Fot: Dario Infini (http://fineartamerica.com/profiles/dario-infini.html)
"Müzik
Kültürü" Üzerinden,
Anadolu ve Dünya
kültüründe Burjuvalaşma ve Yozlaşma Süreci[1]
Ömer Tuncer
"Arabesk, pek çok sanat dalını kullanan öteki
"arz/sunum" alanlarında olduğu gibi, bu yapının yozlaşmış sonucudur. Türkü'nün
insanca "yanık"lığını "ezik"liğe dönüştürür. Eziklik,
yanıklığın başkaldırısını taşımaz. Caz müziğindeki, biraz da karikatürle kardeş, gülmecenin içindeki başkaldırıyı da taşımaz. "Eziklik", içinde, bu
ezikliğin kabullenilmişliğini barındırır. Karikatür sanatının ardına sığınarak
aynı anlayışın geliştirildiği Gırgır Dergisi ve ardılları ile aynı çizgide,
aynı durağanlıktadır. İçeriğinde, sözlerinde "devrimci/ilerici"
ögelerin bulunması aldatmacadan öte geçmez. "Beğeni " yerlerde
sürünmekte, izleyiciyinin "lumpen"den daha üst beğeni düzeylerine
taşınmasının önü kesilmektedir!.."
"Geleneksel Türk Sanat Müziği" denilen müziği niteliksel olarak
ikiye ayırmak doğru olur:
·
Klasik Türk Müziği - Osmanlı aristokrasisinin dinsel ve yaşamsal müziği.
·
Kendine "Türk Sanat Müziği" adını yakıştıran ticari müzik(!)...
Klasik Türk Müziği, Klasik Batı müziğinin Barok öncesine denk, sosyolojik,
kültürel, dolayısıyla sanatsal değer taşır.
Aristokrat kültürden sonra, Burjuva kültürünün Anadolu'da yarattığı ikinci
tür, "Türk Sanat Müziği" adını alan müzik, bugüne değin kültür tarihi
açısından gereğince incelenmiş değildir. "Müzik" kavramının içine
alınmamış, bir anlamda yok sayılmıştır.
Genel olarak bunlardan biri, hızını Aristokrat kültürün müziğinden alan,
onun üzerine oturan burjuva müziği, öteki burjuva ticari yapısının etkisinde
ortaya çıkan "satılabilir" ya da "satışa gelebilir"
müzik!..
Yozlaşma, ikinci yolun üzerinde oluşuyor: Yeterli kültürel alt yapıya sahip
olmayan ve yalnızca satılmak için yapılan müzik!..
Bu dönem, Osmanlı'da, Burjuva kültürünün başgöstermesiyle başlar. Yani
Osmanlı'da, Batıcı hareketlerin ilki sayılabilecek Lâle Devri'nden sonra Klasik
Türk Müziğinin içinde oluşan "Şarkı formu" ile belirlenmekte ve
dönemden etkilenen yaşama biçimine koşut, yeni bir tür, eğlence müziği
oluşmaktadır.
Bu formda, Dede Efendi gibi Klasik Türk Müziğinin değerli bestecileri bile,
öteki bestelerinin ağırlığında olmayan, oldukça hafif, şarkı formunda eğlence
müzikleri besteleyeceklerdir.. 20.yy'a yaklaştıkça, "bireysel"
burjuva yaşam biçiminin gitgide da egemen olmasıyla bu tür, yavaş yavaş
"Klasik Türk Müziği" diyebileceğimiz, Aristokrat kültürden gelen
müzikten ayrılacak, arasına "Longa"lar, "Sirto"lar gibi
orta sınıf (burjuva) Anadolu insanının eğlence müzikleri ile birleşecektir
("Fasıl" denilen ve disipline edilmemiş eğlence yorumlarının da bu
dönemde yaygınlaşmış olduğuna dikkat çekmek gerekir).
Rum ve Türk eğlence müziklerinin - dillerin karışmasından oluşan Rembetiko
(ya da Rebetiko) bu dönemde, 20.yy başlarında ortaya çıkar. İslam ilahilerinin
arasında bir tür serbest okuma sayılabilecek "Kaside"ler, ustası olan
hafızlar tarafından, lâ-dînî (din dışı) alana taşınarak "Gazel"ler
oluşturulur ve "bülbül sesli hafız" (Hafız Burhan) gibi nitelemelerle
bu dönemde günlük acıları anlatan, gözü yaşlı bir tür eğlence müziğine
dönüştürülür.
20.yy ortalarına doğru, öteki kültür alanları -söz gelimi Edebiyatta Yahya
Kemal- ile koşutluk içinde Münir Nurettin gibi, şarkı formunun klasikleri
yetişecek (ikisinin söz ve beste ortaklıkları bu durumun özel bir kanıtı
gibidir), daha sonra buna, klasik ile popüler arasındaki kültür ayırımı gözardı
edilerek "neo-klasik" adı verilecektir.
1950'li yıllarda, gazinoların gelişmesi ile eğlence müziği para getirmeye
-rant sağlamaya- başlar. Hemen ardından, 1960'dan sonra araçlara takılan ve 45'lik
çalabilen plakçalarların çıkması ile taksilerden yükselen "avazeler",
Zeki Müren'in ve yanına Halk Müziğinden Muzaffer Akgün'ün katılımıyla
doruklarına ulaşır.
İşte Arabesk denilen "ucube", bu dönemin devamı olarak ortaya
çıkar. Artık, halk müziğinin "yanık"lığı (Anadolu türküsü
bestelenmez, "yakılır") "ezik"liğe dönüşecek Arap müziğinin
tınılarına yaklaşılacak, Arabesk adını alacaktır.
Söz konusu yozlaşma, dünya burjuva kültüründe ticari müziğin yozlaştırma
süreci (popüler müzik) ile de önemli koşutluklar içermektedir. Ve bu açıdan da
ele alınmalı, incelenmelidir!
Batı Ve Doğu, İki Ayrı
Müzik Türü Sayılmalı mı?
Müzik, Batı ya da Doğu diye ikiye ayrılarak ele alınmamalıdır. Toplumların
yaşam biçimlerine göre biçimlenir. Yanyana yaşayan toplumlar birbirini etkiler,
yeni sentezler oluşur.
Kemalist dönemin, kültür üzerine, bu arada müzik üzerine etkisini, bugünden
bakarak ve bugünün değerleriyle değerlendirmek doğru olmaz. Osmanlı aristokrasisinden
kalan bürokrasi kültürü üstüne oturmuş olan Kemalist Devlet'in çalkantılı bir
dönemden geçmesi ve pek çok yanlış yapmış olması doğaldır. Her devrimden sonra,
devrim kültürünün bir yerleşme süresi vardır. 20.yy Anadolu Devrimi'nin,
dünyadaki son burjuva devrimi olması nedeniyle, bu süreç, oldukça kısa sürede
aşılmıştır. Kemalist Burjuva devriminden sonra neler yaşandığını elbette
tarihçiler ayrıntısıyla araştırmalıdır. Ama bu, dönemin akış içindeki doğru
yerinin gözetilmeden, mahkum edilmesi gerektiği ön yargısıyla yapılamaz.
Burjuva Devriminin Getirdiği
Sunum-İstem Döngüsünün, Kültür Üzerine Etkisi
Arabesk'e ve onu önceleyen yapıya bakmaya çalışırsak, Burjuva Kapitalist
yapının "daha çok tüketme" ve "kâr ederek geçim sağlama"
ölçütleriyle devinebiliyor olduğunu göz önünde tutarak, "insan"ın,
doğal, "kendiliğinden" gereksemesi olan sanatın "sunum-istem /
arz-talep" çarkları arasına sıkışıp kalmış olduğunu kolaylıkla
görebiliriz. Kuşkusuz bu yapının oluşmasında, "istem/talep"in önemli
bir payı olmakla birlikte, bunun özgür bir istem olduğu söylenemez.
Oluşmasında "istem"e karşı, onu üretilebilene yönlendirmek,
tüketimi sürekli diri tutmak, gereksemedan çok daha fazlasını tüketmesini
sağlamak üzere çeşitli Burjuva/Kapitalist mekanizmaların geliştirilmekte ve
işletilmekte olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Bu mekanizmaların geldiği, organize ilk kaynağın, Hitler'in propaganda
bakanı Göbbels'in oluşturduğu "Büyük Yalan" kuramı olduğu
unutulmamalıdır. Adı önce "reklamcılık" olmuş, şimdilerde
"halkla ilişkiler"e dönüştürülmüştür. Yani kapitalist yapı bu iş için
para dökmekte ve başarılı olmaktadır. Üstelik bu başarı, maliyetlere eklenerek,
tüketicinin, yani bizim paramızla sağlanmaktadır!.. Yöneldiği kitle ise,
durumun ayırdına varamaması için özel önlemler alınan, "örgütsüz tüketici"dir.
Dolayısıyla yalnızca bu ticari ürünlere bakarak, toplumun "doğal
kültürel yapısı"nı anlamak olanaklı değildir.
Hem gazino kültürüne, hem Arabesk'e dönersek, Karagöz'ün, "Orta Oyunu"nun,
"Kukla"nın, "Turne Tiyatroları"nın, doğal süreç içinde
gerçek gereksemeden oluşmuş "eğlence sunumu", bu kültürde yoktur. Ve
tabii Aşık Veysel'in, gerçek gereksemelere oturmuş türküsünü de bulamazsınız.
Kültürün kendi aktığı doğal yol üzerinde gelişebileceği ve gelişkin bir
kültür oluşabileceği tehlikesi, sermaye için, önünün kesilmesi gereğini
doğurmuş ve kapitalist yapı, "halkla ilişkiler"in "büyük
yalan" kuramını kullanarak, kendi hareketlendiricisi olan "kâr etme"
doğrultusunda, ön kesme ögelerini, alınır-satılır müziklerin (ve doğal ki,
bütün kültürel yapıların) içine yerleştirmeye de başlamıştır.
Hal Ashby'nin "Being There / Merhaba Dünya"sı gibi birkaç olumlu
örnek dışında bugünün komedisi, artık Charlie Chaplin'in komedisinden,
Shakespeare'in komedisinden niteliksel olarak farklıdır ve çok büyük oranda,
gerçek gereksemenin değil, kendi oluşturduğu istemin ürünüdür. İsmail Dümbüllü
komedisi ile bugünkü Cem Yılmaz komedisine yalnızca bakıvermek, aradaki nitelik
farkını açıkça ortaya koyabilecektir.
Arabesk, pek çok sanat dalını kullanan öteki "arz/sunum"
alanlarında olduğu gibi, bu yapının yozlaşmış sonucudur. Türkü'nün insanca
"yanık"lığını "ezik"liğe dönüştürür. Eziklik, yanıklığın
başkaldırısını taşımaz. Caz müziğindeki, biraz da karikatürle kardeş,
gülmecenin içindeki başkaldırıyı da taşımaz. "Eziklik", içinde, bu
ezikliğin kabullenilmişliğini barındırır. Karikatür sanatının ardına sığınarak
aynı anlayışın geliştirildiği Gırgır Dergisi ve ardılları ile aynı çizgide,
aynı durağanlıktadır. İçeriğinde, sözlerinde "devrimci/ilerici" ögelerin
bulunması aldatmacadan öteye geçmez. "Beğeni " yerlerde sürünmekte,
izleyiciyinin "lumpen"den daha üst beğeni düzeylerine taşınmasının
önü kesilmektedir!..
Oysa, geleceğin dünyasını oluşturmak için bu yapının mutlaka ve hızla
ayırdına varılması, durdurulması gerekir. Kapitalizmin "güdümlü"
sunum-istem işleyişinin ardındaki "güdüm"ü ortaya çıkarmanın zamanı
gelmiş, geçmektedir. Yok edilmeye çalışılan ve gerçek gereksemelerle oluşmuş
her türlü kültür ve sanat kanalının açık tutulması günümüz aydınının görevidir.
Dünyada burjuva devrimleriyle aristokrasiyi alaşağı ederek burjuva düzenini
oluşturmuş olan yapı, kendi çöküş sürecini yavaşlatmak için, yine kendi
oluşturduğu "birey" dünyasının zayıflıklarını kullanarak yeni ve
yapay bir "kul düzeni" oluşturmuştur. Amacı, olabildiğince uzun
yaşatmaktır, bunun için elinden geleni yapmaktır.
Kültürel ya da siyasal, her alanda geliştirilecek politikaların, yozlaşmaya
karşı savaşımı gözetmesi gerekir.
Kültürümüzde Aristokrat-Burjuva
Ayırımı
Bugüne değin yaşadığımız ve Türkiye'de Kemalist Burjuva Devrimiyle dönemini
kapattığımız Aristokrat sınıf egemenliğinin ve içinde bulunduğumuz Burjuva
egemenliğinin yola çıktığı temel kavramların yaşanan kültüre yansıması
kaçınılmazdır. Eğer kendimizi "kul" duyumsuyorsak, "efendi Tanrı"
tarafından yetkilendirilenlerin yönettiği ve "saray"dan aldığımız
"ulufe"yle geçinmeyi doğal gösteren kültürü yaşıyoruz ya da en
azından savunuyoruz demektir. Sultanın yediği domatesi biz de yetiştiriyor olsak,
efendimize karşı sorumlu olduğumuzdan yaparız. Karşılığında efendi(leri)miz,
herhangi bir şey vermek zorunda değildir. Yaşamak için gerekseme duyduğunuz
altın, akçe, para, her neyse, "lûtfedilmiş olan"dır. Aristokrat
kültür, bütünüyle bu kültürel yapının üzerine oturur. "Ekmek yediğimiz
kapı" anlayışı bu kültürün ürünüdür.
Aristokrasinin oluşturduğu toplumda, yalnız müzik değil, kültür alanlarının
hepsi Aristokrasinin kucağında büyür, başka şansı yoktur.
Ama "akış", söz gelimi Beethoven'da, bu kültüre, bireysel
başkaldırıyla yanıt verir!
Türkiye başbakanının, kendisini protesto edenleri zaman zaman "nankörlük"le
suçluyor olması da, Aristokrat kültürden günümüze sarkan anlayışın ürünüdür.
Anadolu insanının "burjuva" sınıfını son derece başarılı biçimde adlandırdığı
"sonradan görme" kavramının anlattığı gibi, toplumumuzda, devlet
yöneticisi Başbakan, Aristokratlığa özenmekte, yaptığı herşeyin kendi görevi
olduğunun, bunu yapmak zorunda olduğunun bilincinde olması gerekmesine karşın,
verdiği karşılıkları "ulufe" olarak duyumsatmaya çalışmaktadır.
Oysa bugün, demokratik toplumlarda, yöneticinin, yönetilenlerin hizmetinde
olma ve ne yapsa yeterli olmayacağının bilincinde olma görevi vardır!.[2]
Benzer pek çok örnek verilebilir...
Burjuva kültüründe, "birey" olmanın bilinci gelişmiştir. Zaten
"birey bilinci" gelişmeden Burjuva Devrimi yapma şansımız yoktur. "Özgür
olmak", "birey olma"nın verdiği haktır. Ancak o zaman
yetiştirdiğimiz domates, Cumhurbaşkanına da verilse karşılığı alınabilir.
Aldığınız, "lutuf" değil, karşılıktır ("ücret", "fiyat",
her neyse). Toplumsal yapı da, ancak, bu "karşılık"ın devindirmesiyle
yürüyebilir.
Osmanlı Klasik Müziği ve
Anadolu Halk Müziği?
Dünyanın her yerinde saray ve halk müzikleri, Aristokrat kültürün egemen
olduğu dönemden günümüze gelmiştir ve dinsel kökenlidir. "Kul"luk,
müzik ve dansdan oluşan törenlerle gösterilir.
Birey kültürünün gelişmeye başlaması ile, din dışı, "birey"i önde
tutan müzik, her iki alanda da oluşmaya başlar.
Anadolu'da ayırım çok belirgindir. Özellikle Osmanlı toplumu, iki ayrı dinsel
yapının etkisindedir. Kızılbaş Türkmen inancı (heterodoks) ve Sünni Saray inancı(ortodoks),
Osmanlı tarihi boyunca birbiri ile çatışmış iki ayrı sınıfsal kültür dizgesidir.
Aynı yapı Avrupa kültüründe de vardır. Ama Avrupa'da dinsel ayırım, Alevilik-Sünnilik
denli keskin ve birbiri ile savaşan kültürler değil, aynı anlayışın, ötekinin
yanlışlarını düzeltme savında, birbirini izleyen yapılar olarak ortaya çıktığı için,
Anadolu'daki gibi keskin çizgilerle ayrılmamıştır. Protestan'lığın ortaya
çıkmasından sonra bile her iki dinsel kültür, Aristokrat sınıfın içinde,
Katolik papalıkla Feodal beyler arasında kalmıştır. Bu dönemde halk müzikleri evrensel
müziğin içine kadar girer. Birçok örnek var. Süitlerde, çeşitli halk müziklerine
bolca rastlanır. Beethoven'in 6 numaralı Pastoral senfonisinde köylü danslarından
alıntılar vardır vb..
Sermaye (Emperyalist yöneticiler, faşistler), evrensel kültürü, yaşayarak
değil, bir yandan kendilerini "efendi" gösterebilmek için, öte yandan
da tüketimi artırmak için reklam aracı olarak, yani "sonradan görme"
edasıyla benimser[3]. Borusan'ın,
hem de oldukça kaliteli bir klasik Batı Müziği orkestrası beslemesi, Koç ve
Sabancı sermayelerinin müzeleri bu türdendir!..[4]
Türkiye Toplumunda
Kemalist Dönem ve Müzikteki Yozlaşma
Kemalist dönemin uygulamalarını hatasıyla sevabıyla anlamalıyız kuşkusuz.
Ancak onu doğru sosyolojik ve kültürel yerine oturtarak değerlendirmek
gereklidir. Yoksa yalnızca öfkelerimiz, kızgınlıklarımız, tepkilerimiz bizi
yanlışa götürür. Bugün yapılmakta olan pek çok politik yanlışın,
değerlendirmenin ve ön yargılarımızın kökeninde de bu tutum vardır.
Arabesk, 1965'den sonra Türkçe sözlü popüler müzikle aynı dönemde ortaya
çıkmıştır. Amaç, dünya pop müziği ile aynıdır: satılabilir "meta
üretimi", dolayısıyla kâr ve geçim sağlamak!.. Hepsi budur!..
Ürettiğimiz her şeyin satılabilir olmasından kurtulmanın yollarını aramamız,
burjuva uluslar (ya da "kimlik"ler) arasındaki ayırımlar nedeniyle ortaya
çıkan çatışmaları terk etmenin yollarını, politikalarını bulmamız ve geleceğe
dönük "insan" temelli yapılanmaları oluşturmak için emek vermemiz
gerekiyor. "İnsan için" oluşacak toplumları ortaya çıkarmak
zorundayız. Birbirinden ayrı "halklar" değil (bunun gerçek anlamı
"uluslar"dır), halk, yani "yönetilenler"in kendini
yönettiği toplumu oluşturmak, Aristokrat sınıfın tepemize Demokles'in kılıcı
gibi asıp gittiği "devlet" denen örgütlenme modelinden bir an önce
kurtulup kendi gereksemelerimizden yola çıkan dayanışmacı "kamu"
modelinin somutlaştırılması için çalışmak, araştırmalar yapmak, politikalar
üretmek zorundayız. Bu bağlamda "Gezi Direnişi"nden dünya kültürünün
öğreneceği çok şey vardır!
Başka bir çıkar yolumuz da yoktur.
"Sanat"ın Kültür
Ürünü olarak Ortaya Çıkışı ve Gelişimi
"Sanat" kavramının "zenaat"den ayrı olarak, ne zaman
başladığını ve insanların sanata ne zaman gerek duyduklarına bakarsak:
a) Sanat, bize değin ulaştığı kadarıyla, mağara çağında, mağara
resimlerindeki stilizasyonlarla başlamıştır. "Stilizasyon", kavramlar
dünyamızdaki karşılığını anlatmak üzere, dış dünyanın araçlarını (ses, renk,
çizgi, dans vb) kullanarak oluşturulan simgelerin yaratılmasıdır.
b) Aristokrat sınıfın bütünüyle egemen olmasından hemen önce, "bireysel
sanat"ın öncüleri denebilecek nitelikte yapıtların öncüleri ortaya çıkmıştı.
En önemli örnekleri şiirde Homeros, Sappho, tiyatroda trajedileriyle Aiskhilos, Sophokles, Euripides , komedileriyle Aristophanes, düzyazıda Herodotos,
Felsefede Sokrates öncesi Anadolulu düşünürler ("felsefe" adı daha
sonra Helenler tarafından konulacaktır); resimde Girit ve Pompei duvar
resimleri, mozaikler, yapıtları günümüze kalmamış olsa da adını bildiğimiz Kolophon'lu
Apelles, yontuda Helen Polikletes okulu, Anadolu Aphrodisias okulu gibi sanatçılar
ve akımlar gelişmişti.
c) Aristokrasinin oturması ile "birey" olan, olabilen yalnızca
"tanrı"ydı. Geri kalan herkesin kendisini "kul" saydığı bu
kültürel yapıda, yaratıların bütünü tanrı tarafından vahyedilmişti. Şiir
yalnızca kutsal kitaplardı (ünlü örneği: Kur'an'da, şairlerinin lanetlenmesidir).
O da tanrı tarafından yazılır ve vahyedilirdi. Anadolu'da 13.yy'a, Yunus
Emre'ye değin sanatta olsun, felsefede olsun, yaratıların hiç biri
imzalanmazdı. İmzalamak tanrıya özgüydü, saygısızlık, ayıp, günah sayılırdı.
İran kültüründe ise yaratıcı kendi bireysel adını kullanmaz, "tanrının
vahyini gönderdiği kul" anlamında, kendine özgü bir "mahlas"
kullanırdı. Bu gelenek daha sonra Anadolu'da toplumsallaşmakta olan "birey/ben"
kültürünü etkileyecek, başaşağı edilecek ve "imza"ya dönüştürülerek
kullanılacaktir.
d) Renaissance(yeniden doğuş)'da "yeniden doğan", işte bu "birey"
kültürüdür (bkz:http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadoluda-yeniden-dou.html).
e) Aristokrat sınıfın egemenliğinde, dâhi sanatçılar, bilim insanları,
yaşayabilmek için yaşamlarını soyluların desteğiyle geçirmek zorunda kalıyordu.
Bunun dışında yaşama şansı yoktu. Bugün, burjuva toplumlarında bilim insanları
ve sanatçıların yapıtlarını satarak geçinmek zorunda olduğu gibi... Dönemin
yapısında "birey"in zorlanması doğaldır. (bkz: http://omer-tuncer.blogspot.com/2009/01/telif-haklar-konusunda-aykr-dnceler.html)
f) Sanat yapıtlarında "isyan"ın görülmesi için "birey"
kültürünün başlamış olması gerekmiştir. Örnek olarak: Beethoven'in tek Operası
"Fidelio"nun burjuva devrimi fonunda geçen öyküsüne bakmak yeterli
olacaktır. Osmanlı'da isyan şiirleri yüzünden kellesinden olmuş Divan şairi az
değildir. Kanuni'nin, oğlu Şehzade Mustafa'yı öldürtmesi üzerine onu önder
sayan bir kadın şairin Kanuni'ye isyanı ilginçtir. Sultan'ın gözdesi Hurrem'e
"Rus Cadısı" diyecek denli kişiseldir, başkaldırıdır...
Zulmedip ol nev civana eyledin cevr-i feza
Boynuna taktın kemendi canına kıldın eza
Merhametsiz şah-ı alem, n’etti sultan Mustafa
Bir Rus cadısının sözün kulağına koyup
Nekr ü ale alunuben ol acuzeye uyup
Şevkat imandır bilurken kılmadın havf ü Hüda
g) Anadolu Halk müziklerine gelince: Anadolu'da Osmanlı'nın kuruluşunu
gerçekleştirmiş olan 13.yy kültürünün Aristokrat karşı devrime direnişi söz
konusudur (bkz: http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/12/kardevrime-direnen-filozof-eyh.html). Ayrıca bunu
yapabilmek için bir başka "egemen"in kulluğunu kabul etmek zorunda
oldukları da gözden kaçmamalıdır: Pir Sultan'ın şiirlerindeki "şah"ın,
Şah İsmail olduğunu unutmamak gerekir. Hem başka türlü davranmayı bilecekleri
yeni bir kültür henûz gelişmemişti, hem de "şah"da bulmayı umdukları
şey 13.yy Anadolu kültürüydü ki doğmakta olan "birey" kültüründen çok
güçlü ögeler içeriyordu.
Yaşadığımız dönemde, Marxist kurama karşın, "akış"ı temel alan
geleceğin kültürünü henûz oluşturabildiğimizi söylemek zordur.
Emperyalizm ve Müzik:
a) Dönemimizde "emperyalizm"in artık uluslar arasında değil
sınıflar arasında olduğunu saptamakta yarar var. Bu bağlamda "biz"i
sömürmekte olan düşmanımız artık "Amerika" ya da "Avrupa
Birliği"nin ulusları ya da ülkeleri değil, Türkiye burjuvazisinin de
içinde olduğu sermaye sınıfı, yani dünya burjuvazisidir.
b) Sömürülmekte olan "biz" ise yalnızca Türkiye'de yaşayan
"üretime emeğiyle katılanlar" ya da "emeğiyle geçinenler"
değil, Amerika ve Avrupa dahil bütün dünyada yaşamakta olan "emeğiyle
geçinenler", sömürü bağlamında ele alırsak "tüketiciler"dir.
c) Emperyalizmi hâlâ "uluslar arasında yaşanan sömürü" olarak
gösterme politikasının başarılması için avuç dolusu para döken,
"tüketiciler"i olabildiğince uzun süre sömürmeye devam etmek isteyen
Emperyalist yapı da, onun sanmamızı istediği gibi "ülkeler" ya da
"uluslar" değil, dünya sermaye düzeninin ta kendisidir.
Bunun sermaye sahibi insanlar bile değil, sermaye düzeninin mekanik
yapısından geldiğini, sürebilmek için buna gereksemesi olduğunu görmemiz
olasıdır (bu konuyu toplumbilimcilerin ve ekonomistlerin daha ayrıntılı
araştırması gerekir).
Bu saptamaları yaptıktan sonra biraz daha ileri gidersek:
a) Klasik Batı Müziği adını verdiğiniz müzik, bugün artık "bilim"
gibi akademik bir yapıdır. Avrupa kilise müziğinden yola çıkmış, Aristokrat
kültürün egemen olduğu dönemde saraylarda dolanmış olmakla birlikte, Barok
dönemi yaşamış, gelişmiş, Halk müzikleri de içinde olmak üzere bütün dünya
müziklerini kapsayan evrensel bir müziğe dönüşmüştür.
b) Klasik Batı Müziği adını verdiğimiz müziğin, emperyalizm ile ilgisi
yoktur. Bunu, Dünyanın her yanında bilimin, iletişimin gelişmesi sonucunda bir
araya gelmesine benzetebiliriz. Evrensel müzik artık dinsel müzikleri de, saray
müziklerini de, halk müziklerini (örn:Sarasate'nin "Zigeunerweisen/Gipsy
Airs"i) de kapsayan ve onların üzerinde yer alan gelişkin, Evrensel bir
sanat türüdür, Buna Evrensel ya da Akademik müzik demek daha doğru olacaktır.
Artık Ruhi Su'nun bütün türkülerinde, Fazıl Say'ın "Kara Toprak"ında
Anadolu halk müziğini, yine Fazıl Say'ın İstanbul Senfonisi[5]'nde
(http://vimeo.com/18362962) hem saray müziğini hem de halk
müziğini bir arada bulabiliyoruz.
c) Tanımını yukarıda vermeye çalıştığım, sınıflar arasındaki sömürü düzeni
olarak Emperyalizm'in tıkamaya çalıştığı, insanı "insan" (Alevilikte:
"İnsan-ı Kâmil"; Nietzsche'de "Üstinsan/Übermensch") yapan
yol budur. Kendini evrenselleştirerek, durmadan büyümek zorunda olması
nedeniyle sınırları ortadan kaldırmaya çalışan global sermaye,
"insan"ların evrenselleşmesini (klasik anlamda Marxist
enternasyonalizm) olabildiğince durdurmaya çalışmakta, bunu da
"ulusal" sınırları olabildiğince uzun süre sağlamlaştırıp ayakta
tutarak, dahası henûz oluşmamış sınırları oluşturmaya çalışarak yapmakta, bunun
için özel politikalar geliştirmektedir. Bunların en yaygını, ulusların
birbirine düşürülmesidir. Böylece silah tüketimini de olabildiğince uzun süre
ayakta tutarak, savaşın beslediği küresel ekonomiyi ayakta tutmaya çalışmakta, bir
taşla birden fazla kuş vurmaktadır.
"İnsanlık" olarak içine düşürüldüğümüz, ama hızla kurtulmamız
gereken tuzak budur!..
Kültür'de ve Sanat'ta "Soyutlama"nın
Psikolojisi
Sanatın doğal bir gerekseme sonucu ortaya çıkmış olduğunu, günümüze değin, kültürel
ve biyolojik (burada beyin) gelişmeye koşut olarak, çağlar içinde ilerlediğini,
geliştiğini söyleyebiliriz.
Sınıfsal kültürlerin akış içinde değişmesinden gelen değişiklikler, sanatın
biçimini de etkilemiştir. Kimi zaman şaman doktorun hastasını iyileştirmek için
doğal güçlere yaptığı duadaki içtenlikte, kimi zaman Afrika kabilesinde insan
ya da hayvan kurbanında, kurban edenin bağışlanması için yapılan duada; "söyleme
gücü"nün yeterli olmadığı ortamlarda, kimi zaman mağara duvarına, ama belki
de yine ava gitmeden önce doğal güçlere haber göndermek amacıyla, dans, müzik,
ya da resim sanatları gelişir. Danslar, çıkarılan sesler, çizilen ya da boyanan
şekiller, hepsi insan beyninin ürünü olan ve "soyutlama" adını verdiğimiz
etkinliğin sonuçlarıdır.
Belki insanın bir tanımını da "soyutlama yapabilen hayvandır"
diye vermek yanlış olmaz...
Beyin birçok soyutlama yapar. Bunların hepsi "sanat" olmak
zorunda değildir. Söz gelimi "dil" bir soyutlamadır. Bilimlerin
kullandığı kimi kavramlar soyutlamalardır. Özellikle de matematik, geometri, mantık,
bütün işlemlerini soyutlamalar üzerinden yapar.
"Sanat" bunlardan ayrı olarak "yaşam"ın paylaşılması
için yapılan soyutlamadır. Ortaya çıkışında "coşku" vardır. Bilimsel
soyutlamaları ise "akıl" var eder. Her iki soyutlama türü de bir
"dil" oluşturmak için var olur. Biri duyunun (dış dünyanın), öteki
duyarlığın (iç dünyanın) dilidir. Duyusal dilin amacı bilgi aktarmak,
duyarlığın amacı ise yaşamı paylaşmak, kendi öz yaşamını başka güçlere (insan,
doğa, tanrı) aktarmaktır. Ancak ne yapsa gücü, buna, tam olarak yetmez. Çünkü
duyarlık içseldir ve dışsallaştırmak için mutlaka dış evrenin elemanlarına
gerek vardır (Bkz: Prof.Dr.Necdet Sumer -
Bilim ve Ütopya Eylül 2003 Sayı:111 "Sanatsal Etkinliğin Doğası
Üzerine"). Sanatların yalnızca bu dışsal yanı işlenebilir. Aslına
bakarsak, sanatları birbirinden ayıran da yalnızca bu yandır.
Yani hangi sanat ve hangi dönem olursa olsun, özü aynıdır ve
"insan"dır. Hiç kuşkusuz, içinde yaşadığı sosyal sınıftan, sosyal
sınıfının oluşturduğu kültürden etkilendiği biçimiyle insan... Siyasal
yapısıyla, beğenileriyle, nefretleriyle, isyanlarıyla, hoşlanmalarıyla
"insan yaşantıları"...
Sosyal Sınıfların Kültüre
ve Sanata Etkisi
Elbette dışsal olan yan kendi kültüründen etkilenecektir. Egemenlerin,
halkın ya da sınıfların kültürü, bu yanında kalacaktır. Ahmet Haşim'de var olan
hüzün, her ne denli ona, "ikinci serseri" adını takmış da olsa Nazım
Hikmet'te de bir başka biçimde var olacaktır.
Dünyanın hiç bir yerinde, bu arada bizim toplumumuzda da, halk kökenli
sanatlar ile saray kökenli sanatları birbirinden ayırmaya ve birinden yana
tavır almaya ne hakkımız, ne de şansımız vardır. Divan şiirimiz de, Osmanlı Saray
müziğimiz de bizimdir, halk şiirimiz, halk müziğimiz de (burada söz konusu
olan, yalnızca Anadolulu olanlar değil, bütün dünyada yaşayan
"biz"dir)... En içten duygularını en bireysel duyarlıklarını paylaşan
müzik de "biz"imdir, inandığı politik görüşe insanları çekmek için
ajitasyon amacıyla yapılmış olanı da...
"Bizim olmayan sanat var mıdır?" sorusunun yanıtı bu durumda zor
değildir: "Bizim olmayan" sanat, aynı zamanda "sanat olmayan"dır.
"Biz"im sanatımıza benzer biçimde, dışsal ögelerle ve yalnızca
"dışsal ögelerle" oluşturulan "meta"larsa "sanat"
kavramının dışında kalır. Tek ölçüt bu!..
Arabesk'i değerlendirirken ölçütümüz yine aynıdır. "Egemenler"
tam olarak devrededir. Bugünün egemeni, Burjuva kültürü, yaşama enerjisini
sağlayan "kârlılık" ölçütüne göre ve kendi ekonomik yapısına uygun
olarak, satılabilir "meta" yaratma"ya olanak veren, zorlayan bir
yapıdır. Dolayısıyla da, "insan olan"ın ürettiği gerçek sanatın
içeriğini yok ederek yalnızca "biçim"den, yani kendi istediği dışsal
ögelerden oluşan bir "meta", yapay bir sanat oluşturmaya
çalışmaktadır. Bu tutum da kültürün gelişmemesi için önünü kesmeye çalışmakla
aynı şeydir!..
Kültürlere bakarak yapılan Batı-Doğu ayırımları olsun, ulusal sınırlar
olsun, ulusal kültür ayırımları olsun, biraz geri çekilip bakınca "yapay
ayırımlar"dır. Bu bağlamda, artık dünyanın üzerinde hangi kaynaktan gelmiş
olursa olsun, müziği, doğduğu kaynaklara göre birbirinden ayırmak, geleceği
değil, geçmişi ölçüt alarak değerlendirmek doğru olmaz. Egemenlerin ekmeğine
yağ süren ve kurtulmamız gereken "tuzak" budur.
Bu bağlamda Sibirya Yakut'larının boğaz çalmasıyla Afrika tam tamlarını, ya
da Amerikan Zencilerinin pamuk tarlalarında söyledikleri şarkıları, "blues"u
ya da onlardan gelişmiş klasik cazı nasıl birbirinin devamı olarak
görebiliyorsak, Barok dönemi yaşamış olan Evrensel müziği de Aristokratların ya
da Emperyalistlerin müziği diye dışta tutamayız. Yaşanmış olan gelişmişlik,
elbette dünyanın bu yöresinde yaşamakta olan insanların müziğini de içine
alacak ve "evrensel biz"e, geleceğe, Evrensel kültüre doğru
götürecektir.
Dışsal, biçimsel yanı üzerinde yapay olarak yürütülen tartışmaları
uzatmadan dünyanın bizim yaşadığımız yöresinde gelişmiş olan halk ya da saray
müziği de içinde olmak üzere "içsel" yapının hangi dışsal ögelerle
geliştirilebileceği üzerinde çalışmak gerekir. Günümüzde bunu yapabilen de
kökeni ne olursa olsun, Evrensel müziktir. Ticari olmaktan arınmış, para
kazanmak için yapılmayan, ama gene de yapılma savaşımı sürdürülen evrensel
müzik. Artık bu, ne Batı ne Doğu, ne İtalyan, ne Japon, ne Türk, ne Afrika; ama
hem Doğu, hem Batı, hem İtalyan, hem Japon, hem Türk, hem Afrika müziğidir. Hem
de bunlardan kaynaklanan her türlü müziktir. Geleceğin dünyasında hepimiz
"bir"iz.
Kültür Karşısında
Politik Tutum ne olmalıdır?
"Sol", geleceğin dünyasını yaratmanın, geleceği kurmanın
kavgasıdır. Bu tutum dışında kalan geçmişe ("dün"e ve
"bugün"e) bağlı her türlü düşünsel yapı, "sağ"da kalır.
İstesek de istemesek de... Şu "egemen"den geliyor, şu
"halk"tan falan gibi ayırımlarla özellikle sanata bakamayız. Ana
ayırım, ürettiğimiz sanatın, o egemenin ya da halkın sosyal dünyasında nasıl
bir yere oturduğudur. En uc örnek, Hitler'in belgeselcisi Leni Riefenstahl'ın
yaptığı belgesellerdir. Onu, "Hitler'in propaganda belgeselcisi"dir
diye, hiç bir belgeselci yok saymaz, sayamaz. Vardır ve tarihte bir yerdedir.
Bugünün belgeselinin oluşmasında Leni Riefenstahl'ın da önemli payı vardır.
Tam bu noktada sevgili Can Yücel'in Ezra Pound üzerine bir değerlendirmesini
eklemeliyim:
Pound; Ezra (1885-1972)
Kendisi Amerikalı. Ama daha ziyade
tarihe, şiir tarihine sahip çıkan soylu bir Avrupalı. Pound'un Çin geleneği
içinden umulmadık parodiler yaratmasına da engel değildir elbet. İmgeci diye
adlandırılan bir okulun elebaşı mevkisi. Gene de Eluard düzeyinde bir büyük
şairin arkadaşı, yürek destekleyicisidir. Pound'un İkinci Dünya Harbi'nde Roma Radyosu'nda
Faşizm adına yaptığı sözcülük, bu büyük şairin gözümüzden silinmesine yol açmış
olsa bile, Pound'u bu naneye sürükleyen şey, Burjuvaziye, Kapitalizme, tefeci
Yahudiliğe karşı duyduğu öfkedir. Bunun da kefaretini, uzun süre, bir Amerikan
akıl hastahanesinde yatarak çekmiştir, bir kafes içinde...
Cantos adlı uzun şiiri, sanırım azgın
Amerikalı'ların ya da Faşist'lerin değil, Dünya'da sömürüye karşı çıkanların
baş üstünde tutacağı kitaplardan biridir.
Cazı da, bütün öteki yerel müzikleri de içerecek biçimde müzikler
bestelenebilir. Fazıl Say'ın "İstanbul Senfonisi" bu yapıya iyi
bir örnektir. Koca bir orkestranın içinde Osmanlı Saray müziğinin çalgıları son
derece "iyi" yerleştirilmiş ve yama gibi kalmamıştır. Cazın da bu tür
bir kapsayıcılığı vardır. 1950'li yılların başında Dave Bruebeck'in İzmir'de
kısa süreli bulunuşu sırasında duyduğu 9/8'lik aksak ritmle hemen bir küçük
beste yaptığını ve "Blue Rondo a la
Turk" adını verdiğini de anımsatmak isterim. Oldukça çok örnek akla
gelmekle birlikte bir de Üzeyir Hacıbeyov'un Fuzuli'nin ünlü şiirinden
besteleyip 1908 yılında Bakü'de sahnelediği "Leyla ve Mecnun Operası"nın bütün aryalarının tar
eşliğinde ve bildiğimiz türkü sesiyle okunmakta olduğunu ve inanılmaz
güzellikte bir yapıt olduğunu örneklemek isterim.
Klasik Müziğe Neden
"Seçkinci" Diyemeyiz?
"Seçkinler" diye sosyolojik bir kavram yoktur. Aristokratların
egemen olduğu dönemde seçkinler onlardır, Burjuvaların egemen olduğu dönemde de
onlar... Bu durumda, tarih içinde hangi sınıftan gelmiş olan müziğe
"seçkinlerin müziği" diyebileceğiz? Hâlâ Kızılbaş nefeslerinin en
yaygınlıkla kullanılanları, Hatayî, yani Şah İsmail'indir. Şah İsmail, kendi
döneminde açık-seçik bir "seçkin"dir. Beethoven'ın söz gelimi 3.
Senfonisi olan Eroika, yeni geçmiş ve döneminin "seçkin"lerine karşı
yapılmış olan Fransız Devrimi'nde Aristokratlara karşı Burjuva'ların egemen
olmasını kutlamak için yazılmış ve dönemin burjuva önderi olduğunu sandığı
Napoleon Bonaparte'a adanmıştı. Ama Napoleon'un bir "sonradan görme/Burjuva"
olarak kendini İmparator ilan edeceği politikalar geliştirmekte olduğunu anlayınce
bu adamayı geri çekti. Ayrıca Beethoven'ın, tek operası olan Fidelio'nun da
bütünüyle gününün "seçkin"leri olan Aristokratlara karşı verilmekte
olan savaşımın fonu üzerine kurulmuş olduğunu yinelemeliyim. Şimdi bunlara
nasıl kolayca "seçkinlerin müziği" adını verebileceğiz? Koca Sovyet
besteci Shostakovich'in neredeyse bütünüyle devrimi anlatan müziklerini hiç
saymıyorum. Özellikle 5 ve 11 numaralı senfonileri bunun en iyi
örneklerindendir.
"Klasik Batı Müziği" diye geleneksel ad taktığımız müzik, bütün
yerel müzikleri de kapsayan, Barok dönem yaşamışlığın gelişkinliğini de taşıyan
ve her kanaldan gelen müzikçinin kullanabileceği özellikler katılan, daha
önemlisi üzerine daha da araştırma ve katkı yapılabilecek olan Akademik
müziktir. Yalnızca "onu mu sevsem, bunu mu sevsem"e verilecek bir
yanıtla ortaya çıkan bir seçme değildir. Söz konusu olan, "eşit"
anlayışlar arasındaki farklar değil, işlenmişliktir. Hekimlikte geleneksel
kırıkçı-çıkıkçılarla (ki çok iyi anımsarım, onlar da çok başarılıydı)
ortopedist hekimler arasında nasıl bir ayırım varsa onun gibi...
Sonuç
a) Müzik, bütün sanatlar gibi bir araçtır. İnsanın kendisini, yaşantılarını
paylaşmaya çalışabileceği tek araç. Döneminin seçkinleri ya da halkı,
kendilerini her türlü müzikle anlatmaya çalışabilirler. Tek başına
"müzik" kavramına "sosyalist" denemez. Kim kullanırsa
onundur. Şiire sosylisttir denilebilir mi? Ahmet Haşim ya da Nazım Hikmet'in şiirleri
arasında, şiirsellik bakımından nasıl bir ayırımdan söz edilebilir ki.
b) Müzik de, nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, "gelişkinliği"
üzerinden değerlendirilmelidir. Hangi müziği kullandığımız önemli değildir. Kökeni
ne olursa olsun, bütün sanatlarda olduğu gibi, sosyal sınıfların kültürlerine
göre biçimlenir.
c) İnsanın insanlaşmasına, her türlü müziği (kültürü) paylaşıyor ya da izliyor
olması katkıda bulunur. Yeter ki burjuva yozlaşmasının içine düşmesin!.. "Müzikmiş
gibi görünen" ve insanların gelişmesine engel olan yapılar karşımıza
çıkmasın!.. Günümüzde bunları ayırmanın en önemli yolu, burjuva ekonomik
yapısının çarkları arasında, "meta" olarak üretilmiş olmaları ile
belirlenir. Ticari yozlaşmaya izin vermeyen bir yapının temel alınmasının yolu,
bunu doğru ayırdetmekten geçer. Yozlaşmış bir müzikten yararlanarak halka
ulaşmaya çalışmak, halkı (yani yönetilenleri) gerçekten terk edilmişlikleri
içinde bırakmaktan başka bir anlama gelmeyecektir.
En belirgin örneği de bir tür arabesk olan Gırgır dergisi ve ardıllarının
ortaya çıkardığı ve adına karikatür (ya da gülmece) dediği, içeriklerinin
doğruluğundan bağımsız olarak, bugün iyice yaygınlaşmış olan kaba ve yoz
çizimlerdir.
"Aşağılamak" gibi bir niyetim yok. Tam tersine ciddiye alıyor ve
karşısına geçip savaşım vermek gerektiğini, ilerlemenin, geleceğin sanat"mış
gibi" görünen engellerini ortadan kaldırmak gerektiğini düşünüyorum.
Kendi zamanımızın "seçkinler(!)"ini yaratma savaşımı vermenin
zamanı gelmedi mi: "Seçkin olmayan kimsenin kalmadığı bir zaman!?."
[1] Bilim
ve Gelecek Dergisi'nin Ekim 2013 tarihli 116. sayısında "Müzikte
burjuvalaşma ve yozlaşma süreci - Kültürel dönüşümü notalardan okumak"
başlığıyla yayınlanmıştır.
[2] Alain Corneau 'nun"Dünyanın Bütün Sabahları" adlı filmi (http://www.imdb.com/title/tt0103110/), kültürler arası geçiş sırasında, müzikle soluyan, müzikle yaşayabilen bir bestecinin yaşamındaki isyanı ve iç çatışmaları inanılmaz bir başarı ve güzellikle anlatmaktadır.
[3] Bu "eda"yı en iyi anlatan yapıt, Aristokrat kökenli bir Marxist olan Luchino Visconti'nin "Leopar / Il Gattopardo" filmidir (http://www.imdb.com/title/tt0057091/). Garibaldi'nin önderdiğindeki İtalyan Burjuva Devrimi (19.yy ikinci
yarısı) sırasında hâlâ yaşamakta olan gerçek Aristokratlarla, kendini
Aristokrat göstermeye çalışan Burjuva karakterinin altını inanılmaz başarıyla
çizer, kültürel alt yapılarını ve yaşama biçimlerini anlatır.
[4] Aldous
Huxley'in "Nice Yazlardan Sonra" adlı kitabı, Amerikalı çok büyük bir
sermaye sahibinin kendisine soyluluk arayışının romanıdır!..
[5]
10 Eylül
2003 tarihli Hürriyet Gazetesinin haberine göre: Avrupa’nın en büyük ve
prestijli müzik ödülü olan ECHO’yu kazandı. Seçici Kurul yaptığı açıklamasında ödülün ‘Doğu ve
Batı arasında oluşturduğu sanatsal köprüdeki başarısı” gerekçesiyle Say’a
verildiğini belirtti."Büyük ödüle layık görülen CD’de ‘İstanbul
Senfonisi’ni, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ve şef
Gürer Aykal eşliğinde Burcu Karadağ (ney), Hakan Güngör (kanun) ve Aykut
Köselerli (vurmasazlar) icra etmişti".
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder