi içinde, Aristoteles’ten Renaissance’a değin geçecek bin beşyüz yılı aşkın süre bu denli kolayca açıklanamaz. Ortaçağ öncesinden Renaissance’a değin, Kültür Tarihinde pek çok değişme, gelişme olmuştur. Bunu Avrupa merkezcilerin bakışı açıklamaya yetmemektedir. Akışın bilinmeyen ayrıntılarını doldurmak gerekmektedir.Ancak bu durumda gelecek daha bir aydınlanacak ve insanlığın geçmeyi beklediği yollar daha iyi aydınlanabilecektir[xvii].
(*) Bu yazının "Prof. Dr Mikâil Bayram’ın yeni çalışması" başlıklı kitap tanıtım bölümü, Bilim ve Gelecek Dergisi'nin Ağustos 2009 tarihli 66. sayısı, s:82'de yayınlanmıştır.
[i] Bodrum’un karşısındaki İstanköy adasında kalıntıları bulunan antik sağlık yurdu.
[ii] Pek az değiştirerek şiir diline çeviren: Behçet Necatigil / YENİ DERGİ / BİMARİSTAN-I BAYEZİD HAN / Sayı:34 S:7
[iii] Bkz: “ÇOK ALLAH’TAN TEK ALLAH’A” Ömer Tuncer, “Bilim ve Ütopya” Dergisi Sayı 26, 24 Ekim 1993; “TEK TANRILI DİNLERİN TARTIŞMALI ÖZGÜNLÜĞÜ” adıyla: http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/12/tek-tanrili-dinlerin-tartimali-zgnl-1.html
[iv] Bkz: “ANADOLU’NUN BİLİNMEYEN BİLİM ÇAĞI”, Ömer Tuncer, “Bursa’da Yaşam” Dergisi, Haziran 2007, s:170 / http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadolunun-bilinmeyen-bilim.html
[v] Bayram, Mikâil Prof.Dr., “Danışmendoğulları Devleti’nin Bilimsel ve Kültürel Mirası” s:26-27, Birinci Basım, Konya, Mayıs 2009
[vi] Bu yüzden kültür tarihinin en büyük kültür cinayeti işlendi ve koca İskenderiye kitaplığı yakıldı.Kendine batılı diyen bilim insanları(!) ile doğulu diyenler arasında bu cinayeti birbirinin üstüne atma yarışı sürmektedir. Oysa önemli olan, kimin değil, doğudan da gelse, batıdan da gelse, hangi anlayışın yaktığıdır.
[vii] Bayram, Mikail Prof.Dr., “Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren – Mevlana Mücadelesi” Konya 2005 Birinci Baskı ve Konya 2006 ikinci Baskı
[viii] el-Gazali (1058-1111) filozofları okudu. Ancak fikri bir bunalımdan sonra kendisini tasavvufa verdi. Akıl yolundan sezgiye döndü. Felsefe ile dinin bağdaştırılamayacağını savundu. Aristoculuğun İslam'la uzlaştırılmasına karşı çıktı. Tehâfütü'l-Felâsifeyi yazarak, filozofları eleştirdi.Onları küfürle itham etti. Yunan felsefesini islam dünyasına sokan Farabi ve İbn-i Sina alemin sonsuzluğunu felsefeye dayanarak savunuyordu. Tikeller ve nedensellik konularında akideye ters görüşleri vardı. Gazali onları eleştirdi.
[ix] Hem “Danışmendoğulları Devleti’nin Bilimsel ve Kültürel Mirası” kitabı, hem Mikail Bayram’ın öteki kitaplarını edinmek için, + 90 332 236 4875 numaralı telefon aranabilir… (“Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi” ve “Tarihin Işığında Nasrettin Hoca ve Ahi Evren” adlı olanlar özellikle önerilir).
[x] Eyüboğlu, Sabahattin, "Bizim Anadolu", "Mavi ve Kara - Denemeler" Ataç Kitabevi, İst. 1961
[xi] Mesnevi, V,916. 4/44-4/46 beyitler
[xii] Bkz: “HEP DEVİNİR!.. HİÇ DURMAZ!.. HEP AKAR!..”, Ömer Tuncer, Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı 45, Kasım 2007 http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html
[xiii] “HACE BEKTAŞ'TA 4 KAPI KURAMI”, Ömer Tuncer, Bilim ve Gelecek Dergisi Şubat 2007, Sayı:36, s:46 / http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/hace-bektata-4-kap-kuram.html
[xiv] Bkz: “ANADOLU’NUN BİLİNMEYEN BİLİM ÇAĞI”, Ömer Tuncer, “Bursa’da Yaşam” Dergisi, Haziran 2007, s:170 / http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadolunun-bilinmeyen-bilim.html
[xv] Bkz: “KURULUŞTAN KURTULUŞA”, Ömer Tuncer, Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı:24. Şubat 2006, s:33-45/ http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadoluda-yeniden-dou.html
[xvi] Kırıkkanat, Mine, “Gülün Öteki Adı”
[xvii] Bkz: “HEP DEVİNİR!.. HİÇ DURMAZ!.. HEP AKAR!..”, Ömer Tuncer, Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı 45, Kasım 2007 http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder