12 Ocak 2009 Pazartesi

Gerçek Bir Denizciden Gemici Şarkıları

Knidos'ta Bahar... Phot: Konstantin Zhukov
1983 yılı... Bahar ayları... Mayıs olmalı...

Bir belgesel çekimindeyiz. Antalya'dan Bodrum'a doğru kıyıdan,Likya kalıntılarını çekerek geliyoruz. Yolda çekimlerimiz var. Bir çok yerde... Knidos'ta da var...

Marmaris'te kalacak bir yer ayarlıyoruz. Knidos'a doğru yola çıkıyoruz. Datça'ya kadar o yıllarda bile fena olmayan bir yol... Virajlı ama asfalt...Datça'ya girip yolu soruyoruz. "Gelirken sağa sapan o toprak yol" diyorlar.

Knidos'a varmak için o yoldan ne kadar gitmemiz gerekiyor diye soruyoruz, 35 km olduğunu öğreniyoruz.

Neyse, altımızda o zaman çalıştığım resmi kuruluşun arazi koşullarına uygun büyücek bir arabası var, çok da tedirgin olmuyoruz: Bu araba nasılsa gider...

Knidos kenti kalıntılarında genel çekimler yapacağız, özellikle de ünlü yontucu, klasik Ege yontularının kurallarını "asil serenite" adıyla, M.Ö 5.yy'da koymuş olan Praxiteles'in ünlü "Knisos Aphroditesi" yontusundan kalan kalıntıları arayacağız. Kaynaklara göre kaidenin görünür durumda olması gerekiyor...

Sonunda bir de günbatımı çekip Marmaris'e geri dönmeyi planlıyoruz
Yol ilerledikçe öyle pek de kolay bir yol olmadığı anlaşılıyor. virajlar, dağlar... Özellikle de dar yol kenarında yüksek uçurumlu yarlar...

Ekipten mırıltılar geliyor: "Ağbi, bu yoldan gün battıktan sonra karanlıkta nasıl döneceğiz?"

Biraz sonra: "Ömer, gerçekten bu yoldan karanlıkta dönülmez!.."

"Gün batımını başka yerde de buluruz, buradan karanlık basmadan dönelim!.."

Direniyorum:

"Hayır!.. Gerekirse arabada, gerekirse dışarda yatarsınız. Bu gün batımı bu akşam burada çekilecek!.."

Knidos'a inen son keskin virajlı, uçurumlu yol, darbeyi vuruyor.

Toplu halde: "Tamam. diyorlar. valla dönmeyiz. Gerekiyorsa sen arabayı alır gidersin!.."

Ama şöförümüz de onlara katılınca benim arabayı alıp dönme şansım da yitip gidiyor!..

Yani gün batımı çekilecek; gece de orada kalınacak...

Knidos Aphroditesinin kaidesini yerinde buluyoruz. Yontuyu aramış olanlardan kalan sondaj çukurları var... Başka çekimler de yapıyoruz. Gündüz çekimlerini bitiriyoruz. Biraz oyalanıyoruz, günbatımını bekliyoruz. Knidos bomboş. Kazıevinden kalan döküntüler, kıyıları denetim altında tutan bir jandarma karakolu, bir de birbirine sırtını dönmüş iki küçük koydan daha korunaklı olan iç tarafa bakan koyda, bir tahta baraka meyhane... Alimünit yiyecekler ve içki var... Daha çok bu korunaklı koya yanaşacak yatlar için olduğu anlaşılıyor..

Meyhane sahibi ile sohbet ediliyor. Tamam, akşam buraya geliyoruz deniyor...

Sanki gidilebilecek başka bir yer var!..

Koyda bir tekne bağlı. Yat desem o denli büyük değil, kayık desem o denli küçük değil...

Meyhaneciye, senin mi diye soruyoruz. "Hayır" diyor. "Bir Fransız geldi bugün". Bu mevsimde ta Fransa'dan buraya bu küçücük tekneyle nasıl cesaret etmiş diye soruyoruz. Bilmiyor... İki Fransız kız bir de erkek bu küçük, yelkensiz, tek kamaralı tekneyle Akdeniz'i dolaşarak Akdenizi aşmış Fransa'dan buraya dek gelmişler. "Peki nerdeler" diye soruyoruz. Teknelerinde olduklarını öğreniyoruz...

Sonra işimize bakıyoruz. Kameralarımızı gün batımı için hazırlıyoruz...

Gün batımı yaklaştıkça hava puslanıyor... Güneş batmadan o pusun içinde yavaşça yitip gidiyor. Deklanşöre basamadan kameraları topluyoruz.

"Gördün mü Ömer, şimdiye Marmaris'e varmış olacaktık bak!.. Sıcak yataklarımıza..."

"Konuşmayın" diyorum, "tamam!.."

"Şimdi yatma yerlerimizi hazırlayalım haydi..."

Bir küçük çadırımız var, kuruyoruz, üç kişi onu sahipleniyor. İki kişi arabanın koltuklarını paylaşıyoruz... Şöförümüz karakolda bir hemşehrisini buluyor ve orada bulduğu boş asker ranzası için söz alıyor...

Tabii kalkıp meyhanemize gidiyoruz.

Sonra teknedeki üç Fransız da çıkıp geliyor. Masamıza davet ediyoruz, İngilizcenin başını gözünü yara yara sohbet etmeye başlıyoruz. Birkaç kadeh içince böyle bir sorunumuz da kalmıyor, İngiliz bülbülleri gibi şakımaya başlıyoruz.

Erkeğin adı Gilles. Gemici... Soyadını bilmiyorum. Kızların adını hiç anımsamıyorum. Onların adını yazmamışız.

Kızlardan esmer ve daha güzel olanı, hiç konuşmuyor, bir şey sorarsak da bir ya da birkaç sözcükle yanıtlıyor, sonra bizimle ilgisini kesiyor.

Bir süre sonra biz de onunla ilgimizi kesiyoruz.

Gilles ve sarışın kızla aramız "iyi"...

Sohbet koyulaşıyor...

Şarkılar türküler başlıyor.

Katılmaya çalışıyorlar... Olmuyor... Birkaç Fransızca şarkı söylemeyi deniyorlar...

Sonra Gilles tekneden bir akordiyon getiriyor. Klavyeli değil, tuşlu bir akordiyon...

Akordiyonu görür görmez ekibimizin sesçisi Bülent de arabaya gidip çekimler için kullandığımız profesyonel Nagra ses kayıt cihazını getiriyor, mikrofonlarını Gilles'in akordiyonuna ve ağzına yakın yerlere yerleştiriyor...

Gerçek bir Fransız gemicisi Gilles, önce kendi aksanıyla bir İngiliz, sonra da Fransız gemici şarkıları söylüyor: Kaydediyoruz.

Yazık ki çok değil, hepsi hepsi 15 dakika boyunca...
Bülent bandın üzerine "Jill" yazıyor
Neden daha fazla çalmasını istemedik, neden daha fazla kaydetmedik, hiç anımsamıyorum. Belki yorgundu... Belki bandımız bitti... Belki biz Türkçelerde çok ileri gittik, artık söylemez oldu... Gerçekten bilemiyorum.

Ama anılarımda kalan bir şeyi anlatmadan da geçemeyeceğim. Gecenin şarkılı türkülü ve coşkulu bir anında, birden havada bir kadın ayakkabısı uçtu, tahta zamine düşüp taaak etti...

Hepimiz şaşırdık: O bir köşede unuttuğumuz güzel-esmer Fransız kız ikinci ayakkabısını da masanın üzerinden aşırtıp, tahta zemine fırlattı: Taaaaak!..

Sonra kendisi fırladı ve sözlediğimiz şarkılar ve el çırpmaları eşliğinde on dakika kadar deli gibi dans etti... Sonra yerine yeniden oturdu ve önceki sessizliğine döndü... Yine birkaç kez konuşmayı denedik, olmadı...

Ekipteki Abdulkadir'le, Lâtif'le, Cabbar'la, Bülent'le ve şöförümüz Necati'yle (soyadlarını yazmıyorum, kendilerinden izin almadım) paylaştığımız güzel bir geceydi.

Çekimlerde bazan, kimisi anlatılamayacak denli özel, böyle sürprizler olur...

Ama bazan...

Yaşamdaki "bazan"lardan daha fazla değil...

Ama belleklerde bu "bazan"lar kalıyor.

Hiç yorum yok: