27 Şubat 2008 Çarşamba

"Akış" kavramı üzerine...


"AKIŞ" ÜZERİNE...(*)

"Akış"ı herkes görebilir, yeter ki içinde yaşadığı kültürün, Aristokrat kültürden sarkagelen "statik" paravanlar önünden çekilsin...

"Akış"ın kendisi çok somut bir şeydir. En azından kendi içerdiği "zaman" denli somut!..

Ayrıca "akış"ı görebilmek yetmez. "Akış"ı anlamak, "akış"ı solumak, "akış"ı sindirmek, yaptığımız her işte yansıtmak, düşüncelerimizin temeline oturtmak gerekir. "Akış" koca bir kültürün üzerine oturacağı kavram: "geleceğin kültürü"nün... "Akış", düşüncenizi üzerine oturtmadığınızda alacağınız her sonucun "yanlış" olacağı ölçüt. Bütün duraganlıkları, bütün statik yapıları en kökünden değiştirecek olan kültürel öge... İnsanevladının geleceğine açılan kapı, en önemli köşetaşı...

"Süreç"in İngilizcesi "process"tir. Oysa "akış" çok başka bir şey. "Akış", şu andaki kavrayışlarımızla, bütün evrenin üzerine oturduğu temel yapı.

İşte biz bu yapıyı Aristokrat kültürün "zamandan ve mekandan münezzeh" duragan bilgisinin temel bilgi olmasından günümüze sarkmış etki ile görmezden geliyoruz. Basitçe ve yalnızca "görmezden geliyoruz"...

"Nasıl" sorusu, yaygınlıkla "iman" edilmesi gereken bilgilerin bize aktardığı gibi, "nasıl oluştu?"nun kısaltılmışıdır. Eğer bu soru bizi "yaratıldı"ya yönlendirmeyi amaçlıyorsa, benim bu konuda söyleyeceğim bir şey olamaz. "Verilmiş" hazır "dogma"lardan başka hiç bir yerde bulunamayacak bilgiler bizim yaşamımızda yoktur. Çünkü bu "doğma"ları bize gönderen tanrı için de aynı "nasıl oluştu" sorusunu sorma konusunda önümüzü kesen bir "tabu"nun bulunduğu çıkmaz sokağa girmenin, yöntemsel olarak, doğru ve bilgi üretici olduğunu düşünmeyiz. Bu konuda dünyanın en çok çoğaltılmış "kutsal kitap"ları ile onları kendine öncül edinen bir sürü çıkarımı (tümdengelim) durmadan anlatan çok sayıda kitap var.

Bu kitaplar İskenderiye kitaplığında yanan kitaplar arasında değildi. Onca kitap, (yalnızca 250 000 kadarı Bergama Kitaplığı'ndan götürülmüştü) kutsal kitaplara karşı olduğu savıyla yakıldı.

"Öncül"leri, "verilmiş/vahyedilmiş" olduğuna inanılmış dogmalardan oluşan hiç bir bilgi(?) düşünme alanı içinde değildir.

"Nasıl" sorusu, eğer bilimsel bilginin teknolojiyle uygulanabilir ve yararlanılabilir hale getirilmesi ise, Geleceğe ilişkin ne "ne yapacağımızı" ne de "nasıl yapacağımızı" biliyoruz.

Renaissance sonrası bilimi de yaratan tümevarımı kullanarak kültür tarihine baktığımızda, "ne"ler ve "nasıl"ların birbirini izleyerek geldiğini görüyoruz. İnsanevladı olarak "ne yapacağımız"ı bulurken "nasıl yapacağımız"ı da birlikte düşünüyor, bir aşama çözülmeden, bir sonraki aşamayı göremiyoruz... Ancak onu çözüp bir üst basamağa tırmandığımızda bir sonra "ne yapacağımız"ı (yeni duruma göre gereksememizin ne olduğunu) görüyoruz.

Bu nedenle, "ne"ler ve"nasıl"lar iç içe. Bunların birini ötekinden soyutlayıp üzerine düşünemeyiz.

Bu durum, bilim ve teknolojinin iç içeliğini oluşturmaktadır. Basit biçimde ele alırsak "ne"ler bize "bilimsel düşünce"nin kendini çağrıştırıyor, "nasıl"lar da teknolojiyi. Tabii, her zaman böyledir demiyorum. Özellikle "nasıl"ların içinde teknolojisi henuz "ne"sinden, ayrışmamış, dizgeleşme aşamasına gelmemiş sosyoloji gibi disiplinler de var. Bu bağlamda "bilim" ya da "bilim kurum"larının işi "nasıl"lar değil, "ne"ler olmalıdır.

"Nasıl"lar gelecekte, ancak bütünüyle ve yalnızca sınırları genişletilmiş teknolojinin işi olabilir gibi görünüyor.

Şu anda "modernist" olmayan bir bilim var mı onu bilmiyorum. Ama bilim, Metafiziğin üzerinde ve onu reddederek yükselmiştir.

Bugün artık Modernizm, durdurulacak bir yapı değil, üzerine basıp ileriye fırlamamız gereken yapıdır. Nasıl Modernizm metafiziğin üzerine basıp ileriye fırlamışsa bizim de modernizmin üzerine basıp ileri fırlamamız gerekiyor. Bundan önce olduğu gibi öncenin yapılarını reddetmemiz gerekmiyor. "Akış"ı kavramış olmak, aynı zamanda, önceki süreçlerin kendi zamanında gerekli, dahası zorunlu olduğunu da kavramış olmak demek.
Modernist eğitimin karşıtı (henuz geleceğin bilgisi sistematize olmadığına göre), bir önceki dogmatik eğitimdir.
Kemalist (tutucu ve sahteci Atatürk'çü değil) devlet örgütünün 1920-1946 arasında modernizmin eğitimini veriyor olması doğru tutumdur. Bu tutumu bütünüyle reddemenin, silmeye, geriye döndürmeye çalışmanın başarıya ulaşma şansı yoktur.

Bugünkü eğitimin alternatifi, yalnızca dogmatik bilgidir. Dersanelerin duvarlarına yeniden falakaların asılmasını mı istiyoruz? Bütünüyle kişisel bir deneyim olarak DP'nin dinci oyları toplama politikası sırasında cesaret verdiği gizli bir mahalle mektebinde okudum. Ne olduğunu iyi bilirim!..

Metafizik, kimi zaman sezgiyle elde edilmiş, kimi zaman tanrı tarafından verilmiş, kimi zaman da yalnızca "kabul edilmiş" ya da "seçilmiş" ama en önemli ayırıcı özelliği "hazır bilgi" olan veriden tümdengelim yoluyla yeni bilgi çıkarma çalışmasıdır. Bu işlemi, çoğunlukla felsefe yapar. Aynı yöntem, matematiğin de yöntemidir. Ama çok daha sistemleşmiş bir biçimde. Her ikisinde de ortaya çıkan yeni bilginin, öncüllerin doğruluğunu garantileyememesi nedeniyle "doğru"luğu ve öncüllerin içinde bulunuyor olması nedeniyle de "yeni"liği tartışmalıdır.

Aydınlanma, dolayısıyla modernizm, bu yönteme deney ve gözlemi eklemiştir ve yeni bilgi bulunabilir duruma getirmiştir. Ancak hiç bir zaman sonsuz sayıda deney ya da gözlem yapılamayacağı için bu bilginin de genel geçer, "doğru" olduğu her zaman kuşkulu kalacaktır. Üstelik, zaman geçtikçe aynı bilgi üzerine çalışacak bilim insanlarına göre de değişebilecek, gelişebilecektir.
Yani bilgiyi var eden "süje-obje bağı"nın "süje" yanı her zaman değişebilir olacak, buna bağlı olarak bilgi de değişebilecektir. İnsanlığın kültür tarihinin her aşamasında ve Doğu-Batı demeden dünyanın her yerinde, "ortaçağ karanlığı"nı kıran, engizisyonları durduran, kitaplık yakmaları önleyen, "Enel Hakk" diyenin canlı canlı derisini yüzülmesine engel olan, başkalarına "ne olursan ol gene gel" diye talkın verip öte yandan kendi öz evladını ölüme gönderen ve cenaze namazını kıldırmayı reddedecek denli salkımı kendisi yutan anlayışı kıran, bu "değişebilirlik" ve "görelilik", yani bilimin kendisi olmuştur.

Bu durumda aşılması gereken eşik, "mutlak" ve "değişmez bilgi"yi aramaktan vaz geçmek, "günün doğrusu"nu "insan bilgisi" olarak almak olacaktır.
Oysa insanevladının, Aristokrat kültürden sarkan biçimde "değişmez bilgi" arayışı yazık ki sürüyor ve bizi yeniden tanrısal bilgiye doğru sürüklemeye çalışıyor. Tehlike tam bu noktadadır. Bulunduğumuz yerin akış üzerinde nerede olduğunu saptamak gerekiyor. Sürüklenmek istendiğimiz yer, akış üzerinde "dün"ün yapısıdır. Doğal ki tehlike, bu anlayışın "akışı geri döndürebilecek" güçte olmasında değil, toplumları, anlayışları, yani kültürü geriye sürüklemeye çalışanlarla, yaşanmakta olan badireyi atlatıp geleceği kurmaya çalışanlar arasında çıkacak çatışmadadır. Bu çatışma tarih boyunca oluk oluk kan akıttı. Hangisini sayayım: Hallac'ı Mansur'un parçalanarak öldürülüşünü mü? Seyyid Nesimi'nin derisinin canlı canlı yüzülüşünü mü? Tekkelerinde Yunus'un "Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver sen onu/ Bana seni gerek seni" ilahisini okudukları için yine bu ilahiyi okuyarak idama giden Anadolu insanlarını mı? Anadolu'dan dönen Haçlı şövalyelerin götürdüğü kültür yüzünden yozlaşmış sayılıp kitleler halinde odun yığınlarının üstüne çıkarılıp yakılışını mı (bkz: Mine Kırıkkanat "Gülün Öteki Adı")? Şeyh Bedreddin'in, Pir Sultan Abdal'ın ipin ucunda sallandırılarak yok edilişini mi? Marco Polo'nun, seyahatlerinin dine aykırılığı yüzünden zindana atıldığı için, seyahatnamesini zındandaki birisine anlatarak yazılmasını sağladığını mı? Galileo'ya Engizisyon mahkemesinde ölüm korkusuyla "tamam tamam, Güneş dünya etrafında dönüyor" dedirtilişini mi? Descartes'in yazacağı kitaplar engellenmesin diye dağlara kaçarak çalışmak zorunda kalmasını mı?

Daha sayayım mı?

"Akış" -yine kültür tarihine bakar ve tümevarım kullanırsak- hiç bir zaman geriye dönmemiştir. Ama akmakta olan kanlardan korkulmalıdır. Tehlikenin büyüğü budur. "Dün" yandaşları (31 Mart'ın "istemezük"çüleri) ile yarını kurmaya çalışanlar arasında her zaman bir çatışma olmuştur, olacaktır da. Somut sorun yalnızca kan dökülmesinin önlenmesidir.

Dünya sermayesinin "insan kanı"na aldırdığı yoktur. Kendi düzeninin sürmesi ve yalnızca silah dahil herşeyin tüketiminin artması adına bu çatışmaları kışkırtıyor ve nedeni ne olursa olsun, çatışmalar sürdükçe ellerini ovuşturuyor olduğunu biliyoruz. En yakın önemli örnek, 1929 ekonomik krizini (Gazap Üzümleri - J.Steinbeck) aşabilen şeyin, inanılmaz kanların dökülmesine neden olan 2.Paylaşım Savaşıdır.

Sermaye için bu savaşta başarılan şey, Hitler, Mussolini Faşizminin yok edilmesi değil, piyasa ekonomisine yeterli kaynağın pompalanmış olmasıdır!.. Kaldı ki aynı durumda olan Salazar ve Franko Faşizmi için hiç bir şey yapılmamıştır.
Bugün aynı oyun Irak gibi, Afganistan gibi, dünyadaki bütün savaşlarda oynanmaktadır.
(*) "Ütopyacılar" yazışma gurubunda 2008 yılı ilk aylarında yayınlanmış, sonradan elden geçirilmiştir.

16 Şubat 2008 Cumartesi

"Aydınlanma", "Marxçı kuram" ve "akış" üzerine...




Bir yanıt... (*)

Uzun zahmetler sonucu ortaya çıkmış olduğu anlaşılan yazınızın bir tek noktasının, ama ta yüreğinde olduğunu düşündüğüm bir noktanın çağrıştırdıklarını paylaşmak istiyorum.

Diyorsunuz ki:

====================================

Şimdi işin / düşüncenin en komik tarafına geliyoruz.

Bu eller ve başlar üzerinde tutulan Aydınlanma Hareketi'nin, bu günkü tarih olarak, ucunda küreselleşme durmaktadır. Aynı düşünce kanalı, aynı eyleme biçemi ile zihinleri, işlevsel zihni performansı, küreselleşme düşüncesine ulaştırmıştır.


İndirgemeci, Modernist Batı Bilimi'nin kendi kuralları içinde, Aydınlanma Kavramı bu gün Küreselleşme Kavramına ulaşmıştır. "ya o ya bu" kuralını burada kullanamayız. Bunların ikisi, yani Aydınlanma Hareketi / Modernite ve Küreselleşme Hareketi aynı ve tek bir sürecin düğüm noktalarıdır. Birini kabul etmemiz, ötekini kabul ettiğimizi belirtir.

====================================

Pek de kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmış olmanız ve "akış"ı göz önüne alarak yorumlarınızı bunun üzerine oturtmanız, geleceğin kültürüne doğru bir gidişi simgelediği için olumluyorum.

Ancak sanırım bunu yaparken gözden kaçırdığınız nokta şu: Akış içinde doğup, gelişip yok olan hiç bir sosyal yapı, doğumundaki "doğruluk"u, "haklılık"ı ölümüne değin taşıyamaz. Sosyal yapıların (yandaşları dolayısıyla) akışa ayak uyduramayan statik karakteri -akışın getirdiği değişikliklerle- gereklilikleri ortadan kalktığında, tutucu bir nitelik kazanarak, bir süre daha yaşamaya direnir. Üstelik bu direnç o denli keskinleşir ki, oluk oluk dökülen kanlara neden olabilir.

O denli çok ki, örnek vererek yazıyı uzatmak istemiyorum.

Bu saptamayı yaptıktan sonra işaret ettiğiniz "akış" parçasını, önce izninizle, daha da uzaktan bakarak, tamamlamaya çalışacağım:

Bir ucunda Aydınlanma öte ucunda küreselleşme olan bir süreç...

Ama daha öncesi ve daha sonrası var:

Aydınlanma, Aristokrat toplumsal kültürün bilgi edinme yöntemi olan "tümdengelim (ki metafiziğin yöntemi de budur)"in üzerine "tümevarım"ı da bilgi edinme yöntemi olarak koyan bir yapı olarak ortaya çıkar. Akış içinde bunun da kendi iç süreçleri oluşur. Rationalistler, Descartes ve Spinoza, metafiziği sistematize etmeye çalışır ve tümdengelimi matematiğin kullandığı biçimiyle, bilgi edinme yöntemi olarak almaya çalışırlar.

Ardından "Aydınlanma"yı getiren Ampiristler, Locke, Hume, Berkeley, işin içine deney ve gözlemi de katarak bilgi edinme'de "tümevarım"ı fiilen bilgi edinme sürecine katarlar.

Biraz geri çekilip bakarsak bu süreç bize kısaca şunu anlatıyor:

Statik(duragan), değişmez tanrısal hakikat (doğru bilgi) dışında, insanevladının bulabileceği başka doğru bilgiler de vardır!.. İnsanlar bunu deney ve gözlemleriyle bulabilirler (oysa tanrısal hakikat dışındaki bilginin olanaksız, yanlışlığı kesin ya da sapkın olduğu savıyla koca İskenderiye kitaplığı, aristokrat kültür yandaşı tek tanrılı din mü'minlerince yakılmış, insanlığın kültür birikimi yok edilmiştir).

Tümevarım yönteminin bilgi edinme sürecine girmesi, yapılacak her yeni deney ya da gözlemin bilgiyi değiştirebilme niteliği nedeniyle, bilgiyi oluşturan süje-obje bağının "süje" yanına değişken nitelik kazandırmıştır. "Bilgi"nin "nesne"den gelen yanı olarak "Obje", yine değişmez, dahası tanrısal özelliğini korumaktadır.

Şimdi daha da geri gidersek, bu yapı ("kul" kültürüne karşı "birey" kültürü), Aristokrat kültür yapısının (zamandan ve mekandan münezzeh "tanrı", ve tanrısal, değişmez bilgi olan "hakikat/truth" ) içinden, bildiğimiz kadarıyla Hallac-ı Mansur'la 9.yy'da doğar. Sonra İbn Sina, Farabi, Ömer Hayyam; sonra 13.yy Anadolu bilgeleri, Hace Bektaş, Ahi Evren, henuz çok iyi bilmediğimiz Sadrettin Konevi (bilgi için akıl ve gözlem yöntemlerini Rationalistler ve Empiristlerden çok önce, 13.yy'da önermiş, öğretisine bağlı Ekberiyye adlı bir bilim ekolü oluşturmuştur; bu ekolden bilim insanları Osmanlı'nın kuruluşunda İznik Medreselerinde, devlet danışmanı olarak Ulema'nın yerini almış olan İlmiyye sınıfını oluşturmuştur http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadolunun-bilinmeyen-bilim.html)

Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Akış içinde aynı sürecin kimi noktalarını sizin deyiminizle "kabul etmemiz", kimi noktalarını da "kabul etmememiz" günümüzün değerleriyle olanaklıdır. Söz gelimi Fransız Devrimi, Aristokrasiye karşı doğru zamanda doğru yapılmış bir devrimdir. Ama bu devrimi yapan Fransız burjuvazisinin oluşturduğu kültürün bir parçası olarak söz gelimi Fransız milliyetçiliğini (ve tabii dünyadaki bütün ulusçuluk/milliyetçilikleri) bugünün değerleriyle doğru bulmamız olanaklı değildir.

Yurttaşımız Herakleitos'un kültürünü sürdüren Anadolu'muzun güzel deyişiyle "Köprülerin altından çok sular akmıştır"...

Aydınlanma, Renaissance sonrası için doğru bir "bilgi edinme hareketi"dir. Bunun ardılıdır diye bugünkü küreselleşmeden yola çıkarak Aydınlanmayı yadsıyamayız. Tabii Hallac'ı da yadsıyamayız, Anadolu Tasavvufunu da, Osmanlı'nın kuruluşundaki ilmiyyecileri de...

Şimdi artık, bilgi edinme yöntemleri için "obje"nin de "süje" gibi akış içinde olduğunu savlayan ve sistematize eden bilgi edinme yöntemlerine gerek vardır. Geleceğin "bilgi"sinde "süje"nin ve "obje"nin, her ikisinin de akışa bağlı olarak değişebilirliğini, gelişebilirliğini hesaba katan yöntemlerin geliştirileceğini düşünüyorum http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html. Bugünkü küreselleşmenin yan ürünü gibi ortaya çıkmış olan ve bütün modernizmi bir kalemde reddeden Post-Modernizmin bu kültürel ihtiyacın üstüne oturtulduğunu ama sonunda henuz çözüm bulamadığı ve sistematize edemediği için çöktüğünü düşünüyorum.

"Akış"ı doğru dürüst inceleyip bütün özellikleriyle ele almak ve aşılması gereken sosyo kültürel yapının her dönem için hangisi olması gerektiğine, doğru karar vermek gerektiğini düşünüyorum.

Kaldı ki küreselleşme, dünyamızın sermaye egemenliğinden kurtulması sürecinde, geleceğin ulus-devlet sonrası sosyo kültürel yapılanması için, kullanılabilecek bir temel oluşturabilir. Marxçılığın gelecek için öngördüğü "enternasyonalizm"i unutmamamız gerekir.

Bu bağlamda Sosyalizm'e ilişkin aşağıdaki düşüncelerinize de bir kez daha bakmak gerektiğini düşünüyorum:

=============================

Bu bağlamda söylemek istediğim başka şeyler de var: Öncelikle "Bilimsel Sosyalizm" ve "Sosyalist Üretim Tarzı" kavramları, öğretisi, olguları, nasıl tanımlamak isterseniz; üzerinde tartışabiliriz. Bu sapak da yukarıda yapısal özelliklerini vermeye çalıştığım koridor içinde konumlanmıştır. Aynı bilimsel duruşa sahiptir, aynı metafiziği kullanır, doğrusal gelişmeye odaklanmıştır, modernist uygarlığın izleyicisidir.

Ve bence, çok önemli olan başka bir birliktelikleri vardır ki, bu nedenden ötürü 70 yıl sonra, aşağı yukarı dört kuşak sonra, reel sosyalizm ortadan kaldırılabilmiş ve kendi insanlarında büyük, kayda değer bir mental güçlük yaratmamıştır. En azından dünyada bu konuya dikkati çeken araştırmalar varsa bile bizlere kadar ulaşacak çapa erişmemiştir. Hem kendi mental sağlıkları hem de bilimsel bilgi üretiminin sürdürülebilmesi açılarından söylüyorum.

=============================

Akış içinde yerli yerine oturtursak, gelecekte ortaya çıkacağını düşündüğümüz "Sosyalist üretim tarzı"nın bugüne değin uygulanan ve adına "sosyalist" denen üretim tarzları ile ne denli ilgili olabileceği üzerinde de durmak isterim.

Osmanlı'nın başlangıcında Selçuklu-Bizans beylerinin beylik düzeni olan ve Selçuklu'da "İkta düzeni" denilen toprak yapısına karşı Osmanlı, "Dirlik Düzeni" adlı bir toprak düzeni kurmuştur. Bu, "Huzur Düzeni" demektir. Bu yapıya göre devlet toprakları (mîrî topraklar), "dirlikçi" adlı bir kişinin yetkilendirilmesiyle "yılda bir çift öküzün işleyebileceği kadar" ölçütü ile, halka, sırayla dağıtılıyordu. Bu yüzden tarımla geçinenlere "çiftçi" denilmiştir. Dirlikçi, üç yıl toprağını işlemeyenin elinden alıyor, işleyecek olan bir başkasına vermek üzere yeniden sıraya koyuyordu.

Bu yapı Hüdavendigâr Murat'la Fatih Mehmet arasındaki karşı-devrim sürecinde ortadan kaldırılıp yerine Selçuklu-Bizans aristokrasisinin beylik düzeni olan timar yöntemi yeniden diriltildi.

İmdi... "Dirlik Düzeni"nin çok uzun sürmemesi, yapının yanlışlığını da, gelecek sosyal düzenin bununla aynı toprak yapısı taşıması gerektiğini de göstermez.

Bunun gibi, 20.yy başlarında uygulanmaya başlanan ve bugün de Küba gibi kimi ülkelerde uygulanmaya çalışılan üretim tarzı, iflas etmiş bir üretim tarzı olarak algılanamaz. "Akış" göz önüne alınıp düşüncelerimiz "akış" üzerine oturabildiğinde geleceğin üretim tarzının 20.yy başlarında uygulananla aynı olmak zorunda olmadığını, ama aynı doğrultuda gelişmesinin olası olduğunu kolayca görürüz. İnsanlığın geleceğindeki üretim tarzı konusunda, gereksemelerin, dolayısıyla "akış"ın yönlendirmesi ile "geleceğin üretim tarzı"nın, yani "sosyalist üretim tarzı"nın kendini göstereceğini, ve akış içinde de durmadan gelişmesini sürdüreceğini görmek zor almasa gerektir.

14. yy ve sonrasında Şeyh Bedreddin'leri, Şah İsmail'leri, Köroğlu'ları yenerek ortadan kaldırılan şeyin yalnızca "anti aristokrat yapılanma özlemleri" olduğu ve ortadan kaldırıldığında bir daha karşılaşılmayacağı sanılıyordu. Aristokrat "kul"luk düzeninin yeniden egemen olacağı ve artık değişmeyeceği düşünülüyordu. Fatih kanunnamesi, Aristokrasinin yeniden iktidara gelmesinin, egemen olmasının resmi belgesidir.

13.yy Anadolu devriminin, nedenlerinin değil, yalnızca henuz geliştirilememiş sonuçlarının ortadan kaldırılması da, yine sizin deyiminizle "mental zorluk" yaratmamıştır. Oysa bu, ne aynı çizgide gelişen Renaissance'a ne ardından gelen Aydınlanma gibi kültürel akımlara, ne Fransız Burjuva Devrimi'ne, ne ondan sonra gelen Burjuva Devrimlerine ve ne de tipik bir burjuva devrimi olan Kemalist Devrim'e engel olabilmiştir.

Bu hareketlerin eksiksiz hepsi, "akış" içinde biriken toplumsal gereksemelerden doğmuş ve doğmakta olan hareketlerdir ve kurulu sosyal yapının karşısında güçlenip hem kültürel hem toplumsal iktidarı ele geçirmektedirler. Açık olmak gerekirse iktidarı ele geçirir geçirmez de tutucu bir kılığa bürünürler. İşte bir düşünür olarak algılandığında Mustafa Kemal'in gençiği öne çeken konuşma (Bursa nutku ve Gençliğe Hitabe) ve özellikle eğitim konusundaki uygulamalarında bu tür tutuculuğun ayırdına vardığı ve engel olmaya çalıştığını gördüğümü de söylemeliyim.

Bugüne değin "tutucu Atatürkçülük(!)"ün karşı durduğu ve örtmeye çalıştığı da Kemalizm'in bu yanı değil midir?

Diyorsunuz ki:

=============================

Öncelikle "Bilimsel Sosyalizm" ve "Sosyalist Üretim Tarzı" kavramları, öğretisi, olguları, nasıl tanımlamak isterseniz; üzerinde tartışabiliriz. Bu sapak da yukarıda yapısal özelliklerini vermeye çalıştığım koridor içinde konumlanmıştır. Aynı bilimsel duruşa sahiptir, aynı metafiziği kullanır, doğrusal gelişmeye odaklanmıştır, modernist uygarlığın izleyicisidir.

=============================

Çok doğru. Ancak bu saptamanın da yeniliği önleyici "aynı yol" olduğunu söyleyemeyiz.

Bütün yeni kültürler eski kültürlerin içinden doğmakta ve onun düşünsel malzemelerini kullanmak zorunda kalmaktadır. Bu noktada da yine çok doğru olarak saptadığınız gibi doğrusal bir gidiş değil, "yeni bir sapak" vardır. Bu nokta yeniliğin kalkış noktasıdır. Köklerini yozlaşmış, çürümüş eski kültürel yapı içine salacak özsuyunu oradan alacaktır. Üstüne basacağı, besleneceği yeni kültür henuz oluşmamıştır.

Yine Burjuva devrimleri örneği üzerinden gidersek, bir yandan (kentleri bırakıp dinsel engellemelerden dağlara kaçarak yeni bilgiler edinmek üzere çalışmalarını sürdüren) Descartes'in tümdengelim yöntemini kullanarak yeni bir matematiksel metafizik oluşturma çabası, ama Tanrı ispatlarını düşünsel dizgesinin en başına yerleştirmesi; Spinoza'nın, kuramını, aldığı Musevi eğitiminin üstüne kurması da bundandır.

Ardından, Aydınlanma'yı yaratan, yeni, tümevarımsal, deney ve gözlemin bilgi edinme yöntemleri arasına girmesini sağlayan en büyük düşünürler arasında Berkeley gibi bir piskoposun sayılması, dizgesinin içine tanrısallığın önemli bir payı bulunması, yine aynı nedenledir.

Oysa bu bakış, aynı doğrusal Burjuva Kültürü çizgisi, değişmez Aristokrat tanrısal bilgiye karşı bilimsel düşünceyi doğuracak ve sonunda atheizme değin ulaşacak, Marxizm, diyalektik materyalizmini bu yapının içinden söküp çıkaracaktır.

Bunun 13.yy Anadolu Devrimi içinde de örnekleri vardır. İmam Gazali yanlısı tutucu Aristokrat çizgideki Mevlana'ya karşı Ahi Evren (Nasrettin Hoca), Hace Bektaş, Sadrettin Konevi ve Yunus Emre, aynı zamanda dinsel bir çizgi olan tasavvuf içinde yer almaktadır. Öte yandan özellikle Ahi Evren ile Mevlana'nın ölümcül bir toplumsal-düşünsel çatışmanın da içinde olduklarını görüyoruz. Şems'in öldürülmesinde Ahilerin ve Ahi Evren'in payı olduğu izlenimi çok güçlüdür. Buna karşılık bize "hoşgörünün doruğu" olarak tanıtılmaya çalışılan Mevlana Celaleddin Rûmî, Ahi Evren'le birlikte Konya'yı terk ederek Kırşehir'e yerleşen öz oğlu Alaaddin Çelebi'nin, Ahi Evren'le birlikte öldürülmesine izin vermiş, bir baskınla öldürülmelerinden sonra da oğlunun cenaze namazını kıldırmayı reddetmiştir.


Yani, Marx'ın kuramı da akış içinde değerlendirilmelidir. O da insan aklının gelişme çizgisine ve toplumsal gereksemeler doğrultusunda, akış içinde değişecek, gelişecektir. Eğer böyle düşünülmezse, kuramın kendisine aykırı düşülmüş olur. Marxçı kuramın, akış içinde değişebilir ve gelişebilir niteliği, başka toplumsal kuramlara göre en ayırıcı özelliğidir ve geleceğin dünyasında tutucu toplum yapılarına yol açmamasını sağlama işlevi de üstlenmektedir. Her günün yeni doğrusuna kendini yeniden uyarlayabilmenin yolu budur.

Bugüne değin gelen (Stalinizm gibi) statik uygulamaların sizi yanıltmamasını dilerim. Bu duraganlık da yine eski yozlaşmış kültürlerin üzerine basma zorunluğundan ve yozlaşmış değerlerin günümüze sarkmasıyla oluşmaktadır.

Ama yaşadığımız süre içinde dünyada ilk kez, Marxçı görüşlerine karşın, bir devlet başkanının, Mihail Gorbaçov'un, Marxist olduğu savındaki koca devletini Marxizmin dışına düşmesi pahasına, akışın gerektirdiğini düşündüğü köktenci değişikliklere açtığını ve dökülebilecek kanın önünü kestiğini gördük. Bu yüzden de Marxist dünya görüşüne karşın karşıdevrimcilikle suçlanmıştır, suçlanmaktadır.

Bu tutumu, herhangi bir ulus-devlet (sermaye devletidir) başkanından bekleyebilir miyiz?
Devrimler öyle bir gecede (ya da kısa sürede) yapılıp bütün değerleri ve dizgeleri bir anda değiştirmez, değiştiremez. Devrimler çok uzun süreçlerdir. Toplumlar bu süreci yaşarken bir kültürden yepyeni bir kültürü sancılar, acılar içinde doğurmakta, yeni ortam içinde solumayı öğrenmekte, yepyeni bir "insan" yaratmaktadır. "İnsan" kavramı zaten içinde yaşadığı kültürden başka nedir ki? Bir de bu kültüre kendisinin karınca kararınca kattığı küçücük eleştirilerini, değerlerini ekleyebilirsiniz en çok...

Geri kalan hayvansı yanımız değil midir?

Bugüne değin artık yıkılma sürecine çoktan girmiş olan "birey kültürü"nün "kul kültürü" karşısında, Avrupa merkezcilerin (Burjuva toplum bilinci olan "ulusalcılık" gereği) kendi kabullerini doğru olarak alsak bile, Burjuva Devriminin oluşum süreci, Magna Carta'dan bu yana üç çeyrek bin yılı aşmıştır. Hallac-ı Mansur'la başlatırsak bu süreç bin iki yüz yıla yakındır. Bu yüzden yeni kültürlerin ayaklarını hemen kendi yarattığı düşünsel yapıya basması beklenemez. Toplumsal ve kültürel gereksemeler, değişiklikleri, yeni devrimlerin süreçlerini başlatacaktır. Bu nedenle yeni gelenlerin oluşturmaya çabaladığı değişiklikleri "akış" içinde görmeden, içinde yaşadıkları kültüre bakarak "daha önceki kültürün devamıdır" yargısına varmak, "Mustafa Kemal de diktatördü, ülkeyi tek partiyle yönetti, hem çok da adam astı" gibi, aynı düşünsel çizgide, çok haksız bir değerlendirme olmaz mı?

Ne dersiniz?
(*) "Ütopyacılar" yazışma gurubunda 2008 yılı ilk aylarında yayınlanmış, yeniden düzenlenmiştir.