15 Eylül 2009 Salı

Turistik İbadetler...

Levnî (17-18 yy) - Acem Çengi


Dinsel tapınım törenlerinin "Turistik" olarak gösterilmesi konusunda düşünmek gerekir diye düşünüyorum. Görevi sona ermiş ve ermekte olan yaşama parçalarını gelecek kuşaklara nasıl aktaracağız? Bugünkü ekonomik yapıya göre ancak gelir getirdiğinde yaşaması olanaklı ise ne olacak?
Şunu sormak istiyorum: Söz gelimi Şeb-i Aruz, ya da öteki Mevlevi "gösteri"leri yapılmıyor olsa, bunları gerçekten yapacak, yaşantısı Mevlevi olan kimse kalmış mıdır?
Yaşayanları hala var olmasına karşın Alevi-Bektaşi gelenekleri de aynı yolda yok olma sürecinde değil midir?
Hadi bunları bir yana bırakalım desek, Anadolu'da en çok bulunduğu savı sürekli önümüze sürülen Sünni Müslümanlık ne denli yaşayabilmektedir?
Bunu ölçmek için Ramazanlarda ya da Cuma Namazlarında değil, sıradan bir gün herhangi bir caminin sabah namazına gidip bakmak yeterlidir. Camilerden büyük çoğunluğunun hiç açılmadığını bile göreceğinize emin olabilirsiniz!..
Hangi inancın olursa olsun, Kültür Tarihinde, dinsel tapınım törenleri sona ermektedir!.. Belki otuz-kırk yıl erken, belki otuz kırk yıl geç... Bu sürecin son elli yılının çok yakından tanığıyım.
Geleceğin insanlarının, kökenlerindeki kültürleri görebilecekleri, inceleyebilecekleri ortamları oluşturmak gerekmez mi? Bugün için turistik organizasyonlar olmasa bu nasıl sağlanacak?
Söz gelimi, yıllar önce, pek çok mahpusluk, idam vb tarihsel olayın da yaşandığını bildiğimiz mekân olan London Tower'ın zindanlarında, turistik bir 13.yy Kıral yemeğine katılmış ve yaşam boyu yediğimden mutlu olduğum en kocaman "turist kazığı" olduğunu düşünmüştüm. 1985 yılında dört kişi için 100 Pound ödemiştik. Şimdi sanıyorum yapılıyorsa iki katına falan çıkmış olmalıdır.
Oysa aynı gezide Pariste gittiğimiz Foliberjer -revü- kazığı -ne kadar olduğunu anımsamıyorum- müthiş canımı yakmıştı.
Bence "turistik" olması, gelecek kuşaklara aktarılması bakımından o denli olumsuz bir durum değildir. Ancak nitelik bakımından bozulmamasını, dahası, günümüze gerçekten "doğru: üzerinde çalışılmış, emek verilmiş" biçimde aktarılmasını sağlamak gerektiği kanısınındayım. Bir kültüel ortam yaratılmalı, ortaya çıkan ürünler bu ortam içinde eleştiriye açılmalıdır. Yoksa Mustafa Erdoğan'ın Anadolu Ateşi adını verdiği ne idüğü belirsiz, bütünüyle kapitalist ekonominin para avlayıcı yöntemleriyle hazırlanmış kandırıcı ucubeler çıkar ortaya.
Ankara'da yaşadığım sıralarda, Ankara Kalesi'ni görmeye gelen turistlerin ne denli mutlu olması gerektiğini düşünürdüm. Çünkü orası, içinde yaşanan evleriyle, kale duvarlarının üstünde oynayan çocuklarıyla, sokak başlarında oturup iğne oyası işleyen, aynı oyayla süslenmiş beyaz başörtülü kadınlarıyla yaşayan bir mahalleydi. Hâlâ öyle midir, bilemiyorum.
Bu konuya bağlı olarak: Yeni Şafak'tan, Aysel Yaşa'dan bir alıntı yapmak istiyorum. "Ramazan eğlenceleri eğlendirmiyor" başlıklı bu yazı, Anadolu geleneği karşısında Arap İslamının bakışını yansıtıyor ve savunuyor: http://yenisafak.com.tr/Cumartesi/Default.aspx?t=12.09.2009&c=47&area=1&i=210563
Aysel Yaşa, Anadolu kültür tarihi açısından bütünüyle yanlış yargılarla bakıyor. Bunun özellikle yapıldığını düşünüyorum. Sulukule'yi ortadan kaldıran da aynı bakış açısıdır.
Edebiyat Fakültesinde öğrenciliğim sırasında, 1966-1972 yılları arasında rahmetli hocam Haldun Taner, Fransız filolojisine bağlı notsuz, isteyenin girebildiği, tiyatro dersleri verirdi. Üçümüz birbirimizle arkadaş, yalnızca beş öğrenci girerdik. Dersler haftada iki saat olurdu. Bunlardan biri, Avrupa tiyatrosuna, biri de geleneksel Anadolu gösteri sanatlarına ayrılmıştı. İki yıl girdiğim o derslerde neler dinlemedim, neler izlemedim ki... Kavuklu Hamdi'den birkaç parça eşya gördüm diye anımsıyorum, Meddah Sururînin sesini banttan dinledim diye anımsıyorum - yaşadığı dönemde ses kaydı nasıl yapılmıştı, bilemiyorum.
Bu derslerden -ve başka okumalarımdan da tabii- aldığım izlenim şudur: Ramazan geceleri, Anadolu'da, Aysel Yaşa'nın sandığı gibi, Emevi-Arap müslümanlığı olan Eş'ariliğin salt imana ve kulluk düzenine dayalı baskıcı yapısında değildir - Sulukule kültürünü de ortadan kaldıran aynı anlayış olmuştur. Anadolu Müslümanlığı, Hanefiliğin ve Mu'tezile'nin akılcı yapısını taşır - daha ayrıntılı bir gözatma için Tarih hocası Prof.Dr. Mikâil Bayram'ın çok yeni yayınladığı son derece aydınlatıcı "Danışmendoğulları Devleti'nin BİLİMSEL VE KÜLTÜREL MİRASI" başlıklı küçücük kitabını mutlaka öneririm. ( http://omer-tuncer.blogspot.com/2009/07/bilim-tarihinde-dansmendogullar.html)
Bu nedenle de teraviden sonra insanlar, doğal yaşamlarında serbest bırakılırlar. Yemek yemekte, eşleriyle -ya da islamiyete göre erkekler için, kendilerine helal kılınmış olan cariyeleriyle- cinsel birleşmede, gezmede eylenmede serbesttirler. İbadet ve dolayısıyla oruç, hergün sahurdan sonra yeniden başlar, akşam ezanına değin sürer, teravi ile sona erer. İşte bu arada, yani "yatsıyla sahur arasında" ve bayramlarda, Anadolu geleneğinde bol miktarda din dışı eylence vardır. İstanbul'da direklerarası -Şehzadebaşı- eylenceleri, şarkılar, kantolar, Anadolu'yu dolaşan çadır tiyatroları, dansözler, çengiler, çalgılar, Orta oyuncuları, Meddahlar, Karagöz ve Kukla oyunları bu dönemin ürünleridir.
Ben çocukluğumda bunların son uclarına da yetiştim ve izledim. Üstelik bugün bize aktarıldığı gibi, yalnızca çocuklar için değildi; tam tersine büyükler ve özellikle erkekler için düzenlenirdi. Bu nedenle de müstehcenlik hepsinin baş özelliğiydi. Kantoların bugüne değin yansıyan erotizmi, Nasrettin Hoca, Keloğlan fıkralarının, Karagöz oyunlarının orijinallerin bugün büyük bir gayretle gizlenmeye çalışılan pornografik esprileri o günlerin yansımasıdır.
Müslüman kadınların kanto söylemelerinin aileleri tarafından yasaklanmasının, tiyatrolarda oynamalarının mantığını da burada aramak gerekir. Bu nedenle de Müslüman rolündeki Hıristiyan kadın oyuncular ve zenneler ortaya çıkar.
Yani Anadolu'da Ramazan eylenceleri "yozlaşmış" bir gelenek değildir. Geleneğin yapısından gelen din dışı bir soluk alma ortamıdır.
Bana kalırsa, özgün durumları bozulmadan, olduğu gibi turistler için de düzenlenmesinde hiç bir sakınca olmamak gerekir. Dahası direklerarası bile Ramazanlarda yeniden yaşatılabilir. Belki böylelikle bugünkü insanlarımız, geleneğimizin o denli "bağnaz" bir yapısı olmadığını, "Anadolu Müslümanlığı"nın çok daha "insanî özellik" taşıdığını anlayabilir.
Üstelik Arap Eş'ariliği tarafından, bilerek ve planlı bir biçimde, boğulup yok edilmeye çalışıldığını düşündüğüm bu kültürün yaşatılması, gelişkin sanat yapıtlarında da yansımaları uygun olur. Romanlarda, şiirlerde, resimde, yontuda, yeni bestelenen orkestra müziklerinde etkileri ve yansımaları olur (örn: Fazıl Say'ın "Harem'de 1001 Gece" başlıklı Keman Konçertosunun yeni çıkan CD'si)...
Dahası belki de Topkapı sarayında verilen konserlerde bir kadeh şarap ikram edilmesine karşı gösterilen tepkiler artık gösterilmez bile olur.

Hiç yorum yok: