Arap dünyasında baskıcı rejimlere başkaldırılar
ve…
“Devrim” kavramının yozlaştırılması üzerine…(1)
“Gerçek nerede bir yerde?!.”
Nedir bu “devrim”? Çarşıdan alınır mı pazarda satılır mı? Üstünkörü her
halk hareketi “devrim” midir?
Herkesin ağzında bir “devrim”, bir “devrim”!..
“Tunus Devrimi”
“Mısır Devrimi”
“Libya Devrimi”
Yemen’de, Suriye’de, Ürdün’de de “devrim” sırada…
Ardından bakarsın İran’da da bir “devrim” gelebilir!..
Alla alla… Zaten daha birkaç on yıl önce İran’da bir “devrim” olmamış
mıydı?!.
Anlaşılan, “iyi saatte olsunlar” yine bir şeyler karıştırıyor!
3 Nisan ve 10 Nisan 2011 Pazar günleri, NTV kanalında üç kocaman kültür
adamı, Murat Belge, Gündüz Vassaf ve Şeref Mardin “devrim” kavramını ikişerden
dört saat tartıştı mı, yoksa birlikte mi düşündüler; aradılar taradılar, “devrim”in
ne olduğunu bir türlü bulamadılar.
Alla alla…
Özellikle biri ünlü altmışsekiz kuşağının hemen ardından Türkiyeli
devrimcilerden bir bölümü için kuramsal önder bile sayılmıyor muydu?!.
Bu kavram, Marxist Sosyoloji’nin en temel kavramı değil miydi?!.
“Devrim”, bir sosyal sınıfın bir önceki sosyal sınıftan iktidarı ele
geçirmesi süreci değil miydi?!.
İlk devrim, Aristokrasinin yıkılıp Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi ile
ortaya çıkan kültürel, ekonomik ve sosyal süreçle oluşmamış mıydı?!.
İlk hareketler, insanevladının “kul”luktan kurtulup “birey”leşme sürecinin
başlaması ile kültür tarihi içindeki yerini almamış mıydı?
Doğu kültüründe, Hallac-ı Mansur’un tanrının “birey”liğini ele geçirme savaşımı
ile, “Enel Hakk” kavramı ile; Batı kültüründe, insanın, kralın temsil ettiği “Tanrısal
özgürlüğü” ele geçirme savaşımı ile, İngiltere’de “Magna Carta Libertatum” ile
başlamamış, dünyanın ilk meclisleri bu süreç içinde ortaya çıkmamış mıydı?!.
Ardından Anadolu’nun 13.yy’ında bireyleşme savaşımında, Koca Yunus,
“Beni bende demen bende değilem”
diye artık “bende” yani “kul” olmadığını ilk kez açıktan söylememiş miydi?
Ankara ve Osmanlı, bu hareketlerin sonucunda, Aristokrat karşıtı, ama kültürel
ve yönetsel biçimleri de henûz belli olmayan devletler olarak ortaya çıkmamış
mıydı?
Ardından Avrupa’da, Renaissance’ın, Aydınlanma’nın, bireyleşme sürecinin öncü
parçaları, hazırlayıcıları olduğu anlaşılınca Ankara ve Osmanlı’nın da bu
sürecin parçası olduğu anlaşılmamış mıydı?
ABD’nin kuruluşu, Fransız Devrimi bütün bu hazırlıkların üzerine oturmadı
mı?
Kültürel hareketlerin ana duvarı ilmik ilmik örmesine, Ekonomik ve Sosyolojik
akışın taş taş üstüne koymasına bakmadan nasıl olur da Fransız Devrimi gökten
zembille inmiş gibi, hiç bir kökü, kökeni olmadan birdenbire ortaya çıkıvermiş
gibi değerlendirilebilir?
İçiçe giren, birbirinin önünü kesen “devrim - karşıdevrim süreçleri” nasıl
olur da görülmez, değerlendirme dışı tutulabilir?
Kültür Tarihine bir
bakış
Ana çizgileriyle: üretimin üç temel elemanının, “doğa”nın, “sermaye”nin ve
“emek”in ayrı ayrı sosyal sınıfların elinde toplanması herşeyin başlangıcıdır.
Bu ayrışma süreci, işbölümünden sonra başlamış ve ilk sonuçlarını kölelik
düzeni ile vermiştir (http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html).
Biliyorum, bunlar hepimizin bildiği gerçekler. Ama uygulamalarımızda,
düşüncelerimizde bu gerçekleri gözardı ediyoruz ve insanlığın gelişmesini
yavaşlatmak için kurulan tuzaklara düşüyoruz.
Devam edeyim: kölelik düzeninin kültüre yansımış biçimi dinlerdir.
Köleliğin sürmesi için önce doğal güçlerin egemenliği kabul edilmiş ve bu
güçleri kullanma becerisi gösteren insanlar egemen sınıf olarak üretimi eline
geçirmiştir. Bu dönem, önce büyücü kırallar, sonra da mucize gösteren
peygamberler dönemidir. Doğal güçleri elinde tutanlar başkalarının efendisi,
yani Aristrokratlar’dır. Aristokratlar, önce doğal gücün, sonra da tanrının
kendisi, oğlu, vekili, peygamberi, halifesi, papası, kıralı, yeryüzündeki
gölgesi gibi sıfatlarla tanrının güçlerini kullananlardır.
Geri kalanlar “halîk (halk)”, yani yaratılmış, yani “kul”dur.
Böylece “kulluk düzeni” kurulur, kendi içinde gelişme bölümlerine ayrılarak
yaşama sürecini yürütür. Önce çok tanrılı dinler ortaya çıkar. Doğanın kimi
özellikleri tanrılara yüklenir. Aristokratlar sağlıklarında kendilerini tanrı
saydırır. Ardından tanrının oğlu, vekili gibi özellikler yüklenerek tanrısal
efendilik yetkilerini kullanmayı sürdürürler, öldükten sonra tanrılaşırlar.
Sonra peygamber kırallar gelir. İnsanların tanrı olmadığı anlaşılınca tanrının
vekili olarak kırallığı ellerinde tutmaya başlarlar. Bu yetki de zamanla ayrışır,
yönetici kırallar yetkilerini ruhbanlardan almaya başlar. Bu yüzden
Hıristiyanlıkta başlangıçta kırallık yetkisi Papalar tarafından verilir.
Günümüzde de Avrupa ülkelerinde hala kırallar din adamları tarafından taç
giydirilerek yetkilendirilmektedir.
Müslümanlıkta ise Sultanlık ile Halifelik birleştirilir ve halife sultanlar
dönemi ortaya çıkar.
Her iki durumda da önemli olan “tanrısal kan/ırk”tır. İslamiyette sultan
soylular öldürülse bile kanı akıtılmaz, tanrısal kan yere dökülmez, kementle boğularak
öldürülür. Hıristiyanlıkta bir ülkede aynı aileden gelen kıral olacak erkek
bulunmazsa başka bir ülkenin hanedanından tanrı soylu birisi kırallığa
getirilebilir ya da kıral ailesinin devamı ile görevlendirilebilir. Şimdiki
İngiltere kraliçesi II.Elizabeth’in kocası, Yunanlı prens Philip’tir. Böylece
kıraliyetin tanrısal kanı bozulmamış(!)tır.
Geri kalanlar, yönetilenler, Arapça “halîk/yaratılmışlar” yani “halk”tır. Onlar
hiçbir tanrısal yetkiye sahip olmayan “kullar”dır. “Birey” olmaları, yani
“ben”leşmeleri yasak olanlar, bunun için binyıllar boyu savaşım vermeleri gerekenlerdir!
İşte insanlık tarihinin ilk “devrim” süreci bu aşamada devreye girer.
Marxçı Sosyolojide
“Devrim” kavramı…
Nedir bu “devrim”? Çarşıdan
alınır mı? Pazarda satılır mı? Her toplumsal olaya hemen “devrim” denilebilir
mi?
Marxçı Sosyoloji, iki yüz yıla yakındır Marxçı kuramın temel taşıdır. “Devrim”
kavramı, bütün pozitif bilimlerde olduğu gibi tümevarım ile saptanmış olguların
bütününden çıkarılmış bir kavramdır. İki yüz yıldır egemen burjuva güçlerin
desteklediği bilim, Marxçı sosyolojiyi görmezden gelmekte, hiç bilinmiyor gibi davranmaktadır.
İlk “Devrim” süreci, yönetilenlerin, halkın Aristokrat yönetimlerin
kültürüne başkaldırması ile başlamıştır. Bildiğimiz ilk başkaldırı, “ben”leşebilmek
için “tanrılaşmak” zorunda kalan Hüseyin ibn Mansur el Hallaç(Hallac-ı Mansur
oğlu Hüseyin, kısaca Hallac-ı Mansur)’dan gelir. 858 yılında Tur’da doğar, 26
Mart 922’de “Enel Hakk[i]”
yani “Tanrı benim” dediği için Bağdat’ta parçalanarak öldürülür.
Bu süreç, Ömer Hayyam gibi, Farabi ve İbn Sina gibi düşünürlerden geçer,
Anadolu’nun 13. Yüzyılında düşünsel ve toplumsal olaylara neden olur ve başlangıçta
Aristokrat olmayan iki devlet doğurur. Bunlar Ankara ve Osmanlı devletleridir (bkz: Ömer Tuncer “Kuruluştan Kurtuluşa / Anadolu’da
Yeniden Doğuş” Bilim ve Gelecek dergisi 24. (Şubat
2006) sayısı, Sayfa:33-45 / http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadoluda-yeniden-dou.html).
Aynı yüzyılda, 1215 yılında, İngiltere’de “Magna Carta Libertatum” ile
Kültür Tarihinde ilk kez “özgürlük” kavramı anılmış olur. Ardından 1250’li
yıllarda Aristokratlar İngiltere’de dünyanın ilk meclisini kırala kabul
ettirirler. Kıral, buna karşılık 1290’lı yıllarda dünyanın ilk halk meclisini
kurar. Bu meclisler bugünkü Lordlar Kamarası ile Avam Kamarası’nın kuruluş
dönemini oluşturur.
Osmanlı’da 2. Mehmet’le doruğuna ulaşan ve Sultan Selim’le devrimci
güçlerin ezildiği karşı devrim sürecinden sonra Avrupa’da gelişen Renaissance
ve Dinde Reform hareketleri ve 18.yy Aydınlanması ile iyice hazır hale gelen
sosyal ortam, önce Amerika’da 1776, hemen ardından Fransa’da 1789 yıllarında
dünyadaki ilk Burjuva egemenliğindeki devletleri ortaya çıkarır.
Sürecin ekonomik yanı, hareketlendiricisidir. Birkaç ana başlıkla
söylenirse:
Osmanlı’da yeni bir toprak düzeni, “Dirlik Düzeni” kurulur (bkz:aynı yazı);
Avrupa’da Yahudi bankerler elinde sermaye birikir. Parasız kalan kırallar
Yahudi bankerlerden borç alır. Geri ödeyemeyince alacaklı bankerleri ya öldürerek
borçlarından kurtulmaya çalışır ya da Avrupa’dan sürer.
Burjuva sınıfının oluşması ve gelişmesi böyle başlar.
Marxçı sosyolojide “devrim”, bir gecede iktidarın ele geçirilmesi değil,
yüzyıllar süren uzun bir süreçtir. Bu süreçte sosyolojik, ekonomik ve kültürel gelişmeler
olur. Yeni egemen olan sosyal sınıfının iktidarı ele geçirmesini, bu sürecin,
yani devrimin “darbe”si olarak nitelemek doğru olur.
İran Devrimi(!) gerçek
bir devrim miydi?
Dünyada Burjuva kültürünün yerine oturması, devrimin tamamlanması, 20.yüzyılda
Paylaşım Savaşları’ndan sonra gerçekleşir. Bu gelişme, Ortadoğu’daki Müslüman
Sultanlıkları da etkiler. Önce Osmanlı Devletinde Lale Devri’nden (1718-1730) bu
yana Avrupa’ya öykünerek gelişmekte olan Burjuva kültürü, pek çok sallantı,
sapma geçirdikten sonra Kemalist Burjuva Devrimi ile rayına girer ve iktidara
gelir. Kültürel ve ekonomik ilişkiler “birey” ve “kâr” temelli ilişkilere dönüşme
sürecine girer.
Türkiye’de kurulma sürecine giren Demokratik Burjuva yapı, öteki Müslüman
ülkelerde kapitalist devletlerin kendi çıkarları doğrultusundaki zorlaması ile oluşturulmaya
çalışılır. Ama doğal süreci yaşanmamış olduğu için, adı yalnızca ya Cumhuriyet,
ya da Kırallık olan diktatörlüklere dönüşür. Ardından, gelişmesi önlenemeyen
“birey” ve “kâr” temelli yapının zorlamasıyla da çeşitli denetimsiz patlamalara
neden olur.
Bu patlamalar, pusuda bekleyen ümmet özlemli toplumsal gurupların yeniden
iktidara gelmesine neden olacaktır. Eski Aristokrat yapılara öykünen ümmet
toplumu kurma özlemli siyasi guruplar, artık Aristokrat kültürün gerçek
dayanaklarını bulamadıkları için yeni baskı rejimleri oluşturacaklardır.[ii]
İran Devrimi(!) bunların ilki olmuştur. Pehlevi ailesinin dünya sermaye
düzeninin desteğiyle, dönüştürdüğü ama Burjuva demokrasisine de izin vermediği
baskı düzeni, İran ümmet yapılanması tarafından devrilir, ve dinsel yapı
yeniden iktidara gelir. Ancak “kul kültürü”ne yeniden dönülemiyor olması, “birey
kültürü”nün ve “kâr ekonomisi”nin gelişmesinin önlenememesi, çeşitli sosyal
çalkantıları da birlikte getirir.
İran’da ümmet toplumundan şahlığa geçiş gibi şahlığın baskı rejiminden ümmet
toplumunun baskı rejimine dönüş de kendi başlarına “devrim” nitelemesi
verilebilecek hareketler değildir. Baskı rejimlerinin birbirine karşı yaptığı
karşıt darbelerdir. Yönetilenler, yani “halk” bu arada bir önceki yönetenin baskısından
kurtulacağı düşüncesiyle bir sonraki darbeye destek verebilir. Bu süreç, İran Şah
rejimine karşı, Marxistler ümmet rejimini destekleme hatasına düşmesine neden
olmuştur.[iii]
Oysa devrim süreci, bu akışı da kapsayacak biçimde bir yandan işlemekte,
doğal süreci içindeki gelişmesini sürdürmektedir.
Arap ülkelerindeki
hareketlere “devrim” denilebilir mi?
Tunus, Mısır ve Libya’da görülen hareketlerin de İran örneğindeki gibi
gelişme olasılığı az değildir. Yönetilenlerin desteklediği “Müslüman Kardeşler”
İran’daki Ayetullahların yerine konursa aynı senaryo yinelenecek gibi görünüyor.
Devrimci güçlerin, devrim sürecinin ayırdına varmaları ve süreci denetim
altında tutabilmeleri durumunda, bir devrim sürecinin, devrimci muhalefetin
ortaya çıkabilmesi olasılığı yok değildir.
Ortaya çıkabilecek olan yapı ise ancak Burjuva Demokratik yapısı olacaktır.
Burjuva sosyal yapısı Birleşmiş Milletler aracılığı ile ve “kâr” ekonomik
bağlamlı, “birey”i temel alan burjuva kültürel yapısı gereği, bu sürece kendi
çıkarı doğrultusunda destek vermektedir.
Afganistan ve Irak’a yapılan sermaye müdahaleleri de aynı yapının doğal
ürünüdür.
Günümüzde sermaye, kendi çıkarı gereği bir “darbeler dönemi” yönetmektedir.
Devrimci savaşım, bu krizlerin, gelişmeye ve geleceğe açık demokratik yöne
doğru evrilmesi için muhalefet politikaları üretilmesi ve uygulanması doğrultusunda
olmalıdır.
Nereden çıktı Müslüman
ülkelerde “devrim” kavramı?
İran Devrimi(!)nin olsun, Tunus, Mısır ve Libya’daki halk hareketlerinin
olsun, “devrim” olarak adlandırılması, Sermayenin kendini gerçek devrimlere
karşı koruma refleksinden gelmektedir. Yönetilenlerin muhalefet potansiyelini
soğurarak ve onların gücüyle kendi egemenliğini sürdürme çabası açıkça
gözlenmektedir.
Darbelerin, yıkılan ve yıkan,her iki yanı da sermayenin elindedir.
Yönetilenler güçlerini diktatörden yana kullanırsa sermaye de diktatörleri
desteklemekte, ümmetlerden yana kullanırsa sermaye de ümmet görünümlü
oluşumları desteklemektedir.
Kimi zaman desteklediği, özellikle dinsel yapılar, güçlendiğinde sermayeye
karşı da umarsız bir egemenlik savaşımına girmekte, ama sermaye, kendi iç
tutarlılığı doğrultusunda, savaşımı onların istediği ortamda kabul
etmemektedir. Bu durumda dinsel ümmet örgütleri umarsız denemelere girişmekte,
inanılmaz terör yollarına başvurabilmektedir. El Kaide örgütünün oluşturduğu
olaylar bu çabanın ürünüdür.
Ancak bu tutum sermayenin işine gelmekte, birey kutsallığını önceler
görünen sermaye sınıfı, bireye karşı yapılan terör hareketlerine kolayca düşman
nitelemesini koymakta ve savaş vermektedir.
Halktan, yönetilenlerden gelebilecek gerçek devrimci politikalara engel
olma isteği, sermayenin, kendi örgütlediği ya da kendi yöntemleriyle ele
geçirdiği halk hareketlerini yapay devrimlere dönüştürerek, Dünyanın denetimini
daha bir süre sürdüreceği anlaşılıyor.
Dünya Marxçıları neler olduğunu, neler yapabileceklerini tam olarak
görünceye, doğru muhalefet politikaları geliştirip uygulamaya başlayıncaya değin…
(1) Bilim ve Gelecek Dergisi Haziran 2011 tarihli 88. sayısı 92. sayfada "hafif sansürlenerek" yayınlanmıştır.
[i] Tam olarak söylediği
“Enel Hüve / ben oyum”dur. Çok basitleştirerek söylenirse: doğrudan “Ben
Tanrıyım” dememek için, ve kendi dışında bir tanrının varlığını reddetmiş
olmamak için yapılmış bir inceliktir. Daha sonra bu kültür “Enel Hakk / Tanrı
benim” düşüncesinden doğan pek çok düşünce akımını, bu arada Anadolu
Aleviliğini doğuracak ve temeline Hallac-ı Mansur’un bu düşüncesini
oturtacaktır.
[ii] Türkiye’de de Kemalist
Burjuva Devrimi ile dağılan ümmet yanlısı siyasi guruplar, Önce Demokrat
Partinin içinde örgütlenmiş, sonra da bu partinin devamı olan Adalet Partisi
içinde yaşamını sürdürmüş, Sonra çeşitli kezler kapatılmış olan Erbakan
partilerinin içinde siyasal kimlik kazanmıştır. Sekiz yıldır iktidarda bulunan
Kemalist karşıtı Adalet ve Kalkınma Partisi, çağdaş demokrasinin korumasını
kendine siper ederek ümmet kültürünü yeniden oluşturma çabasındadır. Ancak
içinde bulunduğu akışın bunu artık sağlayacak bir yapı olmadığı görülünce,
yıllardır kendisini baskı altında tutan Kemalist bürokrasinin elindeki baskı
yöntemlerini, “demokrasi” adı altında kendi eline geçirmiş ve kendi baskı aracı
olarak kullanmaya başlamıştır. Bunu karşılamanın yolu, sert bürokrat
yöntemlerle, darbelerle önünü kesmek değil, demokratik muhalefet politikaları
geliştirmek ve uygulamaktır.
[iii] Tam tamına aynı olmamakla birlikte benzer bir süreç, Türkiye’de “eski” –“dönek” mi demeliyim?- Marxistlerin “liberal”
adına bürünerek ümmetçi AKePe iktidarını desteklemesi biçiminde gelişmektedir.
Ancak AKePe iktidarı, bütün çabasına karşın, İran’da olduğu gibi “kayıtsız
koşulsuz” bir dinsel diktatörlük oluşturamadığı için ölümcül baskı rejimini de
gerçekleştirememektedir.