20 Mayıs 2008 Salı

Doğu Ütopyaları üzerine...

Resim:Mehmet Siyahkalem


Ender Helvacıoğlu ile yazışmalar

Cumartesi, Mayıs 29, 2004 11:47

Sevgili Omer Tuncer,

Oteden beri dusundugum bir dosya vardir: Dogu Utopyalari. Utopya dedigimiz zaman hep Batili yazarlar ve dusunurler akla gelir. Onlardan once bir tek Platon’un Devlet’i sayilir. Peki eski Dogu toplumlari hic mi utopya yaratamadi? Islam dusunce ve edebiyat tarihinde utopya olarak nitelendirilebilecek eserler yok mu? Ornegin Ibn Tufeyl’in Hay Bin Yakzan’i... Belki vardir da, hic bu acidan bakilmamistir. Bir ara Farabi’nin degisik eserleri oldugunu duymustum. Binbir Gece Masallari bu acidan incelenebilir mi? Aslinda Tevrat ve Kuran'daki cennet kavrami basli basina buyuk bir utopya olarak degenlendirilebilir mi? Dogu tarihinde cok buyuk halk ayaklanmalari ve bunlarin birer dusunur olarak nitelendirilebilecek liderleri var. Ornegin Seyh Bedreddin, Babek, Babailer vb. Hasan Sabbah’in dusuncelerine bu acidan yaklasilabilir mi? Hint ve Cin hakkinda ne kadar bilgi sahibisin, bilmiyorum, ama bu koklu uygarliklarda utopya olarak degerlendirilebilecek eserler yok mudur? Bu konuda hic dusundun mu, bilgin var mi? Veya konuyu bilen baska adlar var mi? Boyle bir inceleme cok esasli bir kapak olurdu. Ne dersin? Mesajini bekliyorum.

Sevgiler.

Pazar, Mayıs 30, 2004 5:26

Sevgili Ender,

Ben de doğrusu bu konuyu hiç düşünmemiştim. Şimdi saydıklarına baktığımda neden olmasın diye düşünüyorum. Bedreddin’in bize Börklüce aracılığıyla geldiği söylenen, ama hiçbir yerde yazılı bir orijinali bulunmayan düşüncelerine ütopya denilebilir gibi geliyor. Ancak bu denli dolaylı, dolambaçlı gelen bir bilgi için net şeyler söylemek ne denli olanaklı, bilemiyorum.

“Cennet” için aynı şeyi söyleyebilir miyim, bilmiyorum. O, bir ütopya olmaktan çok, sanırım bir armağan olarak kullanılmış. Doğal olarak da “olanaklı olmayan” bir mekan, Oysa ütopyalar, hep “umut”un yarattığı yerler. Cennet , daha öncesiyle Mısırlıların ölümden sonraki huzur ülkesi. Yani yine hazır bir olgu: “Zaten öyle”… Olasılıkla Musa onu alıp “armağan” haline getiriyor.

Zaten Cennet’e ütopya dersek Cehennem’e de karşı ütopya ya da korku ütopyası dememiz gerekir.

Ütopyalar, genellikle Renaissance’ın yarattığı birey kültürünün ürünleri. Renaissance öncesi insan “kul” olduğu için sahip tarafından verilen armağanlar ve cezalar söz konusu gibi geliyor bana. Oysa Ütopya, insanların “birey” olduktan sonra kendileri için yaratabileceği, mutluluk veren bir toplumsal düzen anlamını taşımıyor mu?

Hasan Sabbah’ın Sahte Cennet’i de bana kalırsa yine hazır bir armağan.

Binbir Gece Masalları için ne diyebilirim, bilmiyorum. “Umut”tan çok “fantazi” duygusunun ağırlıkla devrede olduğu ürünler sanki…

İbn Tufeyl üzerine bir kitap elimin altında, ona bakabilirim.

Farabi’nin ütopya denebilecek nesi olduğunu pek bilmiyorum, ama çok olanaklıdır. Çünkü Doğu Renaissance’ı Batı’dan çok önce başlamıştır. Farabi, İbn Sina, Ömer Hayyam, Dahası sanırım Hasan Sabbah bile Doğu Renaissance’ını başlatan insanlardır. Daha sonra Anadolu, 13.yy devrimini bu insanların düşüncelerini daha da sistematikleştirerek gerçekleştirdi, tabii çeşitli yansımaları oldu. Tasavvuf da bu yansımalardan biridir. Bir yerde Renaissance varsa ütopyanın olmaması için bir neden yoktur. Doğaldır ki Doğu kültürü “ütopya” kavramı açısından incelenebilir. Ancak yine doğaldır ki buradaki büyük şanssızlık, Sünni kaynaklar dışındaki kaynakların çevrilmemiş olması, ve bütün birinci el kaynakların Arapça ve Farsça bilenler tarafından incelenmesi gereğidir.

Ben yapamam, çünkü, Anadolu’dan öncesini bildiğim söylenemez. Üstelik bu dilleri de bilmem.

Başkaları yapabilir mi? İsterse Mikâil Hoca yapar, ama ister mi onu bilmiyorum, sormak gerekir.

Sevgili Ender,

Aslına bakarsan Doğu-Batı ayırımını doğru bulmuyorum, “Renaissance Doğu’dan başlamıştır” demek ve Anadolu’daki sistemleştirilme, dahası Haçlı şövalyeler eliyle ve Osmanlı Devleti denenmesi ile Batıya taşınmıştır demek daha doğru olur. Bu açıdan bakılırsa, “Doğu” demek yerine “Renaissance öncesi ütopyalar”, ya da “hazırlık ütopyaları” demek belki de daha doğru olur.

Derginin düşünce politikasının da “Doğu-Batı yok, tek gelişim çizgisi içinde tek dünya, tek kültür” olması, bana çok daha uygun gelir tabii. Bugüne değin yapılmış ve yapılmakta olan ve oldukça ayırımcı olduğunu düşündüğüm bir yanlışı ortadan kaldırma savaşımı da verilmeye başlanılmış olur. Sıkı tartışma açar ve sıkı da sonuçları olur bence… Günümüz politikaları açısından evrensellik ve enternasyonalizme de çok uygun olur. Üstelik insan aklının kesikli algılama hastalığını ve şu sıralarda tartışılması pek moda olan “ben ve öteki” kavramlarını da “çözmüş”, yani “aşmış” oluruz. “Çözmek” duragan/statik, “aşmak” devingen/dinamik bir edimdir. Bitirmek için çözersin, oysa aşmak, ardından yeni aşmaları çağırır. Statik aklın kültürü bize aristokratlardan gelmedir. Bir türlü ulaşamadığımız dinamik akıl ve kültürünü Burjuvalar yaratmış olmalıydı. Renaissance ile denediler, olmadı; bugün, bu açıdan bakıldığında Aristokrat kültür hâlâ baskındır. Dinler de bu yüzden bir türlü bitmiyor.

Gördün mü bak, bir ucundan tuttun, çağrıştırdıklarına bak…

Dönersek; “ütopya”nın bulunduğu yer, “birey”in umutlarının bulunduğu yerdir. Bu umutları yerine getirmek için elini bağlayanlardan kurtulma savaşımıdır ütopyalarla verilen. Belki de kendine yeni yandaşlar bulma, çoğalma çabasıdır. Ölçütleri böyle koyarsan neyin ütopya olup neyin olmadığı çok daha “iyi” ortaya çıkar. Bu bağlamda da Osmanlı’nun kuruluşundaki uygulama ile Bedreddin’in bu uygulamanın geri dönmesine karşı verdiği savaşım, çok daha iyi anlaşılabilir. Üstelik Börklüce’nin aktardıklarından anladığımıza göre, Osmanlı’nın kuruluşundaki uygulamayı desteklemekle kalmamış, üzerine yeni umutlar eklemiş ve bunların savaşımını vermiştir.

Bütün sorun ana kaynaklarda…

Bulmak ve okumak gerekiyor.

Bedreddin’in el altındaki kitapları bile daha okunmadı biliyorsun…

Umutsuzluğa mı düşmeli?

Sevgiler,

Ömer.



Pazar, Mayıs 30, 2004 11:13

Sevgili arkadaşlar,

Doğu Ütopyaları meselesine somut olarak girmeden önce sanırım Avrupamerkezcilik tartışması yapmak gerek. Ütopya tarihçilerinin ütopya eserleri listesini yaparken ilk sıraya Platon’un “Devlet”ini koymaları ve yaklaşık iki bin yıl atladıktan sonra Thomas More’un “Utopia”sı ile devam etmeleri, bana her zaman, Avrupamerkezcilerin uygarlık gelişimini Antik Yunan-Batı çizgisiyle tanımlamalarını anımsatmıştır. Bilindiği gibi bunlara göre, iki “mucize” Antik Yunan ve Batı uygarlıkları arasında kalan Ortaçağ Doğu Uygarlığı sadece bir köprü işlevi görmüştür ve özgün bir değeri yoktur. Antik Yunan öncesine ise (Mezopotamya, Mısır, Hitit vb) hasbelkader uygarlık derler. Hint ve Çin Uygarlıkları ise kendi içlerine kapalı ve dünyaya mal olamamış toplumlardır. Biz bu Avrupamerkezci tarih tezini eski Bilim ve Ütopya’da her dönemi ve doruk isimlerini tek tek ele alarak çürüttük. Tabii bunu Antik Yunan ve Batı Uygarlıklarının muazzam katkılarını yok saymadan, yani tersinden bir hataya, bir Doğumerkezciliğe düşmeden yaptık.

Suyun başını tutmuş olan Batı’nın (daha doğrusu kapitalist-emperyalist sistemin) ideologları tanımı kendilerine göre yaparlar ve geri kalanları bu tanıma uzaklık/yakınlıklarına göre değerlendirirler. Bir “bilim”, “sanat” tanımı yaparlar ve bu tanıma göre sahiplendikleri tarih çizgisinin dışında kalan toplumlarda ne bilim vardır ne de sanat, ne de felsefe vb. Güncel bir örnek verelim: Onlara göre gelişmişliğin ve refahın kıstasları vardır; kişi başına düşen otomobil, televizyon vb. sayısı örneğin. Otomobil ve tv sayısı ne kadar yükselirse o kadar gelişmiş ve refah içinde sayılırız. Siz bir de bu refah kıstasını sabah ve akşam saatlerinde yola düşen İstanbul’lulara sorun!

Ömer Tuncer, uygarlığın bir bütün olduğunu, Doğu-Batı, Kuzey-Güney diye ayırılmaması gerektiğini söylüyor. Çok doğru. Ama bu ayrımı yapanlar en başta Avrupamerkezcilerdir. Uygarlık ırmağı bir bütündür, tüm kazanımlar insanlığın ortak mirasıdır. Ve tarihin her dönemi ve her coğrafyası kendi koşullarında değerlendirilmelidir.

Ütopya kavramını da bu bakış açısıyla sorgulamamız gerekir. Ömer Tuncer şöyle yazmış: “Ütopya, insanların ‘birey’ olduktan sonra kendileri için yaratabileceği, mutluluk veren bir toplumsal düzen”dir. Ve eklemiş: “Renaissance öncesi insan ‘kul’ olduğu için sahip tarafından verilen armağanlar ve cezalar söz konusu gibi geliyor bana.” Genel olarak doğru, kalın çizgileri göz önüne alırsak doğru. Fakat tarihe kopuşlar-süreklilikler diyalektiği ile bakmak gerek. Rönesans ve sonraları Aydınlanma bir kopuştur ama, bu atılım bir mucize eseri doğmamıştır, arka planında yaklaşık 500 yıl süren bir çeviri dönemi yaşamıştır Batı. Ve çevrilen eserler de Ortaçağ Doğu Uygarlığının birikimidir. Antik Yunan birikimi de Ortaçağ Doğu Uygarlığı imbiğinde damıtılarak Batı’ya aktarılmıştır. Bu birikim olmasaydı ne Rönesans olurdu ne de Aydınlanma. Kopernik’ler, Leonardo’lar, Machiavelli’ler, Galilei’ler, Newton’lar, Biruni’lerin, İbni Rüşt’lerin, İbni Haldun’ların, Farabi’lerin omuzlarına basarak yükselebilmişlerdir. Tabii ki bu ikinci gruptakiler, birincilere göre daha geridirler, bizim bugün anladığımız anlamda bir bilim ve felsefe yapmamaktadırlar, ama bundan daha doğal ne olabilir... Doğu’da ütopya aranacaksa bu bakış açısıyla aranmalıdır. Nasıl ki orada bir Galilei bulamıyorsak, bir More da bulamayabiliriz. Ama bir Biruni, bir İbni Haldun bulabiliriz. Kaldı ki, Tuncer’in de çok iyi bildiği ve 13. yüzyıl Anadolu’sunu incelerken ortaya çıkardığı gibi, Doğu toplumlarının tarihi bu bey-kul sistemine isyanların tarihi olarak da incelenebilir. Nasıl Rönesans ütopyaları Avrupa aristokrasisine bir isyanın sonucu ortaya çıkmışsa, söz konusu isyan geleneği de Doğu’da ütopyalar ortaya çıkarmış olabilir. Rönesans ütopyaları kadar rafine değillerdir, gelişmiş değillerdir; ama onları kendi koşullarında, insanlığın o zamanki gelişmişlik düzeyine göre değerlendirmek gerekir.

Aslında bugün andığımız büyük bilimsel devrimlerin yaratıcıları da o kadar rafine ve temiz değillerdi. Büyük Newton’un yeni bir evren anlayışını ortaya koyduğu “Mathematica Principia”sının yarısından çoğunun astrolojiye ayrıldığını biliyor muyuz? Veya birçok ünlü ismin papaz ve koyu birer Hıristiyan olduklarını... İnsanlık hazinesinin başında bir süzgeç vardır, işe yarar olanlar hazine sandığına düşer, yaramayanlar yukarda kalır. “Principia”nın yarısından çoğunu oluşturan astrolojik saçmalıklar atılmıştır, anılmazlar bile, onun değeri içerdiği evren yasalarıdır. Ortaçağ Doğu bilginlerinin eserlerine baktığımızda da -süzgeçte daha fazla şeyin kaldığını görsek de- sanırım hazine sandığının içine düşecek pek çok şey de bulabiliriz.

Konumuza gelelim. Pek fazla bilgi sahibi değilim, dolayısıyla fikir jimnastiği yapacağım ve bazı sorular ortaya atacağım. İbni Tufeyl’in Hay Bin Yakzan’ı, ada romanlarının (robinsonadların) öncülü sayılır. Thomas More da bu türün en güzel örneklerinden birini yaratmıştır aslında. Ada simgesi, çoğu ütopyanın çıkış noktası olmuştur. Hay Bin Yakzan, bence ütopya bakış açısıyla incelenmeli. Ayrıca, Hay Bin Yakzan’lar Ortaçağ Doğu’sunda bir gelenektir. İbni Sina’nın da günümüze ulaşan bir Hay Bin Yakzan’ı vardır. Tufeyl, Sina’dan esinlenmiştir. Onlardan sonra Şehabeddin Sühreverdi adlı bir Doğu filozofu da benzer bir eser yazmış, adı da “El-Gurbetül Garbiye”. Son olarak İbni Nefs’in de benzer bir eseri olduğu söylenir: Er-Risalüt’l Kamiliye. Bütün bu eserleri ütopyacılık açısından incelemek gerekir; tabii More veya Campanella’daki rafineliği, berraklığı ve gelişmişliği beklemeden. Belki bunlara “ön-üt opya” diyebiliriz. Veya Tuncer’in önerdiği gibi “hazırlık ütopyaları”.

Farabi de Ortaçağ Doğu’sunun doruk bir ismi olduğu gibi çok ünlü bir Platon yorumcusudur. Platon’un Devlet’i üzerine birçok ünlü şerh yazmış. Prof. Mehmet Dağ’ın bir makalesinden okuduğum kadarıyla “Kitab es-Siyaset el-Medeniyye” adlı bir eseri var. Kent (Medine, toplum da diyebiliriz) türleri inceleniyor. Erdemli Kent, Bilisiz Kent, Fasık Kent, Değişmiş Kent gibi türleri sayıyor ve niteliklerini, sistemlerini uzun uzun anlatıyor. Her bir kenti de alt türlere ayırmış. Örneğin bu eser konumuz açısından incelenmeli. Platon’un Devlet’i ütopya sayılıyor da, Farabi’nin Kent Türleri neden ütopya sayılmasın? Farabi’nin benzer konularda daha birçok eseri var. Aslında o dönemlerde siyaset-ahlak-toplum üzerine yazan çoğu düşünüre (İbni Sina, İbni Rüşt, İbni Haldun vb.) bu açıdan bakmak gerek.

Cennet kavramına gelirsek... Kıvılcımlı, Muhammed’in cennetinin, tefeci-bezirgan çürümüşlüğünün bulunmadığı eski komün toplumuna bir özlem olduğunu ve müminlere vaat edildiğini söylüyor. Tuncer’in dediği gibi cennet bir “armağan” belki ama, bu armağan mücadele edilmeden kazanılmıyor. İyi bir Müslüman olacaksınız, İslam için mücadele edeceksiniz, kurallara uyacaksınız, ancak o zaman cennete gidersiniz. Bence dinlerdeki cennet kavramı (tabii cehennem kavramı da) ütopya bakış açısıyla incelenmeye değer. Düşündüğümüz bir dosya da “Cennet ve Cehennemin Sosyo-Ekonomik Yapısı” idi. Burada resmen bir ütopya sunulmuştur bence. Sistematik açıdan More’un Ütopya’sından çok da farklı olduğunu sanmıyorum. Ama dediğim gibi, bunlar fikir jimnastiği...

Son olarak: Tuncer’in de dediği gibi büyük halk ayaklanmalarının aynı zamanda birer düşünür de olan liderlerinin yazdıkları bu açıdan en büyük kaynaklarımız olabilir. Ömer Tuncer, 13. yüzyıl Anadolu düşünürlerinin ve eylemcilerinin düşüncelerini bu açıdan inceleyebilir. Ankara Devleti ve ilk Osmanlı nereden baksan ütopik birer girişim gibi. Batı’da da bu tür büyük köylü ayaklanmaları ütopik düşünceler yaratmış, hatta pratiği de zorlamıştır (Münzer Komünü gibi).

Son olarak dedik ama...: Hint ve Çin’i hiç bilmiyorum, ama ülkemizde çok iyi uzmanları var. Böyle köklü uygarlıkların yarattığı muazzam külliyat içinde de mücevherler bulunabilir. Çinli komutan Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”nı, Hintli vezir Kautilya’nın “Arthaşastra”sını, Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün “Siyasetname”sini inceleyip Machiavelli’nin ustalarını ortaya çıkarmamış mıydık? Bence More’un, Campanella’nın, hatta Platon’un ustaları da bulunabilir o uygarlıklarda.

Toparlarsak, Avrupamerkezci bakış açısından sıyrılarak, her eserin ve pratiğin kendi döneminin koşulları ve sınırlılıklarını göz önüne alarak incelersek Doğu’da (hadi Rönesans öncesi diyelim) zengin bir ütopya hazinesi bulabiliriz gibi geliyor. En azından araştırmaya değer. Birkaç mücevher bulursak fena mı olur? Ne güzel bir katkı olur. Bir bakarsın gelecek yılın Ütopyalar Toplantısı’nın konusu “Doğu Ütopyaları” olur. Gelin tartışmayı geliştirelim.

Ender Helvacıoğlu


Sevgili Arkadaşlar,

Ütopyalar sorununun tartışılması hoş. Eğer, metinlerdeki ütopya “kırıntı”larını toplayarak bakmak istersek Sevgili Ender’in söylediklerine tarihte, eskiden yeniye doğru Atlantis, Mu Kıt’ası, Beyaz Zambaklar Ülkesi gibi kimi düşsel, kimi özgünlük özentisi, kimi de kendi ülkesine yönelik propaganda kokan metinleri de incelemeye almak gerekir. Kaldı ki bunların içinden Koca bir okyanus’a da adını vermiş ve insanlığın hayallerini de çok kışkırtmış olan “Atlantis”in zaten alınması gerektiği kanısındayım.

Ölçüt koymalıyız önerimi yinelemek istiyorum. Neler alınmalı, neler alınmamalıdır?

Benim geçen kez yazdığım kısa not, ölçüt koymayı öneren bir mesajdı ve bir örnek ölçüt denemesiydi.


Pazar, Mayıs 30, 2004 11:13

Sevgili arkadaşlar,

Doğu Ütopyaları meselesine somut olarak girmeden önce sanırım Avrupamerkezcilik tartışması yapmak gerek. Ütopya tarihçilerinin
ütopya eserleri listesini yaparken ilk sıraya Platon’un “Devlet”ini

[ÖT] Avrupa merkezcilik tartışmasının yapılması gerektiğine doğrusu ben de katılıyor, bunu daha da genişleterek Batı merkezcilik biçimine dönüştürmemiz gerektiğini, yani Amerika’yı dışta bırakmış izleniminden kurtulmanın gerektiğini düşünüyorum.

Yine buna bağlı olarak düşünülmesi gereken konulardan biri de, antik Ege uygarlığının kalıtına Batılılar tarafından tam olarak sahip çıkılmış olmasının, İslam kökenli kültürlerin ulusçu yaklaşımlarla son birkaç yüzyıldır Antik uygarlığı yadsıma sonucunu doğurduğu, ve böylece Batılıların “bizimdir” tuzağına düştüklerini ve “tamam sizindir” sonucunu doğurduğunu görmek sorunudur. Oysa Hıristiyan ağırlıklı kültürle Müslüman ağırlıklı kültür arasında biçim ayrılıkları dışında ciddi bir ayrılık olmadığını, her ikisinin özdeş Aristokrat içerikler taşıdığını, üstelik Renaissance’a değin Doğu’da böyle bir ayrılığın da olmadığını tartışmak gerekir.

13.yy’da şu bizim Yunus’da çok rahat Calinus olarak Galinus’u, Bükrat olarak Hippokrates’i, Sokrat olarak Sokrates’i Eflatun olarak Platon’u bulabilir, kendi kültür köklerinde olduğunu söylediğini görebilirsiniz. Osmanlı da Hem Hıristiyanlığı hem de Museviliği dışlamamış, bunları hak dinler ve neredeyse kendi ümmetinin değişikleri saymıştır. Bu yüzden de Hıristiyan teb’ayla Osmanlı arasında yüzyıllar boyunca sorun yaşanmamış, Avrupa’da başı derde giren Museviler de Osmanlı’ya davet edilerek kurtarılmıştır.

Ancak bu durum, Osmanlı’nın hiç ayırım yapmadığı, kendisinden saymadığı kimsenin olmadığı anlamına gelmez. 13.yy devrimine karşı, ve kurucu ataları da o kültürden geliyor olmalarına karşın, karşı-devrim süreci içinde Türkmen-Alevi kırımını en şiddetle ve acımasızlıkla yürütmüş olan da aynı Osmanlı’dır, Yezidiler, Mecusiler gibi toplulukları da Türkmen-Alevilerle birlikte “zındık” ve “mülhid” diyerek (bu konuda Ahmet Yaşar Ocak’ın çok güzel bir kitabı vardır) ve kendi toplumunun içinde kozalarına hapsederek “tehlikesiz” kılmaya çalışan da aynı Osmanlı’dır.

Yani ilginçtir, Antik kültür için Batılının “bizimdir”, Doğulunun da “peki sizindir” dediği zaman, Avrupa Renaisance’ı sonrasıdır, bu ayrışma Doğu’yu, kendine yeni kültür kökenleri aramaya itmiştir. Özellikle Türk ulusunun yaratılmasına önem verilen son yüzyılda ortaya çıkan Güneş-Dil Kuramı gibi çabaların altında da bu temel psikolojinin önemle etkili olduğunu düşünüyorum.

Önerim, bu psikolojinin açığa çıkarılması ve Doğulu-Batılı demeden, Türk-Yunanlı demeden aynı kültür kökenlerinden gelinmekte olduğunun, bunun bir evrensel süreç olduğunun altının kalın çizgilerle çizilmesidir.

Bizans ardılı olarak gelen Ortodoks Hıristiyanlıkta, Ermenilikte Orta Asya Şaman, Arap-Fars İslam kültürlerinin ne denli karışık olduğu bugüne değin araştırılmış, dahası her iki taraftan da buna yanaşılmış mıdır? Bugünkü sentezlerde her kültürün payı olduğu, ayırımların yapay olduğu hipotez alınarak doğru ve objektif bir araştırma yapılmış mıdır?

Bence arkeolojik yaklaşımla, bu konudaki “yüzey buluntuları” son derece ilginç bilgilerin ipuçlarını göstermekte, Yunus’daki Antik Dünya izleri gibi Batı kültüründe de Avicenna, İbn Rüşt etkileri, hele hele kimsenin yadsımadığı Antik Dünya ürünlerinin Batı dillerine Arapçadan çevrilmiş olduğu bilgileri açıktan görünmektedir. Doğru bir araştırma ile bunların altından koca koca “gerçek”lerin çıkacağı kanısındayım. Bu ayırımda, Batı’da Renaissance sonrası doğal süreci içinde ortaya çıkan “birey/ben” merkezci duygunun etkin olduğunu, Doğu’da ise Osmanlı-Fatih kültürel karşıdevriminin bu duyguyu anlama yetisine sahip olmadığını, bu yüzden de tuzağa düşülmesinde önemli bir payı olduğunu düşünüyorum.

Bu kanılara bağlı olarak “ütopyalar” sorununu ele aldığımızda, ütopyaları da “batı” ve “doğu” olarak ele almanın, dahası adlandırmanın, hele hele Renaissance ütopyalarını “tam”, ya da hadi daha vurgulu söyleyeyim, “olgun”, onların temelini oluşturacağı düşünülenleri ise Doğu Ütopyası olarak almanın aynı tuzakta debelenmeyi sürdürmek olacağını açıkça düşünüyorum.

koymaları ve yaklaşık iki bin yıl atladıktan sonra Thomas More’un “Utopia”sı ile devam etmeleri, bana her zaman, Avrupamerkezcilerin uygarlık gelişimini Antik Yunan-Batı çizgisiyle tanımlamalarını anımsatmıştır. Bilindiği gibi bunlara göre, iki “mucize” Antik Yunan ve Batı uygarlıkları arasında kalan Ortaçağ Doğu Uygarlığı sadece bir köprü işlevi görmüştür ve özgün bir değeri yoktur. Antik Yunan öncesine ise (Mezopotamya, Mısır, Hitit vb) hasbelkader uygarlık derler. Hint ve Çin Uygarlıkları ise kendi içlerine kapalı ve dünyaya mal olamamış toplumlardır. Biz bu Avrupamerkezci tarih tezini eski Bilim ve Ütopya’da her dönemi ve doruk isimlerini tek tek ele alarak çürüttük. Tabii bunu Antik Yunan ve Batı Uygarlıklarının muazzam katkılarını yok saymadan, yani tersinden bir hataya, bir Doğumerkezciliğe düşmeden yaptık.

Suyun başını tutmuş olan Batı’nın (daha doğrusu kapitalist-emperyalist sistemin) ideologları tanımı kendilerine göre yaparlar ve geri kalanları bu tanıma uzaklık/yakınlıklarına göre değerlendirirler. Bir “bilim”, “sanat” tanımı yaparlar ve bu tanıma göre sahiplendikleri tarih çizgisinin dışında kalan toplumlarda ne bilim vardır ne de sanat, ne de felsefe vb. Güncel bir örnek verelim: Onlara göre gelişmişliğin ve refahın kıstasları vardır; kişi başına düşen otomobil, televizyon vb. sayısı örneğin. Otomobil ve tv sayısı ne kadar yükselirse o kadar gelişmiş ve refah içinde sayılırız. Siz bir de bu refah kıstasını sabah ve akşam saatlerinde yola düşen İstanbul’lulara sorun!

Ömer Tuncer, uygarlığın bir bütün olduğunu, Doğu-Batı, Kuzey-Güney diye ayırılmaması gerektiğini söylüyor. Çok doğru. Ama bu ayrımı yapanlar en başta Avrupamerkezcilerdir. Uygarlık ırmağı bir bütündür, tüm kazanımlar insanlığın ortak mirasıdır. Ve tarihin her dönemi ve her coğrafyası kendi koşullarında değerlendirilmelidir.

[ÖT] Onların bu ayırımı yapıyor olmasının yanlışlığını düşünüyor, ama aynı yanlışlığı sürdürerek “Doğu” kavramını kapak konusu yapacak denli öne çekiyorsak biz de aynı yanlışlığın içindeyiz demek değil midir? Bu adlandırma, onların adlandırması değil midir?
Burada bir sorun daha var: “onlar” sorunu… Kim bu “onlar”? Ve buna bağlı olarak: Kim bu “biz”?.. Onlar, hangi nitelikleriyle “onlar”?, Biz, hangi niteliklerimizle “biz”iz… Gerçekten bunu çok iyi tanımlamak gerekir. Bunu yapmadığımız sürece ayırdına varmadan onların “onlar” ve “biz” tanımlarını kullanmış oluruz.

Bana göre onlar “Batılı olan”lar değildir. Biz de “Doğulu olan”lar değiliz!..

Burada yine onlar tarafından yapılan şiddetli bir hedef şaşırtması var!..

Onlar, insanlığın, Batı, Doğu, Güney, Kuzay, Avrupa, Asya, Amerika vb. merkezci, ama mutlaka kendilerinin bulunduğu merkezde bulunan bir “merkezci” olarak görülmesini çıkarlarına uygun bulanlardır. Burjuva kültürü, iyice öne çektiği “ben” kavramıyla bu yapıyı yine doğal süreci içinde ortaya çıkarmıştır. Bu “ben” dünya yüzünde burjuva kültürüyle yaşamakta olan herhangi bir “ben”dir. Ekonomik yapıda da bu “ben” sermaye sahipleri, hadi daha soyut, ama kullanışlı biçimde söyleyeyim, “sermaye kültürünün yönlendirdiği ben”dir.

İşte bugün bizim “Batı”, ya da “Avrupa” gibi kavramlarla anlatmaya çalıştığımız “ben”ler bu “ben”lerdir.

Bunlar yalnız Batı’da ya da Avrupa’da değil, dünyanın her yanında “var”dır. “Batı” ve “Avrupa” ise şu anda egemenliği eline geçirmiş olan “ben”lerdir.

Yarışmacı yapıları içinde öteki “ben”leri görmememiz için önümüze duran yine onlardır. Çünkü başka “ben”lerin değil egemenliğini, “ben”liğinin varlığını bile istemezler. Bunun için de tek kültüre dayanamazlar. Bunun için de Avrupalı ya da Batılı batılı olmayan “ben”lerin “ben” olmaya bile hakları yoktur. Onlar yalnız “sen”, “onlar”, “Doğulu”lar, “Afrikalı”lar vb olabilirler, buna hakları olabilir.

Biz eğer kendimizi onların koyduğu yere koyar da evrene oradan bakarsak o tuzaktan çıkamayız. Biz, “biz” olarak yeni bir bakış açısı, yeni bir mantık oluşturmak zorundayız. Bunun için de yeni keşiflere gerek yoktur: Biz, “ben”lere karşı “biz olan”larız. Yeryüzünde nerde olursak olalım, hangi bölgede, hangi alanda, hangi grubun içinde olursak olalım, biz ne Doğuluyuz, ne Batılıyız, ne Afrikalıyız ne de Amerikalıyız ama hem Doğuluyuz, hem Batılıyız, hem Afrikalıyız hem de Amerikalıyız!..

Yaratmamız gereken kültür budur: “Ben”den yana yarışmacı birey kültürü yerine “biz”den yana dayanışmacı kitle kültürü…

Geleceğin kültürü budur… Zamanla zorluklar aşılacak, ayrıntılar yaratılacaktır.

Neyse, bizim konumuz, Ütopyalar konusunda “Doğu” kavramının kullanılıp kullanılmaması sorunuydu…

Ütopya kavramını da bu bakış açısıyla sorgulamamız gerekir. Ömer Tuncer şöyle yazmış: “Ütopya, insanların ‘birey’ olduktan sonra kendileri için yaratabileceği, mutluluk veren bir toplumsal düzen”dir. Ve eklemiş: “Renaissance öncesi insan ‘kul’ olduğu için sahip tarafından verilen armağanlar ve cezalar söz konusu gibi geliyor bana.” Genel olarak doğru, kalın çizgileri göz önüne alırsak doğru. Fakat tarihe kopuşlar-süreklilikler diyalektiği ile bakmak gerek.

Rönesans ve sonraları Aydınlanma bir kopuştur ama, bu atılım bir mucize eseri doğmamıştır, arka planında yaklaşık 500 yıl süren bir çeviri dönemi yaşamıştır Batı. Ve çevrilen eserler de Ortaçağ Doğu Uygarlığının birikimidir.

Antik Yunan birikimi de Ortaçağ Doğu Uygarlığı imbiğinde damıtılarak Batı’ya
aktarılmıştır.

[ÖT] Aynı kanıdayım, diyalektikte ”kopuş” görünen “akış”ın iki boyutlu bir yüzeyden görünmesidir. Sevgili Ender’in söylediği “arka plan” konunun üçüncü boyutudur. Yani biz “akış”a üç boyutlu bir ortamdan bakarsak diyalektik helezonunun arka tarafını da görürüz. Yoksa aynı helezon mürekkebe batırılıp iki boyutlu kağıt üzerine yatırılırsa birbirini izleyen ama bağımsız izler görünecektir yalnızca. Arka plan, bu nedenle üçüncü boyuttadır ve birbirine sımsıkı bağlı, dahası bağımlıdır. Buraya değin çok doğru.

Ancak çevrilen yapıtların Arapça’dan ya da Farsça’dan çevrilmiş olması gerçeğine bakarken bu dillerin Doğu dilleri olduğu gerçeğinden başka bir şeyi görmez, ya da incelemelerimizde yalnızca bu özelliği öne çekersek, yeni bir “ben” yaratma çabasına girmiş oluruz. Yani mantığımız o beğenmediğimiz Avrupamerkezciler ya da Batımerkezciler gibi işlemekte, ama içini “Doğu” ile -hadi söyleyeyim- ya da Avrasya ile doldurmaya çalışmamız anlamına gelir. Bu da Doğumerkezcilik, ya da Avrasyamerkezcilik demektir ve girdiğimiz savaşım da Batılı “ben”ler yerine Doğulu “ben”leri, ya Avrupalı “ben”ler yerine Avrasyalı “ben”leri geçirme savaşımıdır.

Mantık, yine aynı mantık!..

Ne dersiniz, yapmalı mıyız?

olmasaydı ne Rönesans olurdu ne de Aydınlanma. Kopernik’ler, Leonardo’lar,
Machiavelli’ler, Galilei’ler, Newton’lar, Biruni’lerin, İbni Rüşt’lerin, İbni Haldun’ların, Farabi’lerin omuzlarına basarak yükselebilmişlerdir. Tabii ki bu
ikinci gruptakiler, birincilere göre daha geridirler, bizim bugün anladığımız
anlamda bir bilim ve felsefe yapmamaktadırlar, ama bundan daha doğal ne
olabilir... Doğu’da ütopya aranacaksa bu bakış açısıyla aranmalıdır. Nasıl ki
orada bir Galilei bulamıyorsak, bir More da bulamayabiliriz.

Ama bir Biruni, bir İbni Haldun bulabiliriz. Kaldı ki, Tuncer’in de çok iyi bildiği ve 13. yüzyıl Anadolu’sunu incelerken ortaya çıkardığı gibi, Doğu toplumlarının tarihi bu bey-kul sistemine isyanların tarihi olarak da incelenebilir. Nasıl Rönesans ütopyaları Avrupa aristokrasisine bir isyanın sonucu ortaya çıkmışsa, söz konusu isyan geleneği de Doğu’da ütopyalar ortaya çıkarmış olabilir. Rönesans ütopyaları kadar rafine değillerdir, gelişmiş değillerdir; ama onları kendi koşullarında, insanlığın o zamanki gelişmişlik düzeyine göre değerlendirmek gerekir.

[ÖT] Buna “isyan” demek ne denli doğru olur? “İsyan” yalnızca sonuç… Gereksemelerin doğurduğu yeni bir kültürün soluk almak için burnunu suyun yüzüne çıkarma savaşımı… Temel olan o yeni kültürü gerekseten gerekçeler değil mi? Bu doğruysa, doğaldır ki isyanların tarihiyle insanlık tarihi anlatılabilir. Ama burada gene helezonun iki boyutlu izinden başkasına bakmamış olmaz mıyız?

1240 yılında Anadolu’da her şeyi başlatan Babailer isyanını yalnızca bir “isyan” olarak görmek başka şeydir, onun bir Türkmen isyanı olduğu yüzey buluntusundan hareketle, “ulus toplumlarına geçilmemiş olduğuna göre kavim/budun olma özellikleri 13.yy’da isyanı gerektirecek özellikler değildir, burada başka bir şeyler var mıdır?” diye kazmayı sürdürmek başka şeydir. Yine helezonun kağıt üzerine bıraktığı iz yerine arkadaki bağları ancak üç boyutlu bir ortamda görebiliriz.

Bence helezonun halkalarından hiçbiri birbirinden “aşağı” değildir, daha geride de değildir. Mitolojik evrenden madde evrenine geçen kültürü yaratan Thales olmadan ne kuramsal fizik olabilirdi, doğaldır ki ne de Einstein!.. Thales ile Einstein arasında önlük, arkalık, ilerilik, gerilik, gelişmişlik, az gelişmişlik gibi sorunlardan söz edilmemelidir. Enine değil, olsa olsa tarih içinde boyuna bir dayanışmadan söz edilebilir. Kuramsal fiziği, ya da hadi pozitif bilimi var etmek için Thales mutlak gerekliydi ve insanlık onu doğurdu.

Thales bir teorik fizikçi olmasına karşın Einstein niteliklerinde bir teorik fizikçi olarak dünyaya gelemezdi ve gelmemiştir, bunu aralarında bir hiyerarşik öncelik olarak görmek yanlış olur. Bu tür hiyerarşileri “kul kültürü”nden aldığı kalıtla yaratan “ben kültürü”dür. Dayanışma kültüründe bu hiyerarşinin ortadan kalkması gerekmektedir.

Dolayısıyla gelişmişlik-gelişmiş olmama, rafinelik-rafine olmama gibi ayırımlar yerine bizim teorik fiziği insanlığın tek bir teorik fiziği olarak görmemiz, Thales’i de Einstein’i da buna el verenler olarak nitelememiz gerekir. Yani her şeyde olduğu gibi Teorik Fizik de insanlığın bir dayanışma hareketiyle yaratılmıştır. Sanırım temel olan da buna bölüm bölüm imza atanlardan çok dayanışmanın kendisidir.

Aslında bugün andığımız büyük bilimsel devrimlerin yaratıcıları da o kadar
rafine ve temiz değillerdi. Büyük Newton’un yeni bir evren anlayışını ortaya
koyduğu “Mathematica Principia”sının yarısından çoğunun astrolojiye ayrıldığını biliyor muyuz? Veya birçok ünlü ismin papaz ve koyu birer Hıristiyan
olduklarını... İnsanlık hazinesinin başında bir süzgeç vardır, işe yarar olanlar
hazine sandığına düşer, yaramayanlar yukarda kalır.

“Principia”nın yarısından çoğunu oluşturan astrolojik saçmalıklar atılmıştır,
anılmazlar bile, onun değeri içerdiği evren yasalarıdır. Ortaçağ Doğu
bilginlerinin eserlerine baktığımızda da -süzgeçte daha fazla şeyin kaldığını
görsek de- sanırım hazine sandığının içine düşecek pek çok şey de
bulabiliriz.

[ÖT] Bu konuda bir bilgi aktarmak istiyorum: kendi çağında Thales, aynı zamanda döneminde “Yedi Bilge” denilen bilgelerden biridir ve ahlâk üzerine söyledikleri de bilinir.

Bilindiği gibi Thales’in yıkılmasına neden olacak hareketi başlattığı mitolojik kültür, bir yanıyla insanları doğru yola yönlendirmeyi amaçlayan bir arınma –katharsis- sürecini de şiddetle içerir, bu nedenle de bugünün camileri gibi en küçük yerleşim merkezinde bile mitolojik tragedyalarla arınmayı sağlamak üzere mutlaka bir tiyatro vardır.

Bu durum, Thales’i “kirli” olarak nitelememizi gerektirmez. Thales her şeyiyle Thales’tir, o yedi bilgelerden biridir, Mısır’da herkesin hayretli bakışları arasında binyıllardır yapılamayan bir şeyi yapmış, gölgesinin boyundan piramitlerin boyunu ölçmüştür, “maddenin özü nedir? sorusunu sormuş, pozitif bilimi başlatmıştır. Bizim bunların tümünü bilmememiz bir şey değiştirmez, Thales hepsiyle birlikte Thales’tir.

Konumuza gelelim. Pek fazla bilgi sahibi değilim, dolayısıyla fikir jimnastiği
yapacağım ve bazı sorular ortaya atacağım. İbni Tufeyl’in Hay Bin Yakzan’ı, ada
romanlarının (robinsonadların) öncülü sayılır. Thomas More da bu türün en güzel örneklerinden birini yaratmıştır aslında. Ada simgesi, çoğu ütopyanın çıkış
noktası olmuştur. Hay Bin Yakzan, bence ütopya bakış açısıyla incelenmeli.

Ayrıca, Hay Bin Yakzan’lar Ortaçağ Doğu’sunda bir gelenektir. İbni Sina’nın da
günümüze ulaşan bir Hay Bin Yakzan’ı vardır. Tufeyl, Sina’dan esinlenmiştir.
Onlardan sonra Şehabeddin Sühreverdi adlı bir Doğu filozofu da benzer bir eser
yazmış, adı da “El-Gurbetül Garbiye”. Son olarak İbni Nefs’in de benzer bir
eseri olduğu söylenir: Er-Risalüt’l Kamiliye. Bütün bu eserleri ütopyacılık
açısından incelemek gerekir; tabii More veya Campanella’daki rafineliği,
berraklığı ve gelişmişliği beklemeden. Belki bunlara “ön-ütopya” diyebiliriz.
Veya Tuncer’in önerdiği gibi “hazırlık ütopyaları”.

[ÖT] Sühreverdi el-Maktul’un Hace Bektaş öncesi Anadolu Tasavvufunda yol ayırımını yapan mutasavvıf olduğunu da söylemeliyim. Yanlış anımsamıyorsam 1190'lı yıllarda öldürülmüştür ve Anadolu devriminin temelinde bulunan ve Mevlana’nın tasavvuf anlayışına karşı olan “Seyr-i Sülûk-i Afakî / Ruhun dışsal yolculuğu” tasavvuf yolunu açan insan olması gerekiyor. Sühreverdi yeterince incelenmemiştir. Ayrıntılı incelenmeye gerek vardır.

Farabi de Ortaçağ Doğu’sunun doruk bir ismi olduğu gibi çok ünlü bir Platon
yorumcusudur. Platon’un Devlet’i üzerine birçok ünlü şerh yazmış. Prof. Mehmet Dağ’ın bir makalesinden okuduğum kadarıyla “Kitab es-Siyaset el-Medeniyye” adlı bir eseri var. Kent (Medine, toplum da diyebiliriz) türleri inceleniyor. Erdemli Kent, Bilisiz Kent, Fasık Kent, Değişmiş Kent gibi türleri sayıyor ve niteliklerini, sistemlerini uzun uzun anlatıyor. Her bir kenti de alt türlere ayırmış. Örneğin bu eser konumuz açısından incelenmeli. Platon’un Devlet’i ütopya sayılıyor da, Farabi’nin Kent Türleri neden ütopya sayılmasın? Farabi’nin benzer konularda daha birçok eseri var. Aslında o dönemlerde siyaset-ahlak-toplum üzerine yazan çoğu düşünüre (İbni Sina, İbni Rüşt, İbni Haldun vb.) bu açıdan bakmak gerek.

Cennet kavramına gelirsek... Kıvılcımlı, Muhammed’in cennetinin, tefeci-bezirgan çürümüşlüğünün bulunmadığı eski komün toplumuna bir özlem olduğunu ve müminlere vaat edildiğini söylüyor. Tuncer’in dediği gibi cennet bir “armağan” belki ama, bu armağan mücadele edilmeden kazanılmıyor. İyi bir Müslüman olacaksınız, İslam için mücadele edeceksiniz, kurallara uyacaksınız, ancak o zaman cennete gidersiniz. Bence dinlerdeki cennet kavramı (tabii cehennem kavramı da) ütopya bakış açısıyla incelenmeye değer. Düşündüğümüz bir dosya da “Cennet ve Cehennemin Sosyo-Ekonomik Yapısı” idi.

Burada resmen bir ütopya sunulmuştur bence. Sistematik açıdan More’un
Ütopya’sından çok da farklı olduğunu sanmıyorum. Ama dediğim gibi, bunlar fikir jimnastiği...

[ÖT] Bu noktada Rahmetli Kıvılcımlı’ya katılma olanağım yoktur. Muhammed Müslümanlığı bizzat kendisi, bir tüccar dini olarak oluşturmuştur. Bu da Kur’an’ın pek çok yerinde belli olur. Kur’an’ın ahlakı, bir aristokrat ahlak olmaktan çok bir tecim ahlağı değil midir? Aristokratlaşması, kendinden önceki dinlere benzetmeyle olmuştur. Bu nedenle Cennet, insanların doğal ve toplumsal açlıklarını, dahası ihtiraslarını bile doyuracak özelliklere sahiptir… Dünyadaki tecim düzenini bozmaması için yasaklanan hiç bir şey Cennet’te yasak değildir. Doyurucu mal, hırsızlık gerekmeyecek denli boldur, içki nehirlerden akar, cinsel yasakların tümü kalkmıştır, o denli ki gılman denilen genç oğlanlarla eşcinsel cinsel ilişki bile serbesttir.

Bence durum, komün toplumuna bir özenme olmaktan çok, Kıvılcımlı’nın deyimiyle bezirganların getirdiği yasaklamalara uymaları koşuluyla insanlara bu yasaklardan kurtulacakları bir yapı vaadediliyor. Amaç, dünya yüzündeki bezirgân düzeninin korunmasından başka nedir ki? (Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, Hıristiyan ve Museviliğe karşı tutumu da aslında Aristokrasiye karşı bir tutum olarak yorumlanmalıdır. Ancak toplum bir bezirgan -yani burjuva- düzenine henüz hazır olmadığı için Müslümanlık da Hıristiyanlık ve Musevilikten aldığı toplumsal yapılarla birleşip Aristokrat bir yapıya dönüşür.)

Son olarak: Tuncer’in de dediği gibi büyük halk ayaklanmalarının aynı zamanda
birer düşünür de olan liderlerinin yazdıkları bu açıdan en büyük kaynaklarımız
olabilir. Ömer Tuncer, 13. yüzyıl Anadolu düşünürlerinin ve eylemcilerinin
düşüncelerini bu açıdan inceleyebilir. Ankara Devleti ve ilk Osmanlı nereden
baksan ütopik birer girişim gibi. Batı’da da bu tür büyük köylü ayaklanmaları
ütopik düşünceler yaratmış, hatta pratiği de zorlamıştır (Münzer Komünü gibi).

[ÖT] Daha çok sanırım Sovyet Dervrimi’ne benziyor. Yani kültür olgunlaşmadan toplumsal düzeni kurma çabası… Doğaldır ki henûz gücünü yitirmemiş olan bir önceki kültür, karşı devrim için hazırlanacak ve saldıracaktır. Bütün ilk devrimler erkencidir ve mutlaka karşı devrimlerle geri döndürülürler… Bu anlamda eğer Osmanlı’ya “ütopik” bir yapılanma diyeceksek Sovyet Devrimine de aynı ölçütlerle “ütopik” diyebiliriz. Her ikisi de kendi koşullarına uygun olarak karşı devrimlerle önü kesilmiş devrimlerdir.

Ütopik düşünceler Ankara devletinde hiç yok. Gerçi bu konuda kaynak da yok. Dahası böyle bir devletin varlığı bile tartışmalı. Ancak 1350’li yılların sonuna doğru, Osmanlı’nın Ankara’ya doğru ilerleyişi ile Ahilerin kenti savaşsız olarak teslim ettikleri gibi bir bilgi var. O kadar. Gerisini biraz da tarihçiler dolduruyor. Ama şunu kolaylıkla çıkartabiliyoruz ki, Ankara bir mücadele ile ele geçirilmemiş, Ahi örgütünün olduğu yerde açılan bir yönetim boşluğunu Ahi örgütünün doldurmasıyla ortaya çıkmıştır. Yani ütopik duyguların potansiyelini taşımamaktadır. Taşıyamazdı, çünkü, içinde yaşanılan Aristokrat kültüre göre yönetim erki, yalnızca kan bağıyla tanrıya –ya da hiç değilse peygambere- değin geri gitmesi gereken bir bağlantıya gerekseme duyardı. Bu nedenle de 100 yıla yakın Ahilerin elinde kalmasına karşın ne bir büyüme, ne bir değişme, ne de herhangi bir hareketlenme görülmüştür!.. Kendilerine en yakın, en güvenilir devlet olarak ilk gelen Osmanlı’ya da kenti elleriyle teslim ederler…

Anadolu’da Osmanlı’nın kurulmasıyla sona eren kısa bir ütopik özlem dönemi varlığı belli oluyor. Kaynak eksikliği burada da söz konusu. Ahi Evren’in ölümünden Osmanlı’nın kuruluşuna değin 1261-1299 ortalık oldukça karanlık. Bu yüzden Osmanlı’nın Kuruluşuna ilişkin bilgi ve veri açısından da şiddetli yoksulluk içindeyiz. Bunca büyük boşlukları doldurmaksa bizi büyük yanılgılara sürükleme potansiyeli taşıyor (Osmanlı’nın kuruluşunda Osman’ın kayınpederi olan Ahi Edebali’nin bu dönemden önce nasıl ortaya çıktığı, dahası Ahi olup olmadığı bile -tek kaynaklı bir bilgi olması nedeniyle- kuşkuludur).

Son olarak dedik ama...: Hint ve Çin’i hiç bilmiyorum, ama ülkemizde çok iyi
uzmanları var. Böyle köklü uygarlıkların yarattığı muazzam külliyat içinde de
mücevherler bulunabilir. Çinli komutan Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”nı, Hintli
vezir Kautilya’nın “Arthaşastra”sını, Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün
“Siyasetname”sini inceleyip Machiavelli’nin ustalarını ortaya çıkarmamış mıydık?
Bence More’un, Campanella’nın, hatta Platon’un ustaları da bulunabilir
uygarlıklarda.

Toparlarsak, Avrupamerkezci bakış açısından sıyrılarak, her eserin ve pratiğin kendi döneminin koşulları ve sınırlılıklarını göz önüne alarak incelersek Doğu’da (hadi Rönesans öncesi diyelim) zengin bir ütopya hazinesi bulabiliriz gibi geliyor. En azından araştırmaya değer. Birkaç mücevher bulursak fena mı olur? Ne güzel bir katkı olur. Bir bakarsın gelecek yılın Ütopyalar Toplantısı’nın konusu “Doğu Ütopyaları” olur. Gelin tartışmayı geliştirelim.

Ender Helvacıoğlu

[ÖT] Genel olarak ve yeniden: Her türlü “Doğu” ve “Batı” kavramının kullanılmasını şiddetle sakıncalı bulduğumu özet olarak söylemek istiyorum. Tek bir insanlık kültürünün aşamaları, geçişleri ve birlikte yaratımın ürünlerine bakış olarak değerlendirmeye alınmalıdır diyorum.

Geleceğin kültürünü kurma konusunda çabalara katkı olarak!..

Sevgiler,

Ömer Tuncer.

Hiç yorum yok: