13. yy ANADOLU DEVRİMİNDE MEVLÂNÂ CELÂLÜ’D DİN RÛMÎ’NİN YERİ[1]
13. yy Anadolu Devrimi, Babailerin, Ahîlerin ve bilimci kol sayılabilecek Ekberiyye’nin birlikte, sosyal alana taşıdıkları bir kültür hareketidir.
Gelen bilgiler, dogmalardan arındırılınca, toplumsal gereksemeler sonucu, Hallac-ı Mansur’la başlayan Aristokrat “kul” kültürüne karşı duruşun, İbn Sina, Farabi, Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ile, kul kültürü savunucusu İmam Gazali düşüncelerinin, Ahmet Yesevi’nin uzlaştırma çabaları ile geliştiği görülmektedir. Bunların, 13 yy Anadolu’sunda, önce düşünsel ve eylemsel alana yansıdığını, ardından da kul kültürü – birey kültürü karşıtlığının, çeşitli vesilelerle toplumsal çatışmalara neden olduğunu görüyoruz.
Anadolu düşüncesinin temel taşlardan biri Babaî hareketi’dir. Yazılı metinleri şimdilik ele geçmediği için düşünsel ayrıntılarını bilemiyoruz. Ancak Hace Bektaş’ın, Baba İlyas’ın (Babaî hareketinin önderi) halifesi (sonra geleni, ardılı) olmasından Babaîliğin düşünsel yapısına ilişkin güçlü sezinlemelerimiz vardır. İnsanlığın “kul”luktan kurtulup “birey”leşme süreci içinde önemli bir köşebaşı olduğu anlaşılıyor.
Yine yazık ki bilinen 20 kadar kitabının yalnızca üçü çevrilebilmiş[2] olan Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’un, 1204-1225 yılları arasında Kayseri çarşısında oluşturduğu Ahî örgütlenmesi ile dünyevî esnaf hareketi, 13. yy Anadolu devriminin ikinci ayağıdır.
Bu iki akımın ardından Şeyhi ve üvey babası İbn ül Arabî’nin ölümü üzerine 1245’te Anadolu’ya gelmiş olan Sadru’d Din Konevî’nin “Vahdet-i Vücûd”, yani evren-tanrı ile bütünleşerek tanrı “birey”liğini kazanma hareketi içindeki “bilgi edinme” sürecinin temelini “akıl” ve “müşahade/gözlem”e bağlaması ile, insanlığın dogma(hazır verilmiş bilgi)’den kurtulup “birey”in kendi öz bilgisini edinebilirliğinin yolunun açılması 13. yy Anadolu Devrimi’nin üçüncü ve bilimsel ayağını oluşturmaktadır.
“Kul” kültürünün kendisine karşıt bütün bu yeniliklere tepki vermesi doğaldır. Bu tepki, Anadolu’da, Kalenderiler, işgalci Moğollar, zaman zaman Moğol valisi gibi davranan Selçuklu Sultanları ve onların İmam Gazalî ardılı düşünüş biçimini gününün toplumsal gereksemelerine uydurmaya çalışan Mevlânâ Celâlü’d Din Rûmi ile Kalenderî şeyhi Şems-i Tebrizî’den gelmiştir.
Şimdi, 13. yy Anadolu’sunun sosyal olaylarına, “Devrim Kronolojisi”ne, bu yazının izin verdiği sınırlar içinde kaba çizgileriyle, göz atarsak:
· 1204 -1225 Ahî Evren Şeyh Nasirü’d Din Mahmud’un Kayseri esnafı arasında Ahî örgütünü oluşturması.
· 1240 Babaî’lerin Selçuklu Aristokrat yönetimine başkaldırması, Selçukluların Baba İlyas’ı idamı üzerine galeyana gelip Konya’ya yönelen Babaîlerin, Kırşehir Malya ovasında önünü keserek, çoluk-çocuk demeden katletmeleri.
· 1243 Baycu Noyan komutasındaki Moğolların Kösedağ’da Selçukluları yenerek bütün Anadolu’yu ele geçirişi.
· 1243 Kayseri Savunması. Kültür Tarihinde ilk kez, bir kent halkının tanrı vekili saydığı sultanının teslim olmasından sonra kendi kentini, yalnızca “kendi kenti (vatanı)” olduğu için savunması. Bu savunmada kentlerini savunan Kayseri Ahîlerinin karşısında Moğollara destek veren Kalenderî’ler ve onların şeyhi Şems-i Tebrizî de vardır.[3] Sonunda Moğollar, Selçuklu Subaşısı Hacok oğlu Hüsamü’d Din’in Kayseri’lilere ihaneti ve Moğollara yol göstermesi ile kente girerler.
· 1244 Şems’in Moğolların ardından Selçuklu Başkenti Konya’ya gelişi.
· 1247 Şems’in Ahîler ve Moğol karşıtları tarafından öldürülmesi. (Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud ile Mevlânâ’nın oğlu Alaü’d Din Çelebi’nin de bu olaya karıştıklarını düşündürecek güçlü veriler vardır[4]).
· 1247 Bu olay üzerine Nasirü’d Din Mahmud ve Alaü’d Din Çelebi Konya’dan Kırşehir’e göçüşü (Bundan sonra Ahîlik Kırşehir’den yönetilir).
· 1261 Nasirü’d Din Mahmud ve Alâü’d Din Çelebi’nin bir ay tutulması gecesi, Moğol yanlısı Selçuklu Emîri Nuru’d Din Caca tarafından bir gece baskınıyla öldürülmesi (Ahî Evren bu sırada 90 yaşındadır. Mevlânâ, oğlu Alâü’d Din Çelebi’nin Konya’ya getirilen cenazesi için cenaze namazı kıldırmayı reddetmiştir).
· 1265 Ankara’nın, Ankara’lı Ahîlerin eline düşmesi; 100 yıla yakın süreyle “Kul”luk düzeni (Aristokrasi) olmadan bir devletin yönetilme denemesi.
· 1273 Mevlânâ’nın ölümü.
· 1299 Osmanlı Devleti’ni, Anadolu Ahîleri (Ahiyân-ı Rûm), Anadolu Gazîleri (Gaziyân-ı Rûm), Anadolu Abdalları (Abdalân-ı Rûm), Anadolu Bacıları (Bacıyân-ı Rûm) ile Bizans Aristokrasisi karşısında kendi “birey”liklerini elde etme çabası içinde olan Anadolu Rumlarının elbirliğiyle kurması.
Bu yapının içerisinde Mevlânâ Celalu’d Din Rûmî 1244’de Şems’in Konya’ya gelmesiyle etkin olmaya başlar ve Moğollardan yana, Anadolu Devriminın karşısına çıkarak durdurma çabasına girer.
Moğol işgali altındaki Anadolu’da Moğolların halkın mallarını gasbetmesini doğallaştırmaya çalışır:
“Birisi, gece-gündüz canım da, gönlüm de tapınızda hizmet etmede; fakat Moğollar'la uğraşmaktan, onların işleriyle oyalanmaktan vakit bulup da tapınıza gelemiyorum dedi.
Mevlânâ buyurdu ki:
Bu işler de Tanrı işi; çünkü Müslümanların emin olmalarına, aman bulmalarına sebep olmada. Onların gönülleri olsun da birkaç Müslüman, emniyet içinde ibadete koyulsun diye kendinizi, malınızla, bedeninizle feda ettiniz. Şu halde bu da hayırlı bir iştir. Ulu Tanrı madem ki böyle bir hayırlı işe meyil vermiş, ona aşırı rağbet göstermeniz Tanrı yardımına mazhar oluşunuza delildir.” (“Fîhi Mâfih” Mevlânâ; Çev: Abdülbakî Gölpınarlı)
İmam Gazali’nin görüşlerini, günün koşullarına uygun hale getirmeye çalışır. Toplumsal “birey”leşme gereksemelerini “kul”luğun sınırları içinde kalarak karşılamaya çalışır. Bütün evren’in tanrısallaştığı, Tanrının maddeyi de kapsadığı Vahdet-i Vücud görüşünün karşısında, Tanrısallığın yalnızca insan tarafından kavranabildiği görüşünü yerleştirmeye çalışır. Tasavvufun insan ruhunun tanrıyı bütün evrende aramak üzere yola düşmesi gerektiği (Seyr-i Sülûk-i Âfâki) görüşüne karşı, tanrıyı arama yolculuğunun yalnızca insanda olması gerektiği (Seyr-i Sülûk-i Enfusî) görüşünün savunucusudur. Böylece maddi evren, bilimin evreni, insan ilgisinin dışında kalacaktır.
Hace Bektaş’ın “Makalat”ında, insanlaşma sürecini ve insanlaştırma eğitimini anlattığı dört kapı kuramını[5] toplumsal ve gelişkin kültürel gereksemeleri karşıladığı için dışlayamaz, ama kısaca ve sığlaştırarak alır.[6]
Mesnevi’de geçen hemen bütün öyküler, 13. yy Anadolu Devrimi yanlılarını kötülemek için, komik duruma düşürmek için anlatılmıştır.
Bir düşmanını “yılan”, “ejder”, “Ahî”, “cuha[7]”, “muhannes/alçak, korkak, namert, eşcinsel” diyerek kötülemekte, onun yaşamına ilişkin kimi kötüleyici “öykü”ler anlatmaktadır. Adını anmaz, yalnızca “Cuha” der.
Sözgelimi, Mesnevi, II.Cilt, 3116-3124. satırlarındaki[8] öykünün adı, “Babasının cenazesi önünde ağlayan çocuk ve Cuha’nın hikâyesi” başlığını taşıyor. Öykü özetle şöyle:
“Hey baba... Seni nereye götürüyorlar?.. Daracık bir eve gidiyorsun. İçinde ne kilim ne hasır var!.. Gece, lamba yok!.. Gündüz aş yok, ekmek yok!.. Ne dam var, ne eşik, ne komşu!..” Cuha, “Vallahi onu bizim eve götürüyorlar” der.Mesnevi V.Cilt, 3325-3335. satırlarında da Cuha’nın kadın kılığında kadınlar meclisine girmesi ve edep dışı
“Baksana bizim evi tarif ediyor!..”
davranışlarda bulunması anlatılmaktadır.
Mesnevi VI.Cilt 4449-4519 satırlarda Cuha’nın karısının Kadı ile arasında geçen gizli aşk serüveni komik bir dille anlatılmaktadır.
Mesnevi V.Cilt, 3409-3419. satırlarda ise bu kez “adamın biri” diye anlatılır, evine yarım okka (bir okka 1283 gr.) et getirmiş. Ancak akşam yemeğinde eti göremeyince karısına sormuş. Karısı “kedi yedi” deyince de tutmuş kediyi tartmış. Kedi yarım okka gelince, “Bu, kediyse et nerde; etse kedi nerde?..” diye sormuş...
Halkın ağzında günümüze değin gelen Nasrettin Hoca’nın, Mevlânâ’nın düşmanı Şeyh Nasîrü'd Din Ebü'l Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî, yani Ahî Evren olduğu açıkça anlaşılıyor.
Peki, ne oluyor da Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî’nin aşağılamak için yaşantısını abartarak komik duruma düşürmeye çalıştığı Ahî Evren, önce Hace Nasiru’d Din, günümüzde de Nasrettin Hoca olarak dünya gülmece tarihindeki inanılmaz yerini alıyor?
Mevlânâ ile Ahî Evren, Şeyh Nasîrü'd Din’in arasında var olan temel ayrılık sınıfsaldır. Ahîler üretici esnaftır, “kul”luk düzeninin yoksullarıdır, aşağılanan bir kesimdir. Mevlânâ bu yüzden alaylı bir dille “Cuha” diyerek Şeyh Nasîrü'd Din’in evinin yoksulluğunu alaya almaktadır.
Bu kadarla kalsa iyi; Mesnevi’nin bir başka yerinde (IV. Cilt, s:261-277), Onun “pis”liği ile alay eder. Bilindiği gibi Ahî Evren, Debbağlar pîridir, debbağ’dır. Günümüze adı “tabak” olarak gelmiş olan dericilik mesleği, son derece kötü kokan işliklerde yapılır. Aşağılamak için Mevlânâ, bunu anımsatarak, yolu yanlışlıkla attarlar çarşısına girmiş olan “debbağ”ın alışık olmadığı misk ve ıtır kokularından dolayı düşüp bayıldığını ve tanıyan biri çıkıp köpek pisliği koklatıncaya değin ayıltılamadığını anlatarak alaya alır.
Ahî Evren’in tasavvuf düşüncesi, Allah’ı evrenin her parçasında, her maddesinde arayan bir dünya görüşü geliştirmiştir (Seyr-i Sülûk-i Âfâkî / Ruhun Nesnel yolu). Bu nedenle de maddeyi dışlamaz, dünyevîdir. Oysa Şems’in ve Mevlânâ’nın geliştirdikleri tasavvuf(!?) düşüncesine göre, Allah, yalnızca insanın “kendi beni”nde olabilir. İnsan ancak kendi içine dönerek ona ulaşabilir (Seyr-i Sülûk-i Enfusî / Ruhun Öznel yolu).
Baba İlyas ve ardılları Hace Bektaş, Taptuk Emre, Yunus Emre, Şeyh Nasîrü'd Din Mahmud, birinci yolu seçmiş olan sûfîlerdir. Bu ayırım, 13. yy Anadolu Devriminin temel dünya görüşünü oluşturacak, daha sonra Anadolu Sûfiliğini, yani Bektaşiliği ve bir Türkmen inanç-toplum dizgesi olarak da Aleviliği ortaya çıkaracaktır.
Mevlânâ, son (VI.)cildin başında, Mesnevi’de, kötülerle mücadele etme amacını anlatmaktadır. Bu, Anadolu’da 13.yy’da ortaya çıkan ve daha sonra “uluslaşma”yı hazırlayacak olan Türkmencilik akımıyla verdiği savaşımdır.
Mevlânâ Celâlü’d Din Rûmî’nin önderlik ettiği karşıdevrim süreci, Osmanlı’nın kuruluşunu oluşturan 13. yy Anadolu Devrimi çizgisini[9] sürdüren “gaziyân” egemenliğinden[10] sonra, 1. Murad’dan başlayarak yeniden canlanacak, tırmanmaya başlayacaktır. Güçlendikçe Anadolu Devriminin savunucuları, kendi devrimlerini savunmaya çalışır. Yıldırım Bayezid zamanındaki Ahî başkaldırısı, Çelebi Mehmed’in iktidarına karşı duran Şeyh Bedreddin ile müridleri Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa kalkışmalarını Anadolu Devriminin kendini savunması olarak görmek gerekir.
Sultan İkinci Mehmed (Fatih), karşıdevrimi iktidara taşır. Şah İsmail’in 13. yy Devrimini yeniden iktidara getirmek için savaşması da Çaldıran’da Yavuz Selim’e karşı yenilgiyle sona erer. Kanuni Sultan Süleyman’a karşı yapılan Celâlî kalkışmaları (Köroğlu da bir Celâlî’dir), bölgesel kalır.
13. yy Anadolu Devrimi’nin önü, Aristokrat karşıdevrim ile böyle kesilir. Selçuklu-Bizans aristokrasisi, enerjisini 13.yy Devrimi’nden almış olan Osmanlı içinde yeniden doğar, kuruluşunda “birey/insan”ı ölçüt almanın dizgesini oluşturmaya çalışan Osmanlı Devletini, “kul” temelli imparatorluğa geri dönüştürür.
Böylece Mevleviliği, 20.yy Kemalist Burjuva Devrimi’nin “birey” düzenini egemen kılmasına değin, “kul”luk düzeni içindeki Osmanlı sarayının destekçisi ve baş inanç dizgesi olarak görüyoruz.
[1] BİLİM VE GELECEK dergisinde “13.yy Anadolu’sunda devrim ve karşı-devrim / Mevlânâ Hangi Sınıfın Adamı?” başlığıyla yayınlanmıştır. Eylül 2007 / Sayı:43, s:32
[2] 1)”Ahi Evren, Tasavvufi Düşüncenin Esasları” Prof.Dr Mikâil Bayram, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 165, Ankara 1995 / Bu kitabın içinde Ahı Evren’in bütün kitaplarının listesi ve bulundukları yerler ile “Tabsiratü’l Mübtedi ve Tezkiretü’l Mintehi” adlı kitabının tam çevirisi yer almaktadır.
2) “Metâli’ü’l Îman / İmanın Boyutları” Ahi Evren, Tercüme, İnceleme ve Araştırma: Prof.Dr Mikâil Bayram, Damla Ofset Matbaacılık A.Ş.
3) “El Mürâselât / Yazışmalar” Ahî Evren – Sadru’d Din Konevi yazışmaları. Çev: Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2002 / Bu kitap, “Sadreddin Konevî ile Nasireddin Tûsi arasındaki Yazışmalar” başlığıyla sunulmuştur. Oysa Prof.Dr. Mikâil Bayram, yukarıda sözü geçen “Tasavvufi Düşüncenin Esasları” başlıklı kitabının 65. sayfasında, bu yazışmaların Nasireddin Tusi ile değil, Nasiru’d Din Mahmud, yani Ahi Evren ile yapıldığını, tarihsel kanıtları ile göstermektedir.
[3] Bkz: Bayram, Mikâil Prof.Dr. “Selçuklu Döneminde Kalenderi-Ahi Çatışması” Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı:17, Temmuz 2005, s:36
[4] Bkz: Bayram, Mikâil Prof.Dr, “Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahî Evren-Mevlânâ Mücadelesi”, 1. Baskı Konya, 2005
[5] Tuncer, Ömer, “Bir Derdim Var Bin Dermana Değişmem” / Bilim ve Gelecek Dergisi; Sayı:36, Şubat 2007, s:46
[6] Mesnevi 5. Cild önsöz
[7] Soytarı
[8] Mevlânâ’nın “Mesnevi”sinin satır sayıları M.E.B. Şark İslam Klasikleri dizisinden, 5 ciltlik Abdülbaki Gölpınarlı’nın gözden geçirmesiyle yayınlanmış Velet İzbudak çevirisinden alınmıştır.
[9] Tuncer, Ömer “Kuruluştan Kurtuluşa” / Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı:24, Şubat 2006, s:33
[10] “Osman Gazi” ve “Orhan Gazi” “gazi” sanları bile “Gaziyân-ı Rûm”dan olduklarını, yani 13.yy Anadolu Devrimi’nin parçası olduklarını göstermektedir. Kaldı ki Orhan Gazi’nin öldüğünde bir kiliseye gömülmüş olması, “birey”leşme çabası içinde olan Bizans’lı Hıristiyanların bu devrimdeki içten birlikteliklerinin kanıtıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder