27 Şubat 2008 Çarşamba

"Akış" kavramı üzerine...


"AKIŞ" ÜZERİNE...(*)

"Akış"ı herkes görebilir, yeter ki içinde yaşadığı kültürün, Aristokrat kültürden sarkagelen "statik" paravanlar önünden çekilsin...

"Akış"ın kendisi çok somut bir şeydir. En azından kendi içerdiği "zaman" denli somut!..

Ayrıca "akış"ı görebilmek yetmez. "Akış"ı anlamak, "akış"ı solumak, "akış"ı sindirmek, yaptığımız her işte yansıtmak, düşüncelerimizin temeline oturtmak gerekir. "Akış" koca bir kültürün üzerine oturacağı kavram: "geleceğin kültürü"nün... "Akış", düşüncenizi üzerine oturtmadığınızda alacağınız her sonucun "yanlış" olacağı ölçüt. Bütün duraganlıkları, bütün statik yapıları en kökünden değiştirecek olan kültürel öge... İnsanevladının geleceğine açılan kapı, en önemli köşetaşı...

"Süreç"in İngilizcesi "process"tir. Oysa "akış" çok başka bir şey. "Akış", şu andaki kavrayışlarımızla, bütün evrenin üzerine oturduğu temel yapı.

İşte biz bu yapıyı Aristokrat kültürün "zamandan ve mekandan münezzeh" duragan bilgisinin temel bilgi olmasından günümüze sarkmış etki ile görmezden geliyoruz. Basitçe ve yalnızca "görmezden geliyoruz"...

"Nasıl" sorusu, yaygınlıkla "iman" edilmesi gereken bilgilerin bize aktardığı gibi, "nasıl oluştu?"nun kısaltılmışıdır. Eğer bu soru bizi "yaratıldı"ya yönlendirmeyi amaçlıyorsa, benim bu konuda söyleyeceğim bir şey olamaz. "Verilmiş" hazır "dogma"lardan başka hiç bir yerde bulunamayacak bilgiler bizim yaşamımızda yoktur. Çünkü bu "doğma"ları bize gönderen tanrı için de aynı "nasıl oluştu" sorusunu sorma konusunda önümüzü kesen bir "tabu"nun bulunduğu çıkmaz sokağa girmenin, yöntemsel olarak, doğru ve bilgi üretici olduğunu düşünmeyiz. Bu konuda dünyanın en çok çoğaltılmış "kutsal kitap"ları ile onları kendine öncül edinen bir sürü çıkarımı (tümdengelim) durmadan anlatan çok sayıda kitap var.

Bu kitaplar İskenderiye kitaplığında yanan kitaplar arasında değildi. Onca kitap, (yalnızca 250 000 kadarı Bergama Kitaplığı'ndan götürülmüştü) kutsal kitaplara karşı olduğu savıyla yakıldı.

"Öncül"leri, "verilmiş/vahyedilmiş" olduğuna inanılmış dogmalardan oluşan hiç bir bilgi(?) düşünme alanı içinde değildir.

"Nasıl" sorusu, eğer bilimsel bilginin teknolojiyle uygulanabilir ve yararlanılabilir hale getirilmesi ise, Geleceğe ilişkin ne "ne yapacağımızı" ne de "nasıl yapacağımızı" biliyoruz.

Renaissance sonrası bilimi de yaratan tümevarımı kullanarak kültür tarihine baktığımızda, "ne"ler ve "nasıl"ların birbirini izleyerek geldiğini görüyoruz. İnsanevladı olarak "ne yapacağımız"ı bulurken "nasıl yapacağımız"ı da birlikte düşünüyor, bir aşama çözülmeden, bir sonraki aşamayı göremiyoruz... Ancak onu çözüp bir üst basamağa tırmandığımızda bir sonra "ne yapacağımız"ı (yeni duruma göre gereksememizin ne olduğunu) görüyoruz.

Bu nedenle, "ne"ler ve"nasıl"lar iç içe. Bunların birini ötekinden soyutlayıp üzerine düşünemeyiz.

Bu durum, bilim ve teknolojinin iç içeliğini oluşturmaktadır. Basit biçimde ele alırsak "ne"ler bize "bilimsel düşünce"nin kendini çağrıştırıyor, "nasıl"lar da teknolojiyi. Tabii, her zaman böyledir demiyorum. Özellikle "nasıl"ların içinde teknolojisi henuz "ne"sinden, ayrışmamış, dizgeleşme aşamasına gelmemiş sosyoloji gibi disiplinler de var. Bu bağlamda "bilim" ya da "bilim kurum"larının işi "nasıl"lar değil, "ne"ler olmalıdır.

"Nasıl"lar gelecekte, ancak bütünüyle ve yalnızca sınırları genişletilmiş teknolojinin işi olabilir gibi görünüyor.

Şu anda "modernist" olmayan bir bilim var mı onu bilmiyorum. Ama bilim, Metafiziğin üzerinde ve onu reddederek yükselmiştir.

Bugün artık Modernizm, durdurulacak bir yapı değil, üzerine basıp ileriye fırlamamız gereken yapıdır. Nasıl Modernizm metafiziğin üzerine basıp ileriye fırlamışsa bizim de modernizmin üzerine basıp ileri fırlamamız gerekiyor. Bundan önce olduğu gibi öncenin yapılarını reddetmemiz gerekmiyor. "Akış"ı kavramış olmak, aynı zamanda, önceki süreçlerin kendi zamanında gerekli, dahası zorunlu olduğunu da kavramış olmak demek.
Modernist eğitimin karşıtı (henuz geleceğin bilgisi sistematize olmadığına göre), bir önceki dogmatik eğitimdir.
Kemalist (tutucu ve sahteci Atatürk'çü değil) devlet örgütünün 1920-1946 arasında modernizmin eğitimini veriyor olması doğru tutumdur. Bu tutumu bütünüyle reddemenin, silmeye, geriye döndürmeye çalışmanın başarıya ulaşma şansı yoktur.

Bugünkü eğitimin alternatifi, yalnızca dogmatik bilgidir. Dersanelerin duvarlarına yeniden falakaların asılmasını mı istiyoruz? Bütünüyle kişisel bir deneyim olarak DP'nin dinci oyları toplama politikası sırasında cesaret verdiği gizli bir mahalle mektebinde okudum. Ne olduğunu iyi bilirim!..

Metafizik, kimi zaman sezgiyle elde edilmiş, kimi zaman tanrı tarafından verilmiş, kimi zaman da yalnızca "kabul edilmiş" ya da "seçilmiş" ama en önemli ayırıcı özelliği "hazır bilgi" olan veriden tümdengelim yoluyla yeni bilgi çıkarma çalışmasıdır. Bu işlemi, çoğunlukla felsefe yapar. Aynı yöntem, matematiğin de yöntemidir. Ama çok daha sistemleşmiş bir biçimde. Her ikisinde de ortaya çıkan yeni bilginin, öncüllerin doğruluğunu garantileyememesi nedeniyle "doğru"luğu ve öncüllerin içinde bulunuyor olması nedeniyle de "yeni"liği tartışmalıdır.

Aydınlanma, dolayısıyla modernizm, bu yönteme deney ve gözlemi eklemiştir ve yeni bilgi bulunabilir duruma getirmiştir. Ancak hiç bir zaman sonsuz sayıda deney ya da gözlem yapılamayacağı için bu bilginin de genel geçer, "doğru" olduğu her zaman kuşkulu kalacaktır. Üstelik, zaman geçtikçe aynı bilgi üzerine çalışacak bilim insanlarına göre de değişebilecek, gelişebilecektir.
Yani bilgiyi var eden "süje-obje bağı"nın "süje" yanı her zaman değişebilir olacak, buna bağlı olarak bilgi de değişebilecektir. İnsanlığın kültür tarihinin her aşamasında ve Doğu-Batı demeden dünyanın her yerinde, "ortaçağ karanlığı"nı kıran, engizisyonları durduran, kitaplık yakmaları önleyen, "Enel Hakk" diyenin canlı canlı derisini yüzülmesine engel olan, başkalarına "ne olursan ol gene gel" diye talkın verip öte yandan kendi öz evladını ölüme gönderen ve cenaze namazını kıldırmayı reddedecek denli salkımı kendisi yutan anlayışı kıran, bu "değişebilirlik" ve "görelilik", yani bilimin kendisi olmuştur.

Bu durumda aşılması gereken eşik, "mutlak" ve "değişmez bilgi"yi aramaktan vaz geçmek, "günün doğrusu"nu "insan bilgisi" olarak almak olacaktır.
Oysa insanevladının, Aristokrat kültürden sarkan biçimde "değişmez bilgi" arayışı yazık ki sürüyor ve bizi yeniden tanrısal bilgiye doğru sürüklemeye çalışıyor. Tehlike tam bu noktadadır. Bulunduğumuz yerin akış üzerinde nerede olduğunu saptamak gerekiyor. Sürüklenmek istendiğimiz yer, akış üzerinde "dün"ün yapısıdır. Doğal ki tehlike, bu anlayışın "akışı geri döndürebilecek" güçte olmasında değil, toplumları, anlayışları, yani kültürü geriye sürüklemeye çalışanlarla, yaşanmakta olan badireyi atlatıp geleceği kurmaya çalışanlar arasında çıkacak çatışmadadır. Bu çatışma tarih boyunca oluk oluk kan akıttı. Hangisini sayayım: Hallac'ı Mansur'un parçalanarak öldürülüşünü mü? Seyyid Nesimi'nin derisinin canlı canlı yüzülüşünü mü? Tekkelerinde Yunus'un "Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver sen onu/ Bana seni gerek seni" ilahisini okudukları için yine bu ilahiyi okuyarak idama giden Anadolu insanlarını mı? Anadolu'dan dönen Haçlı şövalyelerin götürdüğü kültür yüzünden yozlaşmış sayılıp kitleler halinde odun yığınlarının üstüne çıkarılıp yakılışını mı (bkz: Mine Kırıkkanat "Gülün Öteki Adı")? Şeyh Bedreddin'in, Pir Sultan Abdal'ın ipin ucunda sallandırılarak yok edilişini mi? Marco Polo'nun, seyahatlerinin dine aykırılığı yüzünden zindana atıldığı için, seyahatnamesini zındandaki birisine anlatarak yazılmasını sağladığını mı? Galileo'ya Engizisyon mahkemesinde ölüm korkusuyla "tamam tamam, Güneş dünya etrafında dönüyor" dedirtilişini mi? Descartes'in yazacağı kitaplar engellenmesin diye dağlara kaçarak çalışmak zorunda kalmasını mı?

Daha sayayım mı?

"Akış" -yine kültür tarihine bakar ve tümevarım kullanırsak- hiç bir zaman geriye dönmemiştir. Ama akmakta olan kanlardan korkulmalıdır. Tehlikenin büyüğü budur. "Dün" yandaşları (31 Mart'ın "istemezük"çüleri) ile yarını kurmaya çalışanlar arasında her zaman bir çatışma olmuştur, olacaktır da. Somut sorun yalnızca kan dökülmesinin önlenmesidir.

Dünya sermayesinin "insan kanı"na aldırdığı yoktur. Kendi düzeninin sürmesi ve yalnızca silah dahil herşeyin tüketiminin artması adına bu çatışmaları kışkırtıyor ve nedeni ne olursa olsun, çatışmalar sürdükçe ellerini ovuşturuyor olduğunu biliyoruz. En yakın önemli örnek, 1929 ekonomik krizini (Gazap Üzümleri - J.Steinbeck) aşabilen şeyin, inanılmaz kanların dökülmesine neden olan 2.Paylaşım Savaşıdır.

Sermaye için bu savaşta başarılan şey, Hitler, Mussolini Faşizminin yok edilmesi değil, piyasa ekonomisine yeterli kaynağın pompalanmış olmasıdır!.. Kaldı ki aynı durumda olan Salazar ve Franko Faşizmi için hiç bir şey yapılmamıştır.
Bugün aynı oyun Irak gibi, Afganistan gibi, dünyadaki bütün savaşlarda oynanmaktadır.
(*) "Ütopyacılar" yazışma gurubunda 2008 yılı ilk aylarında yayınlanmış, sonradan elden geçirilmiştir.

Hiç yorum yok: