10 Kasım 2007 Cumartesi

Hace Bektaş'ta 4 Kapı Kuramı




“BİR DERDİM VAR,BİN DERMANA DEĞİŞMEM!..”
I
inanç mı, kuram mı:
“DÖRT KAPI”[*]
Ömer Tuncer




Muhabbet bağında bir gül açıldı
Bir derdim var, bin dermana değişmem
Yüküm lâl-ı gevher mercan saçarım
Bir derdim var bin dermana değişmem

Cümle kuşlar dile gelir yazım der
Gövel turnam Şam’a gider güzüm der
Benim yarelerim tuzum tuzum der
Bir derdim var bin dermana değişmem

Garip bülbül gönlüm eyler ses ile
Nicelerin ömrü gitmiş yas ile
Arayıp bulduğum pür heves ile
Bir derdim var bin dermana değişmem

Şah Hatayî’m muhabbete bakarım
Ben doluyum ben dolana akarım
Güzel pîrim bir dert vermiş çekerim
Bir derdim var bin dermana değişmem

Şah İsmail Hatayî

1200’lü yılların ilk çeyreğinde Anadolu Türkmenleri, bir yandan Horasanlı Baba İlyas’la birlikte, Amasya’da Çat köyünde kurduğu tekkede, öte yandan Hoy’lu Şeyh Nasiru’d Din Mahmut’la Kayseri’de evinin yanına kurduğu hanikâh’ında (küçük medrese) üretici esnafla “kul”luktan kurtulma ve “birey” olma sürecine giriyordu.


Baba İlyas’ın “Cihâd-Name”sine göre, bireyi bekleyen tehlikeler “kibir”, “buhul (pintilik,cimrilik)”, “şehvet”, “kin”, “tamah”tı.[1]


Ahi Evren, Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’un Kayseri ahîleri de “birey”leşme çabası içinde hemen aynı tehlikelerle karşı karşıyadır:



“Buraya:

sarhoşlar,
zina işleyenler,
arabozucular,
gammazlar,
dedikoducular,
iftira atanlar,
gururlular,
kibirliler,
merhametsizler,
kıskançlar,
kin tutanlar,
sözünden dönenler,
yalancılar,
kadınlara şehvetle bakanlar,
emanete hıyanet edenler,
başkasının ayıbını yüzüne vuranlar,
hırsızlar,
varyemezler,
can alanlar

giremez!”

Kul kültürünün yapısına uygun olarak, engellemeler, yasaklar, cezalandırmalar, ödüllendirmelerle çözülmeye çalışılan sorunlar, 13.yy birey kültüründe insanın eğitilmesi, bilinçlenmesi ve bilinçlendirilmesi ile çözülüyordu. “Kul olan”ı eğitmek gerekmezdi.

Onlara verilen bilgi “ezberletme”, kötü davranışlardan uzak tutmak için “ceza” ve “ödül” dizgeleri kullanılırdı. “İnsan olan”ın doğru davranması için ise ceza ve ödül gerekmezdi. Bu yüzden birey kültürü, hayvan özellikleriyle tanınan “kul”u “insan olan”a dönüştürmeye çalışmaktadır.

Eğitimin ilk izleri, Türkistan Çimkent’te doğan ve 1160’lı yıllarda Yesi kentinde ölen Ahmed Yesevî’de görülür. Kur’an’ın doğruları, artık ezberletmek yerine anlatılacak, öğretilecektir. Bunun için dört aşamadan geçmek gerekir:




1. “Şeriat Kapısı”, korku düzenidir. Önceki “kul”luk düzeninin devamıdır.
Kuran’ın emir ve yasaklarına yalnızca uyulur ve yaşanılır. Kullar isterlerse bu aşamada kalabilir ve daha öteye geçmeyebilirler.

2. “Tarikat Kapısı”, kulluğun bilincine varılma aşamasıdır. Bir
“şeyh”e, bir “pîr”e kul olunur. Hakikate ancak kullukta acı çekilerek varılır.[2] Tarikat pirleri insana özdeksel (maddî) zevklerden
uzaklaşma ve acı çekme yolunu öğretirler.

Meşakkat çekmeyince,
Peygamberin yüzü nerde,


Hizmet et bu yola, boş hayal vermez fayda,
Ruhunu bedenini Hakk yoluna etsen feda,[3]

3. “Hakikat Kapısı”, tarikat acısının sonunda varılır. Kur’an’daki sırlar
ancak acı çekerek öğrenilir. En büyük sır, zamanla ve mekânla bağlantısı olmayan değişmez, tanrısal hakikattır. Bu hakikate akıl gözü ile varılamaz “gönül gözü” gerekir. Gönül gözünün kullanılması ise Hakikat Kapısı’nda öğrenilir.

“Şariatsız tarikate geçemedim
Hakikatsiz marifete giremedim”[4]

4. “Marifet Kapısı”, tanrıya kendini bütünüyle adamaktır. Ona yapılacak
kulluğu, şeriat kapısındakiler gibi hayvansal içgüdülerle, korkarak, bedeniyle değil, bir “insan” olarak düşünceleriyle, duygularıyla da yerine getirmektir.

Burada “şeriat” kapısındaki içgüdüsel korku düzeni değil, coşkuyla yerine
getirilecek bir aşk düzeni oluşturulmaya çalışılır.

“Ateş arayan kelebek gibi şakirt oldum
Kor olup yanarak uçtum ben.”[5]


Dikkat edilirse Ahmed Yesevi’de, o güne değin gelmiş olan inanç dizgesinin güçlendirilmesi için insanın duygularını çalıştırması ve kulluğunu derinleştirmesi amaçlanmaktadır.

Ancak Ahmed Yesevi’nin kulluk düzeninde bağımsız bir “insan”ın da artık kabul edilmeye başlandığını, bu insanın “kendi rızası/duygusu” ile tanrıya kulluk etmesi gerektiğini, “insan”ı yönlendirecek şeyin yalnızca korku ve yasaklar olmadığını, bireyin “aşk”ının, “gönül gözü”nün hesaba katılmaya başlandığını görüyoruz.Yani Ahmed Yesevi düşüncesi, bir yandan tanrısal kulluğu güçlendirmeğe çalışırken öte yandan “birey”i güçlendirme gereksemesi duymaktadır. Oysa bu tutum, kültür tarihinde “insan olan”a yönelimi göstermekte, bu yönelimin zayıflatmaya başladığı kulluk kültürünü, yine bu yönelimle çözme denemesine girmektedir.

Yesevi’deki bu düşünsel zıtlık, ölümünden kırk-elli yıl sonra Anadolu’da gelişmeye ve örgütlenmeye başlayacak olan yeni “birey kültürü”nün köklerini bu çatlağa yerleştirerek gelişmesine neden olacaktır.

13. yy birey kültürünü oluşturanlar, büyük çoğunluğuyla, Batı’ya doğru ilerleyen Moğolların önünden kaçarak, İran ve Irak üzerinden gelen Anadolu bilgeleridir.

Önce Şihabü’d Din Sühreverdi, çatlağı geliştirmiş, yavaş yavaş yarılmaya dönüştürecek yolu açmış, bir yanında Baba İlyas, Evhadü’d Din Kirmanî, Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud, Hace Bektaş öte yanında, Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ Celalü’d Din-i Rûmî yer almıştır.

Ayrılık siyasal olaylara da neden olur. Önceleri kendi başına zayıflama, 1243 Moğol işgalinden sonra da yıkılma sürecine giren Anadolu Selçuklu devletini derinden etkilemiştir. Selçuklu sultanları zaman zaman görüşlerden birinden, zaman zaman ötekinden yana tavır almış, siyasal tutumlarını buna göre düzenlemişlerdir.

Bu yarılmanın tarafları, birbirleri ile öldüresiye savaşıma girmişlerdir. Ahi Evren Şeyh Nasirü’d Din’in vezir olduğu bir sırada Ahîler Şems’i öldürmüş, Mevlânâ’ya karşın, oğlu Alaü’d Din Çelebi Ahîlerle birlikte davranmıştır.

Tam bu çatışmalar sırasında 1243 yılında Baycu Noyan komutasındaki Moğollar Anadolu’ya egemen olur. Siyasal olaylara işgalci güçler olarak onların da karıştıkları ve Mevlânâ ve Şems’in Moğol’ları desteklediği görülür.

Yine bu olayların süregittiği yıllarda 1204 – 1261 arasında, Papalık ordularının, Latinler’in Konstantinopolis’e yerleşmiş oldukları ve İznik’te yeni bir sülalenin, Laskarisler’in Bizans’a egemen olduğu da unutulmamalıdır.

İstanbul’daki Latin İmparatorluğu nedeniyle Anadolu’da yaşamakta olan silahlı Hıristiyan şövalyeler ile Anadolu’nun ahî şövalyeleri sayılabilecek Alp Erenler’in Selçuklu-Moğol işbirliğine karşıt tutumları, aralarında bir yakınlık doğurmuş olmalıdır ki, bütün düğümler çözülüp Haçlılar ülkelerine döndükten sonraki yıllarda etkilerinin sürdüğü, şövalyelerin zaman zaman guruplar halinde, Müslümanlar tarafından etkilenmiş sapkınlar sayılarak Engizisyonca ölümle cezalandırıldıkları ve yakıldıkları görülmektedir.[6]

Bu arada Anadolu’da biri Ankara (1265), biri Osmanlı(1299) adıyla iki devlet kurulmuştur. Özellikle genişleme ve büyüme eğilimi gösterebilen Osmanlı’nın iç çatışmalarında yine Ahmed Yesevi düşüncesiden kaynaklanan düşünsel yarılma gözlenmektedir.

Kültür tarihinde çatlaklardan başlayan büyük yarılmalar doğaldır. Toplumsal gereksemeler zamanla değişir.

Bir yandan insan organizmasının, dolayısıyla beyninin biyolojik gelişmesi de düşüncesini etkilemekte, bulunduğu konuma gününe göre daha “doğru” bir bakışla bakmasını sağlamaktadır.

Öte yandan zaman içinde kültür birikimi artmaktadır. İnsanlık belleği yeni birikimlere sahip olmakta, yeni doğrular bulmakta ve bazen eski, bazen yeni sorunları bu yeni doğrularla çözme çabasına girmektedir. Başarılı olduğu, olmadığı ya da henûz başarılı olmadığı durumlar vardır. Kimi zaman yeni birikimler, eskiden bu yana göremediğimiz yeni sorunları görmemizi sağlar. İşte bu yüzden Ahmed Yesevi, içinde bulunduğu “kul kültürü”nü zayıf bulup güçlendirmeye çalışmakta, ama bunu, yeni gelişerek onu zayıflatan “birey” bakış açısıyla yapmaya çabalamaktadır.

Yeni oluşan kültürel gerekseme ve eski kul kültürü çözümü, birbirinden ayrı kültürlerin ürünü olduğu için, çatlama ister istemez ortaya çıkacaktır. Yesevi, gereksemeyi duymuş olan toplumun insanlarından biridir. Ozan olduğu ve düşüncelerini yansıtma şansı olduğu için onun görüşlerinde görülmüş ve kalıcı olmuştur. Toplumsal olaylar, kişinin değil, toplumun ve içinde bulunduğu dönemin ürünüdür.

Şimdi yine gelelim Ahmed Yesevi’de oluşan düşünsel çatlağın Anadolu’da nasıl yankılandığına.

Hace Bektaş neredeyse bütün düşüncelerini “Kapılar Kuramı”nın üstüne oturtur. Ama artık Ahmed Yesevi’de olduğu biçimiyle değil!.. Onun “Makalat” adlı kitabı, bütünüyle dört kapı düşüncesi üzerine oturtulmuştur. Kapıların sırası ve işlevleri değişmiş, “Hakikat Kapısı” sona alınmıştır. Hace Bektaş’ın anlattığı biçimiyle Kapılar, bir yandan insan tiplerini, bir yandan evrimleşme, yani “birey olarak insan”ın oluşum sürecini, öte yandan da insanı insan edebilmek için gereken yolu, yani eğitimi anlatır.

Her kapının insan tipi değişiktir, her insan tipi ise geleneksel dört unsura bağlanmıştır.

Birinci kapı Şeriattır:

“Evvel bölük âbidlerdir. Bunlar şeriat kavmidir. Asılları yeldir. Yel hem sâfîdir, hem kavidir. Zira ki yel esmeyince daneler samanından ayrılmaz.
Eğer yel esmeseydi mecmu âlem kokudan helak olayıdı. Pes imdi, helâl ve
harâm, mısmıl ve murdar, kamusu şeriat birle malûm olur. Zira ki şeriat
kapıdır.”[7]

(İlk bölük edilgen kullardır. Bunlar şeriat kavmidir. Asılları yel(hava)dir. Yel, hem saftır hem güçlüdür.Çünkü yel esmeyince (harmanda) buğdaylar samanından ayrılmaz. Yel esmeseydi bütün dünya kokudan mahvolurdu. Dolayısıyla edinilmesi uygun olan ve olmayan, yenebilen ve pis olan, bunların hepsi birinci şeriatle bilinir. Çünkü şeriat kapıdır.)

Âbidlerin yapması gereken ibadetleri sayar ve nedenini söyler:



“Pes, imdi âbidlerin taatleri namazdır, oruçtur, zekâttır ve hactır. Nefr-i âm
olucak gaza eylemektir. Ve cenabetten gusl eylemektir. Ve arzuların istemeyüb dünyayı terk etmektir. Ve âhireti sevmektir. Ve halleri birbirin incitmemektir. Pes, kibir ve hased ve buhul ve adavet bunlarda hemandır.”[8]

(Edilgen kulların ibadetleri namazdır, oruçtur, zekattır ve hactır. Genel çağrı olunca savaşmaktır. Cenabetten kendini boy abdesti ile temizlemektir. Kişisel arzularına karşın dünyayı terk etmek ve öteki dünyayı sevmektir. Birbirini incitmesinler diye yapmaları gereken şey budur. Çünkü bunlarda kibir ve çekememezlik ve cimrilik ve kin tutma duyguları vardır.)

Görülüyor ki Baba İlyas’ın “Cihâd-Name”sinde söz ettiği, insanı bekleyen tehlikeler Hace Baktaş’a göre de hemen hemen aynıdır ve şeriat kapısındaki insan, henûz “hayvan” aşamasındandır ve bu duygular ancak korkutularak önlenebilir, güç yoluyla durdurulabilir.



“İkinci güruh zahidlerdir. Bunların aslı oddandır. Bunlar Tarikat kavmidir.
Pes od gibi dün ü gün yansalar gerektir. Kendülerin göğündürseler gerektir.
Pes, her kim bu dünyada kendü özün göğündürse, yarın ahrette dürlü dürlü
azaptan kurtulur.”[9]


(İkinci güruh, etkin olarak emirlere uyanlardır. Bunların aslı ateştendir. Bunlar tarikat kavmidir. Dolayısıyla gece gündüz ateş gibi yanmak isterler. Kendilerini göğe salmak isterler. Kim ki bu dünyada kendi özünü yüceltirse, yarın öte dünyada türlü türlü sıkıntıdan kurtulur.)


İkinci “Tarikat” aşamasında zahidler eğitim sürecine girer. Şeriat alışkanlığından gelen biçimiyle “kulluk” etmek üzere bir bilgeye (mürşid) kul olunur.

Hace Bektaş zahidlerin ibadetlerini sayıyor:


“Pes, imdi, zahidlerin taatı dün ü gün tanrı zikrin yâd kılmaktır. Ve hem
İsmullahı yâd kılmaktır. Ve hem Havf ü reca içinde olmaktır. Arzuları dünyayı terk etmektir. Ahiret için halleri İlmü Ledün’dür. Ve kendileri bilirler ne olmuştur. Bilmezler kim kandan geldiler ve kanceru varırlar. Zira kim bunlara hidayet kapusu açılmadı. Tanrıya yad kılmaklıkları kendi cehdleridür. Bunların güruhu hemandır”[10]

(Zahidlerin ibadeti gece gündüz tanrıyı anımsamak, Allah’ın adını anmaktır. Hem de korku ve umut içinde olmaktır. İstekleri dünyayı
terk etmektir. Öteki dünya için gizlilikleri keşfetme ve bunu alışkanlık haline getirme bilimine vakıf olma halindedirler. Bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini de ancak kendileri bilir. Nereden geldiklerini ve nereye gideceklerini bilmezler. Bunlara doğru yolun kapısı açılmadı.Tanrıyı anımsamaları kendi çıkarlarınadır. Bunlar da böyle.)


Hece Bektaş’a göre zahidler de “etkin” hale gelmiş ama “kul”luktan kurtulamamıştır. Cehennem korkusuyla, cennete gitmek isteğiyle davranırlar. Günahları artmasın diye bu dünyada olabildiğince az kalmaya, bir an önce öteki dünyaya göçmeye özenirler. İbadetleri kendileri içindir. Doğru yolu onlar da bulamamışlardır.



“Üçüncü güruh sudandır. Bunlar marifet kavmidir. Pes su arıdır hem
arıdıcıdır. Evvel sual salsalar arısı nedir, arıttığı nedir?

Cevap:
Ârifler katunda her sözün üç yüz yüzü vardır ve bir ardı vardır. Ayruk kişi
katunda her sözün yetmiş iki yüzü ve bir ardı vardır. Pes cahiller bilmezliklerinden kelimenin ardın söylerler. Kendilerin odlu eylerler. Lâkin ârifler her kelimenin ardın söylerler odlu olmazlar.

Pes imdi, su arılığı tahirdir.(…)murdarı taşra bırakır.(…) Pes, imdi, arifler arılığı tahirdir. Geru aslına döner.”[11]

(Üçüncü gurup sudandır. Bunlar marifet kavmidir. Su arıdır, hem arıtıcıdır. Sorsalar: Arılığı nedir, arıttığı nedir? Bu Ârifler düzeyinde her sözün üç yüz doğru, bir ters anlamı vardır. Ayrıcalıklı kişi katında her sözün yetmiş iki doğru ve bir ters anlamı vardır.Bilmezler yalnız ters anlamını bilirler, kendi doğrularını savunurlar. Ama ârifler her kelimenin ters anlamını söylerler, kendi doğrularını savunmazlar. Dolayısıyla su arılığı temizdir, pisliği dışarıda bırakır. Arif arılığı da temizdir,
-temizlenince- aslına döner.)

“Birey” yolunda üçüncü aşama, “Ârif”liğe ulaştıran “Marifet” kapısıdır. Bu sudur, temizlenme, arınma kapısıdır. Marifet kapısından geçerken aşama aşama bu evrenin bütün anlamları öğrenilir. Âriflerin saflığı artık kirlenmez olur. Temizlenen ârif, saflığına döner.

Hace Bektaş’a göre, “insan olma” yolunda temizlenmesi gereken sekiz “kir”lilik ve daha başkaları vardır:



“Vay ona kim, içinde kibir ve buğuz, buhulluk ve tamah ve öfke ve gaybet, ve kahkaha ve maskaralık, bunlardan maada nice dürlü şeytan fiili olsa; dışardan su ile yunup arınır mı? Şöyle bilesin kim, arınmaz.(…) Arifler içinde murdar nesne eğlenmez. (…) Ve âlimlerin ilmin, en kenduzin bildiği yirde yâd kılur”[12]


(Eyvah ona ki, içinde kibir ve sevgisizlik ve varyemezlik ve öfke ve çekiştirme ve kahkaha ve maskaralık, bunların da dışında daha ne denli şeytan işi varsa, dışarıdan su ile yıkanıp arınır mı? Şunu bilesin ki arınmaz!.. -Oysa- Âriflerin içinde pislik hiç durmaz!.. Ve bilgelerin bilgisi, kendi özünü en bildiği yerde -Allah’ı- anmış olur.)


İçten arınmanın yolu da “Ârif”likle olanaklıdır, yani Marifet kapısında sağlanır. “Ârif”, “bilen”dir, “bilge”dir. Mürşit (öğretici-öğretmen) olmak için ârif olmak gerekir. Hace Bektaş’a göre, bilim ve bilgelik “insan olma” yolunun en önemli aşamasıdır.
Ve bilgelerin bilgisi, kendini bildiği en yüksek noktada, Allah’ı da bilmiş olur!..


“Pes, imdi, böyle bilmek gerek kim, âriflerin taatı tefekkürdür. Ve hem
seyirdir. Ve sahib-i nazar olmaktır. Ve hem dünya ve âhireti terk etmektir. Ve nazar ile edep beklemektir. Ve hem arzulayıp Hakk Taalâ’dan yana varmaktır. Ve hem Çalap ârifleri sever. Ve hem ârifler hallerini cümle varlığa değişirler. Ve yavuz endişe kılmazlar. Bunların dahi güruhu hemandır.”[13]


(Şunu bilmek gerekir ki âriflerin ibadeti düşünmektir. Ve hem de gezmektir. Ve görüş sahibi olmaktır. Ve hem de dünya ve öte dünya etkisinden kurtulmaktır. Ve gözleyerek güzellik beklemektir. Ve hem isteklilikle Allah’tan yana yer almaktır. Ve hem Çalap -Allah- ârifleri sever.Ve hem ârifler hallerine karşılık bütün varlığı verirler. Zorlu endişe duymazlar. Bunların gurubu da böyledir.)


Bilgelerin ibadeti, “düşünme”dir. Özdeksel ve tinsel (maddî ve manevî) dünyayı, evreni gözlemektir. Bunun sonucunda kendilerini bütün varlığa adarlar.


Sonuncu kapı, Hace Baktaş’a göre topraktır:


“Dördüncü güruh muhiblerdir. Bunların aslı topraktan olur. Pes, toprak
teslim-i rıza olmakdur. Pes, muhib dahi teslim-i rıza olmakdur.”[14]


(Dördüncü gurup “dost”lardır. Bunların aslı topraktan olur. Toprak kendi isteğiyle kendini teslim etmektir. Dostluk da kendi isteğiyle kendini teslim etmektir.)


Hace Bektaş, tanrısal dostluk ve sevgi’yi “birey”leşmenin varılabilecek en yüce niteliği sayarken “insan”ın Tanrı’ya verebileceği en değerli şeyin, yani insanlığın en değerli niteliğinin “sevgi” olduğunu söylemiş olur.

“Sevgi”yi yönlendirecek, yöneltecek yetenek de gönül gözü’dür.

Bu durumda “insan olan”ın, Tanrıya da, başka insanlara da, Evrene de yöneltmesi gereken yeteneği “gönül gözü”dür. Hace Bektaş’a göre Marifet kapısında geliştirilmiş olan “Gönül Gözü”, Hakikat kapısında bütün varlığa yönelik olarak kullanılmakta, “muhib/dost” kavramı ortaya çıkmaktadır.


13.yy Anadolu bilgelerine[15] “hümanist/insancı” denmesinin nedeni budur.


16.yy’da Avrupa Renaissance’ı sırasında ortaya çıkan Erasmus gibi, Montaigne gibi Avrupa’lı hümanistlerin 13.yy Anadolu hümanistleri’nden tam üç yüz yıl sonra, aynı düşünsel tutum içinde bulundukları, yaşamlarını ve düşüncelerini “birey” olmaya göre biçimlendirdikleri açıkça görülmektedir.


Hace Bektaş’a göre muhiblerin ibadeti de şunlardır:


“Amma muhiblerin taatı münâcâttır, seyirdir, müşahededir, arzularına ermektir. Ve Çalap tanrıyı bulmaktır. Ve kendülerin yavu kılmaktır. Canları muradlarına ermektir. Ve halleri biriküp bir olmaktır. Bunların dahi hemandır.”[16]


(Ama dostların ibadeti yakarıştır, yollara düşmektir, gözlemdir, isteklerine ulaşmaktır. Tanrıya varmaktır. Kendi (eski) kişiliklerini bırakmaktır. Canlarının isteğine ulaşmasıdır. Duygularını yükseltip birleşmektir. Bunlar da işte böyledir.)


Hakikat kapısında ulaşılan şey, tanrının “birey”liğidir. İnsan olmak için, o güne değin gelen “kul”luğu terk etmek kendi eksikliğinin ayırdına varmak ve bu evren’deki tek “birey” olan Tanrı ile birleşmek için sürekli gelişim içine girmek gereklidir. Temel olan sürekli gelişimdir. “İnsan olma”nın, “birey” olmanın bir başka yolu yoktur.


Yunus Emre de, Hace Bektaş’tan dört aşamalı insanlaşma sürecini alır.

Birinci aşama Tanrı korkusudur:


Evvel kapı şeriat emri nehyi bildirir
Yuya günahlarını her bir Kur’an hecesi

(İlk kapı şeriattır. Her bir Kur’an hecesi’nin insanın günahlarını
yıkaması için (tanrısal) emir(ler)i ve yasak(ları)ı bildirir.)

İkinci aşama, eğitim sürecinin kabul edildiği aşamadır. Bu aşamada bir bilgeye “kul” olunur:

İkincisi tarıykat kulluğa bel bağlaya
Yolu doğru varanı yarlığaya hocası

(İkinci kapı tariykattır. (Burada) hocasının doğru yolu göstermesi
için (ona) kulluk etmekten yardım umulur.)

Sonraki, doğru düşünmenin, evrene sevgiyle bakmanın öğrenilmesidir:



Üçüncüsü ma’rifet can gönül gözün açar
Bu ma’ni sarayının arşa değin yücesi

(Üçüncüsü marifettir. Burada can(lar) gönül gözlerini açar. Bu anlam
sarayının yücelikleri sonsuzluğa ulaşır.)

Sonuncu, insanın insanlaşması, eksikliğini kabul edip kendini sürekli gelişime açmasıdır:


Dördüncüsü hakıykat ere eksik bakmaya
Bayram ola gündüzü Kadir ola gecesi[17]


(Dördüncüsü hakikattir. İnsanın (kendi) eksikliğini öğrendiği yerdir. Bunun ayırdına vardığında bütün gündüzleri bayram, bütün geceleri Kadir gecesi olur.)



Bu aşama, insanın, bütün denetimlerin dışında, yalnızca kendi kendiyle baş başa kaldığı ve kendini tanrının yetkinliği karşısında sürekli eksik gördüğü aşamadır. “Eksikliğin bilincine varma”, “İnsan-ı kâmil”e, “yetkin insan”a götürür. Böylece insanın sürekli gelişim içinde olmasına ulaşılır. [18]


“Birey” bu aşamada, sürekli kendini geliştirme sürecine girmesiyle oluşur. Bu, hiçbir zaman ulaşılamayacak olan tanrısal yetkinliktir. Hiçbir zaman ulaşılamasa da amaçlanacak ona doğru sürekli bir gidiş, akış sağlanacaktır.


“İnsan-ı Kâmil (yetkin insan)”, kültür tarihine, bir kez daha, tam tamına aynı özelliklerle, 600 yıl sonra, 19.yy sonlarında, Frederich Nietzsche’nin düşüncelerinde, “Üst İnsan/Übermensch” olarak yeniden gelebilecektir.


Kültür tarihinde insan ilk kez “birey”leşebilmek için tanrılaşmak zorunda kalmıştır. Herakleitos’tan sonra “akış” kavramı, insanın kendini eksik görmesiyle ulaşılamazlıktan kurtulur ve “yetkin olana doğru sürekli akış” halinde, ulaşılabilir olur.


Mevlânâ ise, “Dört Kapı”nın üçünü iyice sığlaştırarak almıştır.

“Şeriat muma benzer, yol gösterir. Fakat mumu ele almakla yol aşılmış
olmaz. Yola düzüldün mü o gidişin tarikattır. Maksadına ulaştın mı o da hakikat. (…) Şeriat bilgidir, tarikat tutmak, hakikatse Tanrı’ya ulaşmak.”[19]

Mesnevi’nin 5. cildinin önsözünde üstünkörü sözünü eder ve geçer. Mevlana’da artık, Ahmed Yesevi’nin eğitim süreci bile yoktur. Hace Bektaş’ın düşüncelerini bütünüyle üstüne oturttuğu “dört kapı” kavramını zayıflatmak, unutturmak için olmalı, “Marifet Kapısı” bütünüyle çıkarılmıştır, geri kalanlarınsa dinamik yapısı yok edilmiştir.


Hace Bektaş’ın “akış”ı göz önünde tutan tutumu, yine 13.yy’da Anadolu’da yaşamış bir başka bilge Sadrü’d Din Konevi’nin Vahdet-i Vücud (tanrıyla birleşme) düşüncesini etkileyecek, Hace Baktaş ve Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud[20]’la birbirlerini geliştirmeleri sonucunda Sadrü’d Din Konevi ile öğrencilerinden oluşan bilim insanlarını, “Ekberiyye”cileri ortaya çıkaracaktır.


Osmanlı’nın kuruluşunda, Orhan Gazi’nin hızla İznik’te yaptırdığı ilk medreseyi oluşturan ve bu medresede daha sonraki dönemlerde doğa bilimlerine yönelmiş olan Davud-u Kayseri, Kutbü’d Din-i İznikî, , Alaü’d Din-i Esved, Müeyyedi’d Din Cendi, Yar Ali Şirazi, Fahrü’d Din-i Iraki, Molla Ahmed İlahî, Fenarî ailesi Ekberiyye düşüncesini benimsemiştir. Bunların önemli bir bölümü de Konevî’nin doğrudan öğrencileridir.

13.yy bilimciliği, Ekberiyye, daha sonra Yıldırım Bayezid zamanına değin Osmanlı’da yol gösterici olur. Ama Orhan Gazi’nin ölümünden sonra 13.yy Devrimi’ne karşı, 1.Murat tarafından başlatılan ve Sultan Yavuz Selim’e değin sürecek olan karşı-devrim hareketine koşut olarak Yıldırım Bayezid zamanında din uleması yeniden egemen olacak ve Ekberiyye bilimciliği de yavaş yavaş sönmeye mahkûm edilecektir.

Renaissance sonrası Avrupa düşüncesinin bilime yönelen akımları, Aydınlanma ve Modernizm’in ilk ve özgün örnekleri, İznik medresesi’nde Ekberiyye’ye bağlı bilim insanları tarafından oluşturulmuş olmalıdır. Ancak bu bilim insanlarının özgün metinleri elde olmasına karşın, bugüne değin hiç bir çalışma yapılmaması bir yana metinler çevrilip bilim dünyasının bilgisine bile sunulmamıştır.

[*] Bilim ve Gelecek Dergisi , Şubat 2007 tarihli 36. sayısı, s:46’da yayınlanmıştır
[1] BAYRAM, Mikâil, Prof.Dr. - “Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar” Kömen Yayınları. 1.Baskı Konya, Kasım 2003, s:172-173-174 Prof Dr. Mikâil Bayram bu sayfalarda:
(“Cihad-Nâme’nin Baba İlyas-ı Horasanî’ye Nisbeti’ne Gelince”
Bu eser, İbn Sina’nın “Risalat al-tayr” ve “Hayy Bin Yekzan” adlı eserleri tarzında bir hikaye (Roman) olup, hiçbir yerde adı geçmediği gibi Ayasofya Ktp. Nr.4819’da kayıtlı bulunan mecmua içerisindeki (44b-55a sayfaları arasında) nüshadan başka nüshalara da rastlanmamaktadır. 730 (1329) istinsah (kopya) tarihli olan bu tek nüshada eserin yazarını belirten bir kayıt mevcut değildir.) diyor ve 9 maddede gösterdiği gerekçelerle bu yapıtın Baba İlyas-ı Horasanî’ye aid olduğunu temellendiriyor.
[2] Eski Hellen tragedyaları da acı çekme ile arınma düşüncesi ile ortaya çıkmıştır.
[3] NİSANBAYEV, Abdülmelik, Prof.Dr. (Kazakistan Felsefe Bölümü Başkanı) - “Hoca Ahmed Yesevi’nin Dünya Görüşü”, “1. Uluslar arası Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri” 27-28-29 Nisan 2000, Ankara. Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı Yayınları:4 s:332
[4] Aynı yapıt s:334
[5] Aynı yapıt s:335
[6] Kırıkkanat, Mine, “Gülün Öteki Adı”
[7] Hace Bektaş, - Makalat s:26 (Yalçın, Aziz - “Yorum ve Açıklamalarla Makalat-ı Hacı Bektaş Veli”, .Der Yayınları 3. Basım, İst. 2000, s:68)
[8] Aynı yapıt, s:27
[9] Aynı yapıt, s:28
[10] Aynı yapıt, s:30
[11] Aynı yapıt, s:31, 32
[12] Aynı yapıt, s:33, 34
[13] Aynı yapıt, s:34
[14] Aynı yapıt, s:35
[15] Ahi Evren, Hace Bektaş, Taptuk Emre, Yunus Emre, Said Emre. “Kul”luk düzeni yanlısı, dahası savaşçısı olarak Şems ile Mevlânâ’nın, yaygın bir kanı olan “hümanist”liği üzerinde düşünmek gerek. Onun Aristokrasi’den gelen ve Allah’tan köleye basamaklanan kulluk hiyerarşisini korumaya çalıştığı ve “birey”in oluşmasına ilişkin yeni toplumsal gereksemeyi yapay olarak doyurmak için “hümanist/insancı” bir kılığa büründüğü ve Anadolu hümanistlerine karşı bir savaşım içinde olduğu Ahilerle ve Ahi Evren’le savaşımından anlaşılmaktadır. Bu savaşımda oğlu Alaü’d Din Çelebi bile babasına karşı âhîlerle birlik içinde yaşamış, bu nedenle de babasının verdiği öldürülme izniyle, Ahî Evren’le birlikte öldürülmüştür. (Bkz: “Kuruluştan Kurtuluşa”, Ömer Tuncer, Bilim ve Gelecek Şubat 2006, Sayı:24, s:33, Altbaşlık: “Ahiliğin Kırşehir örgütlenmesi” s:39)
[16] Hace Bektaş, - Makalat s:36
[17] İlk kapı şeriattır. Buyrukları ve yasakları bildirir. Bu kapıdakilerin günahlarını her bir Kur’an hecesi yıkar, temizler. İkincisi tariykat, kulluktan destek ummaktır. Yola doğru gideni hocası yönlendirir. Üçüncüsü marifettir. (Bu kapıda) insan gönül gözünü açar. (Önüne) anlam sarayının sonsuzluğa yükselen doruğu çıkar. Dördüncüsü hakikat, insanı eksik bulmayı (öğretir). (İşte o zaman) bütün gündüzleri bayram olur, geceleri kadir gecesine döner.
[18] Hace Bekteş’ın kapılar kuramında (bir eğitim kuramıdır) Her kapıya ulaşan insanın o kapının içinde ulaşması gereken kırk da makam vardır. Bu makamların adlarını yine Hace Bektaş saptamıştır.
[19] Mevlana Celalü’d Din Rûmî, “Mesnevi” Cilt:5 Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 774, İstanbul 1990 Önsöz
[20] Sezgiciliğin karşısında akliyeciliği savunmuştur. Konevi’nin Vahdet-i Vücut araştırmalarının akliye ölçütleriyle değerlendirilmesinin ardında Prof. Dr. Mikâil Bayram’a göre Ahî Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud olmalıdır.

Hiç yorum yok: