28 Mayıs 2010 Cuma

"Millet/Ulus" kavramı üzerine sosyolojik bir değerlendirme...




Sosyolojik olarak "ümmet" Aristokrat toplumun, "ulus/millet" burjuva toplumunun "toplumsal bilinç kavramı"dır. Arapca "millet" sözcüğü, "ümmet" anlamıyla "müslüman milleti" biçiminde kullanılmaya başlamış, Osmanlı'da Burjuva hareketlerinin gelişmesine koşut olarak "ulus" anlamıyla kullanılmaya başlanılmıştır.

 "Millet" ya da "ulus" (ikisi de aynı şeydir; biri Arapça biri Türkçe)  sosyalizmin ortadan kaldırmayı savladığı Burjuva sınıfının kültürüne bağlı bir kavramdır. Burjuva kültürünün "yarışmacı" ve "benci" bütün özelliklerini aynen taşır.

 Aristokrat kültürün ve onun toplumsal bilinç kavramıyla anılan "ümmet"lerin yıkılış sürecinde "ulus/millet", "ümmet"in yerine geçecek toplumsal bilinç olması açısından önemli ve "akış"daki yeri dolayısıyla o günün geleceğini kurucu, yani "ilerici" bir kavram olarak karşımıza çıkmakla birlikte, günümüzde, yarışmacı özellikleri nedeniyle -hangi güncel nedenle olursa olsun- ulusların birbiri ile boğazlaşmasına ve inanılmaz kanların dökülmesine neden olan "gerici" bir konum almıştır.

 Dahası, Marx'ın ünlü "Din, toplumların afyonudur" saptamasının, Marxist kuram doğrultusunda "diyalektik akış"ın bu dönemi için, "ulus ve ulusalcılık toplumların afyonudur" biçiminde değiştirilmesi gerekir.

Ulusçuluğun anti-emperyalist bir yapı olduğu savı, yine günümüz koşulları için geçersizdir. Aristokrasinin, "tanrı adına" "mülk"ün, yani "devlet"in hakkı olan ve "öteki"lerin işgaline uğramış olan "bütün dünya"yı ele geçirmek için "haçlı" ya da "fetih" savaşları yaparak insanları boğazlama, tutsak etme, devşirme, mallarına el koyma (yağma) hakkını kendinde gören ümmet kültürü yerine, Burjuva egemenliği döneminde, birbirini egemenliği altına alarak, tutsak alarak, kültürlerini yaşamalarına önemli kısıtlamalar getirerek, ya engel olarak ya da daha kötüsü bütünüyle yok ederek egemen olmaya çalışan ulusları görüyoruz. Emperyalizmin Burjuva kültürü dönemindeki görünüşü ulusların ulusları sömürmesi biçimindedir. Bu dönemde sömürülen (Mustafa Kemal'e göre: "mazlum") ulusların kendini korumaları anti-emperyalist, yani ilerici bir tutumdur.

 Ancak günümüzde eski alışkanlıklarımızla Emperyalist olarak nitelediğimiz, ABD gibi devletler, kendi ulusal burjuvalarını değil, küresel sermayeyi temsil etmeye başlamışlardır. "Emperyalizm", artık ulusların ulusları değil, "sermayenin emeğiyle geçinenleri sömürmesi" biçimine dönüştüğünü gizlemek için, ulusal devletlerin hala gerekli olduğu savının arkasına saklanmaktadır. Bu bağlamda ABD'ye karşı verilen anti-emperyalist savaşım, ispanyol boğasının, arkasında toreodor olmayan kırmızı çaputa umarsız saldırısına benzemektedir.


Bu bağlamda ulusal devletlerin varlığı, yaşamını sürdürmesi dünya sermayesinin açığa çıkmasını önlemesi açısından sermayenin çok işine gelmektedir. Dahası ABD'nin öteki ulus devletleri sömürmekte olduğu savı, "öteki ulusa devletler" tarafından, ulusal sermayenin korunması sonucunu doğuran politikaların geliştirilmesine neden olmaktadır. Oysa günümüzde, "akış"ın bu döneminde, ulusal olsun olmasın yarışmacı Burjuva-sermaye düzeninin, küresel olarak bütünü, sosyalistlerin kuramları gereği değiştirmesi gereken yapının kendisidir. Üstelik bakkal mehmet efendinin sermayesini de ayırma olanağı yoktur, çünkü değiştirilmesi gereken şey, küçük ya da büyük ayırımına bakmadan, yarışmacı kültürün bütünüdür.

 Yerine konacak olanın, geleceğin toplumlarında "insan" temelli "dayanışma"cı bir yapı olması beklenir. Geleceği kurma savıyla politika üreten sosyalistlerin kendi "dayanışmacı kültür kuramı"nı geliştirmeleri doğru olur. Kaldı ki, çok gelişkin olmasa da, kültür tarihinde dayanışmacı örnekler vardır. Romalılar döneminde dayanışmayla kölelerin başkaldırdığı Spartaküs hareketini, 13.yy'da Anadolu'da ortaya çıkan ve Osmanlı'nın kuruluşunu sağlayan Ahî kültüründe, dayanışarak üretim yapmaya verilen "imece" adının anlattığı dayanışma karakterli toplumsal hareketleri unutmamamız gerekir.

 Kaldı ki 20 yy başlarında Faşist Franko'ya ve Salazar'a karşı verilen İspanyol İç Savaşı'nda Faşizme karşı, canlarını ortaya koyarak Cumhuriyetçilerle omuz omuza savaşmaya gelen gönüllülerin hangi ulus/millet'den oldukları, hangi ulusu savundıkları hiç önemli olmamıştır. Gönüllüler arasında bulunan Ernest Hemingway'in "Çanlar Kimin İçin Çalıyor"u, sonradan Fransa'da Kültür Bakanı olan Andre Malraux'un "Umut"u bu destansı dayanışmayı anlatır (aynı dönemde, İspanya'da Türkiye elçisi olan Yahya Kemal'in yazdığı "Endülüste Raks" ise aynı dili konuşan insanlar olarak bize utanç vermelidir).

 Daha sonra burjuva toplumlarının doğal yarışmacı yapısı gereği var olan "ulus/millet" bilinci, sermaye tarafından yapay olarak "kültür emperyalizmi"nin araçları (en önemlisi, Hitler'in propaganda bakanı Göbbels'in geliştirdiği "Büyük Yalan" kuramının geliştirilmiş biçimi olan "Halkla İlişkiler" bilimi(!)'dir) ile daha da güçlendirilmiş ve artık "insan"lar, başka "insan"ların gerçek savaşımının aynı zamanda kendi öz savaşımı olduğu bilincini hiç bir zaman taşıyamayacak duruma getirilmiştir. "Birey"in önde tutan ve Burjuva kültürü için çok doğal olan bu tutum "insan" için utanılacak bir yapı olduğu kadar günümüzün Burjuva yapılanmasına da pek yakışmaktadır!..

 Umulur ki, insanlık, "yarışmacı" Burjuva kültürünün toplumsal yapısı olan "ulus/millet" açmazından, Ortaçağ sonunda yıkılma sürecine girmiş olan "ümmet"i savunmaya çalışan engizisyon düzenine koşut savunma düzenleri oluşturmaya kalkışmadan kurtulmuş olur!..




KEMALİST ULUSÇULUK ÜZERİNE

Millet" önceleri "ümmet" karşılığı, aynı dinden olanlar için kullanılmış. Sonra anlam kayması ile, önce "budun/kavim" (bunun da biri Arapça biri Türkçe) karşılığı kullanılır olmuş. Orhon yazıtlarında (M.S. 7 yy - Muhammed'le çağdaş) geçen kavram "Türk budun". "Türk Milleti" diye çevrilmesi doğru değildir. "Budun"da bir oranda akrabalık ve kan birliği temeli vardır. Budun büyüdükçe bu yan azalır, Burjuva toplumları döneminde, ulus/millet ortaya çıkar.

Lisede, sosyoloji dersinde öğrencilere "ulus"un üç özdeksel/maddi, üç de tinsel/manevi ögesi vardır diye öğretiriz: Dil birliği, din birliği, yurt birliği, ülkü birliği, tarih birliği, kültür birliği'dir. Ama hiç bir ulusta bunların hepsi birden yoktur. Bazı uluslarda bunlardan yalnızca biri bulunabilir, hiç biri olmadan da ulusal yapı ortaya çıkabilir. Bu "birlik"ler toplumların uluslaşma süreci içinde, çeşitli uluslarda görünen özelliklerden derlenmiştir. Sosyologlar tarafından kendi görüşüne uygun olanı öne çıkarılarak alınmıştır. Söz gelimi “ırk birliği”ni aşmak için, kurama göre Kemalist ulusçuluk temeline "kültür birliği" yerleştirir. Ama “ırk-soy birliği” de unutulamaz bir türlü: “Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur”. Kıbrıs'ta, Bulgaristan'da yaşayan müslümanlara her zaman "soydaşımız"dır! Aynı yurdu paylaşmış olmamıza karşın birbirimizi, Rumları, Ermenileri, Kürtleri, Çingeneleri, dahası Türkleri bile uygulamada her zaman dışta tutmuş, her türlü aşağılamayı, uygun görmüşüzdür:

“Millet-i sadıka”;
“Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler”;
“Gâvur”;
“Etrak-ı bî idrak”
“Keçinin ve Türk’ün olduğu yerde fidan bitmez!”

Ve daha aklımıza gelecek pek çok deyim, deyiş, söyleyiş, atasözü vb…

Sosyolojik açıdan ise, "ümmet", ne denli Aristokrat toplumları bir arada tutan "toplumsal bilinç kavramı" ise, "ulus/millet" de Burjuva toplumlarını bir arada tutan "toplumsal bilinç kavramı"dır. Burjuva devrimlerinin oluşumunda "ümmet"e karşı verilen savaşımda, ulus/millet devrim yapan gurubu bir arada tutmaya yarayan öge olmuştur. Yani milliyetçi olmak burjuva devrimlerinin oluşum sürecinde ilerici/solcu bir nitelik iken, Aristokrat ümmet toplumlarının yok olmasından sonra, burjuva toplumların bireyci ve yarışmacı niteliği gereği, doğal olarak, uluslar/milletler birbirine düşmüş ve boğazlaşmaya başlamıştır. “Hakikat bilgisinin Allah’tan başka hiç bir yerden gelemeyeceği dogması" ile tanrının yetkilendirdiği var sayılan ve kendi ümmeti dışındaki bütün insanları yok etmeyi amaçlayan, onların kendisine hizmet için yaratıldığını düşünen "ümmetçi kültür"ün mantığına göre, Hıristiyan Haçlı seferleri gibi, İslam fetihleri gibi, Güney Amerika'nın ele geçirilmesindeki keşif/ele geçirme seferleri gibi "insan"ı "kul" gören kanlı inanç seferlerinin kültüründen sarkan etkilerle, Burjuva toplumlarını da, kendi ulusundan başkasını aşağı gören ("arî ırk" gibi, “damarlarındaki asil kan” gibi, Batı merkezci "Avrupa kültürü" gibi) ve öteki ulusların kendisine hizmet için var olduğu duygusuyla yaşayan ayırımcı/emperyalist bir konumda görürüz .

Bu aşamada "ulus/millet" artık "gerici/sağcı" niteliklidir. Kendisinin ortadan kalkma tehlikesine karşı, tutunmak için -varlığını bütün kutsallıklara karşı olmakta bulmasına karşın- kendisi "kutsal"laşır. Bir tür korunma içgüdüsüne kapılır, ümmet toplumlarından gelen "kan dökebilme" özelliğini, bir yandan, kendisini tutsak alacağını düşündüğü "düşman" uluslara, öte yandan, kendisini ortadan kaldırma potansiyeli gördüğü ilerici/solcu/gelecekçi/"insan"cı kültürel yapıya karşı kullanmaya, kan dökmeye başlayacaktır. Nazi Almanyası’nın faşist anlayışında olduğu gibi, bir yandan kendisi temel ve üstün ulustur, "ırk" ölçütüne göre ayırdığı öteki ulusları ortadan kaldırma yetkisine sahiptir, öte yandan gelecekte doğal süreç içinde kendisini yok etme potansiyeli taşıyan aydınlar, komünistler ve oların kültürü (kitapları) da ana düşmanlardır ve yok edilmelidir.

Sosyoloji tarihinde yıkılacağı duygusuna ve korkusuna kapılan bütün sosyal kurumlar acımasız ve kan dökücü olmuşlardır!.. Örnekleri çoktur, daha dün, Ermeni soykırımı (gönlümüz hoş olsun diye “tehciri” de diyebilirim), Kürt hareketlerinin bastırılması, Şeyh Sait isyanı ve Dersim İsyanı... 1936-37 sıralarında çıkarılan ve azınlıkların vakıflarının mallarına devletin el koymasını ve yeni mal edinememelerini sağlayan yasa, 1942 yılında varlık vergisi olayları, 6-7 Eylül olayları, 1964 yılında Rumların ve Ermenilerin püskürtülüp yurt dışına göçmeğe zorlanması ("Politiki Cousina" filminde anlatılıyor) arkasında devlet olsun olmasın Türk ulusunun yok olma korkusuyla ya kendisinin yarattığı ya da kışkırtılma potansiyeli sermaye tarafından kullanılmış olan olaylardır.

Bazı insanlık dışı uygulamaları da uluslar, anlaşarak yaparlar: Lozan antlaşmasına uygun olarak yapılan, yaklaşık bir buçuk milyon Anadolu Ortodoksu (aralarında Ortodoks Türklerın var olma olasılığı çok yüksektir) ile beşyüzbin Batı Trakya Müslümanının (aralarında müslüman Yunanlılar ya da Arnavutların olma olasılığı da az değildir) göç ettirildiği ünlü 1924 "Mübadele"si bunlardandır.

Doğaldır ki, yarışmacı Burjuva kültürünün egemen olduğu günümüzde, yalnızca "Türk"ler değil, elinde güç tutan bütün uluslar "öteki"leri yok edip egemen olmayı kendilerine "hak" görürler.

Bu doğrultuda, Türklere karşı yapılmış olan hareketler de hiç önemsiz değildir. Batı Trakya Türkleri ile Bulgaristan Türklerinin son birkaç on yıl içinde karşılaştığı olaylar bunlardandır. Kıbrıs'a Türkiye ordusunun çıkmasına neden olan ve Yunan cuntası tarafından desteklenen Nikos Sampson hareketi bunlardandır.

"Ulus"un ulusa ettiği saymakla bitmez. Taraflardan birinin Türk olup olmaması da hiç fark etmez... Gücü eline geçiren ulus ötekini ezer, ya sessiz soluksuz bırakır, ya da yok eder - etmeye çalışır. Burjuva toplumlarının bireyci-yarışmacı karakteri bu sonucu doğurur.

Bugüne değin toplumsal örgüt sayılan “devlet”, ilkin aristokratların kendi kültürlerine uygun olarak, yönetilenleri (yaratılmış olanlar) düzen içinde tutmak için üzerlerinde baskı kurmak amacıyla oluşturduğu bir mekanizmadır. Bu amacı gerçekleştirmek üzere organize olmuştur. Aristokrat kültürden sonra gelen Burjuva kültüründe de üretime yönelik iki toplumsal sınıf (Burjuvazi ve Proleterya) hala varlığını sürdürdüğü için, her ne denli, “demokrasi”, yani yönetilenlerin kendilerini yönettiği yönetim biçimi savında olursa olsun, Aristokratlardan aldıkları "baskıcı devlet” modelini kendi çıkarları için kullanmışlardır. Bununla da kalmamış, 20.yy’da kendilerine “komünist” demeyi uygun gören ve proleteryanın üretime katkısı olan “emek”e göre organize olacağı savını öne süren devrimci toplumlar da aynı “devlet” örgütlenmesini, üstelik, kuruluş amaçlarındaki Aristokrat baskıcı yapısını hiç değiştirmeden, belki de değiştiremeden, büyük bir “kolaycılık”la, kuramlarının içinde var olan “kamu” karşılığı kullanmaya kalkışmışlardır. 20.yy’ın sosyalist olduğu savındaki “halk cumhuriyetleri(!)”nin baskıcı bürokrat yapısı böyle ortaya çıkmıştır.

Kutsal sembollerin sosyoloji tarihi açısından hiç bir önemi yoktur. Doğal süreç içinde kendilerini yok olma tehlikesi içinde gören ulusların yıkılmamak için sığındığı kutsallıklardır. Oysa “ulus” kavramını kendi toplumsal bilinç kavramı olarak doğuran Burjuva kültürü, ümmet kültürünün “yaratılmışlar(halîk)/halk”ını yönetmek, "gütmek" (tek tanrılı dinlerin peygamberleri “çoban” olarak nitelenmiştir) için kullandığı “kutsal” kavramını yıkma savaşımını kazanarak egemen olmuştur. Şimdi aynı kavrama kendisi sığınmaktadır.

Daha dün, anımsadığımız yıllar içinde Ulusal Kurtuluş Savaşı üzerine yapılan baskıcı resmi devlet konuşmalarıyla “vatan millet sakarya” nutukları diye dalga geçen Türk aydını, entegre olduğu dünya ulusçulukları ile birlikte çökme sürecine girmiş, içi boşalmış milliyetçi/ulusalcı karaktere bürünmüş, elinde kutsallaştırılmış al bayrak, kendisi, aynı nutukları atanlardan olmuştur. Karanlıklara düşerek MHP yanlılığına değin ulaşmış “eski” aydınlar vardır!..


Burjuva kültüründe kutsallık bulunmaz. Söz gelimi, Fransız Burjuva Devrimi'nde önemli olan bayrağın kendisi değil, Fransız devriminin ilkeleri olan "eşitlik", "özgürlük" ve "kardeşlik" kavramlarının simgelemesidir.

“Bayrak”ın kültür tarihindeki gelişimi son derece pratik nedenlere dayalıdır. Türk tarihinde "tuğ"lar altında toplanan bölükler daha sonra "sancak", sonra da "bayrak" altında toplanmışlardır. Bayrak, toplanılacak yeri işaretlemek üzere yüksekçe bir yere asılan ve dikkat çeksin diye sallanma ya da rüzgarda dalgalanma özelliği taşıyan bir bez parçasının zaman içinde, Aristokrat kültürün etkisiyle kutsallaştırılmasından başka bir şey değildir!

Ayrıca bayrak gibi kutsal simgeleri, yalnız uluslar değil, Kültür Tarihinde “sonra gelen” başka guruplar da kullanır. Komünist "Kızıl Bayrak" bunlardandır. İngiliz işçi partisinin komünist döneminden kalma "Red Flag / Kızıl Bayrak" marşının geleneksel olarak hala heyecan içinde söyleniyor olması bunlardandır. Ayrıca, komünistler tarafından ortaya atılmış ve bir tür kutsallık yüklenmiş olan “enternasyonel” kavramının bir küçük burjuva ideolojisi olan Sosyal Demokratlar tarafından “Sosyalist Enternasyonel” adında kullanılması ilginçtir.

Şu, ne olduğunu bir türlü bilemediğimiz, kavram kargaşası içinde kalmış "Halk" kavramı Arapça "halîk"ten gelir ve "yaratılmışlar " demektir. Aristokrat kültür döneminde “tanrı dışındaki herkes” anlamındadır. Ama zamanla aşama aşama, tanrı yetkileri kullanan Aristokratlar, "halk" kavramını, “tanrının yönettikleri”, “tanrı adına yönetilenler” ve yalnızca "yönetilenler" anlamıyla kullanmaya başlamışlar ve bu kavram, önce “Aristokrat olmayanlar”, sonra da “yönetici sınıftan olmayanlar” anlamıyla kullanılmayı sürdürmüştür.

Günümüzdeki anlamı da budur.

Dünyanın bütün "yönetilenler"i "halk"tır. Şu ülkenin halkı, bu ülkenin halkı diyebiliriz. Zaman zaman "millet/ulus" kavramlarına yaklaştırabilir ve "Türk halkı", "Kürt halkı" olarak da kullanabiliriz. Ama "halklar" diyemeyiz. Bu kavramın, ulusların varlığına karşı durmamız gerekirken, uygulamada "ulus”un varlığını olumlamamıza yarayan saptırıcı bir kavram olarak önümüze özellikle sürülmüş olduğu çok açıktır. Biz de bu tuzağa düşmeye hazırız. Çünkü Burjuva kültürü içinde soluk alıyor ve uygulamada her sorunu ve çözümünü, Burjuva toplumunun, “ulus” kavramının yüklenmiş olduğu anlamlarla oluşturduğu çözümlerde buluyor, alıyor, kullanıyoruz.

Geleceğin yapısı, dizgesel olarak, yönetilenlerin, gerçek anlamda kendi kendini yönettiği, demokrasilere doğru evrilmektedir. Bu durumda dünyada halk(yönetilenler)ın kendi kendini yöneteceği toplumsal örgütlenmelerin oluşacağı düşünülmeli, savaşımı verilmeli, dizgesi (sistemi) oluşturulmaya çalışılmalıdır .

Buna dizgeye "devlet" denir mi? Sanmıyorum!.. En azından, bildiğimiz anlamda “baskıcı devlet” olmayacağı kesindir. Ayrıca, büyük olasılıkla, bu örgütlenme bir kamu örgütlenmesine doğru evrilmiş olacaktır. Ve bizim bugün "devlet" dediğimiz şeyin Aristokrat kültürden sarkan "ali kıran baş kesen" yetkilerini de taşımayacaktır!.. Bunun yerine “dayanışma” ile oluşmuş, dayanışmacı bir yapı olacağı anlaşılmalıdır.

Bu amaçla özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra ortaya çıkan ve "komünist" olma savı taşıyan "devlet"ler "halk cumhuriyeti" adını kullandılar ama aristokrat etkilerden ve "ulus-devlet" niteliğinden sıyrılamadıkları için de devlet bürokrasisinin baskıcı egemenliğini terk edemediler.

Kemalist Devrim, açık bir burjuva devrimidir. Ümmet toplumuna karşı yapılmıştır. Bu nedenle "ulus/millet" olarak örgütlenmesi doğru ve zorunluydu. Oysa Sovyetler Birliği gibi bir örnekte de "halk/kamu" örgütlenmesi için çaba gösteriliyordu. Bu yüzden Kemalist Devrim, ümmet toplumuna karşı "millet" toplumsal bilincini kullanmak zorundadır, ama toplumsal örgütlenmede, yani Cumhuriyetin yapısında, yönetilenlerin egemen olmasını düşünür ve partisinin adında (Halk Fırkası), kültürel geliştirme örgütlenmelerinde (Halkevi) "halk" adını kullanır. Partisinin ana ilkelerine her iki kavramı da koyar: "milliyetçilik", ve "halkçılık"..


Ancak Kemalist Devrim bir burjuva devrimi olduğu için "yönetilenler" anlamındaki "halk" ve "halkçılık" kavramları, uygulamada, tam olarak yerine oturamaz. Dahası dizgenin içinde yeri olmadığı için de biraz yapıştırma olarak kalır. Çünkü burjuva toplumlarında, "yönetilenler/halk" değil, sermaye, yani burjuvaların ideolojisi yönetimdedir. Bu durumda da toplumun "yönetilenler/halk"a göre örgütlenmesi olanaklı değildir.


Kemalist Burjuva Devrimi’nin önderi Mustafa Kemal, gelecekte "halk" kavramının toplumsal örgütlenme dizgesi içinde yer alacağını açık olarak görmüş olmalıdır ki, kuramın geliştirdiği toplumsal dizgenin içine geleceğin tohumlarını yerleştirmiştir. Bu da Kemalist Devrim’de, Herakleitos'un ünlü "akış"ının ayırdında olunduğunun önemli ölçütlerinden biridir.


Peki günümüz dünyasında “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” doğru bir ilke midir? Bu ilke, dünyanın bugünkü ulus-devletler döneminde genel bir bakışla doğru, savaşımı verilmesi gereken bir ilke gibi görülebilir. Ama, doğal olarak aristokrat dönemden kalma "sahip olma" tutkularımızın henuz kültürümüzden çıkıp yok olmadığı bir dönemde yaşadığımız için, uygulanması öyle kolay olmamıştır. Çekler ve Slovaklar gibi, Belçikalılar ve Dutch'lar gibi gelişkin sayılabilecek birkaç örnek dışında, özellikle de geri kalmış toplumlarda, Aristokrat kültürden kalma "mülk"e sahip olma duygusunu kültüründen atamamış hiç bir ulus, kendi topraklarında yaşayan bir başka ulusa "haydi üzerinde yaşadığın şu toprakları al da kendi devletini kur" dememiştir, diyememiştir.


Oysa “sermaye”nin, ulus-devletler arasındaki sınırları, çıkarına uygun ölçütlere göre kaldırmakta olduğunu ve sermayenin akışında ulusal sınırların öneminin, artık bütünüyle ortadan kalkmış olduğunu da unutmamak gerekir. Üstelik çok uzak olmayan bir gelecekte "ulus/millet" kavramının ortadan kalkarak toplumsal örgütlenmelerin ve kültürel yapılanmaların "ulus/millet" temeline göre değil, başka ölçütlerle oluşacağını görebilmek çok da zor olmasa gerektir.


Bu durumda doğal akış, ulus çatışmalarını kendiliğinden ortadan kaldıracaktır. Bunun belirtileri burjuva toplumları içinde öncü kültürel tepkilerde son elli yıl içinde baskın biçimde ve güçlenerek, açıkça görülmektedir. Geleceğin yapısını oluşturmaya çalışanlar tarafından bu potansiyelin yönetilmesi gerekmektedir.


Politikacılar, yönetilenlere baskı politikalarını keyiflerinden mi uyguluyorlar?


Hiç bir toplumsal önder, kendiliğinden "zebani" olmaz. Umduğu, hayal ettiği toplumun oluşmadığını gördüğü sürece sertleşmek zorunda kalır. Abdülhamit'i de, Stalin'i de bunlar arasında sayabiliriz. Hayal ettiğiyle uygulanabilir olanın aynı olması gerektiğinin ayırdına varmak gerekir. O zaman sertlikten başlasak da yumuşamaya doğru akan bir süreç içinde bunu başarma olanağı buluruz. Genellikle devrimlerden sonra bu süreç yaşanır. Toplumun olabildiğince yumuşak bir inişle yeni yapıya “indirilmesi” gerekir. Birer “birey” olan önderlerin becerisi, bu aşamada önem kazanır.


Bunu son yüzyıllarda yapabilmiş ender liderden biri de tabii ki Mustafa Kemal'dir. Yürüttüğü bütün politikaların bu doğrultuda olduğu açıkça görülmektedir.


Stalin'e gelirsek: Hiç kuşkusuz ki geleceği kurmaya çalışan bir Marxist'tir. Ancak uygulamacı olarak -bana kalırsa- toplumunu bir gecede Marxist ölçütlere göre kuramayacağını gözden kaçırmış, ona uyum zamanı tanımamış, politikalarını "akış"a, bir süreç"e göre düzenlememiştir. Bu konuda dirençli ve inatçı olduğu için de karşı çıkışları baskıyla durdurmaya çalışmıştır. Karşıt, kapitalist-burjuva toplumların aleyhte propagandasına da bol malzeme sağlamıştır.


Ancak ikinci paylaşım savaşında Hitler'in durdurulmasına karşı Stalin yönetimindeki Sovyet insanının dünyaya yaptığı katkı, unutulur gibi değildir.


Marx&Engels, kültür tarihinde birkaç, çok akıllı filozoftan biridir ("biridir" diyorum çünkü felsefe tarihinde birkaç filozof, iki kişi olarak tek felsefe dizgesi oluşturmuştur. Bunların en önemlisi de Marx&Engels'dir). Ütopik hiç bir kurum önermez. Yani hiç bir uygulama önerisi yoktur. Yalnızca kapitalist ekonominin, o güne değin insanların göremediği-düşünemediği açılardan bakarak, eleştirisini yapar, çürüme noktalarını gösterir ve yeni oluşacak toplumun hangi kanallara doğru girerek doğru yolda akacağını, burjuva/kapitalist toplumun, "insan"a karşıt, çürüme noktalarını temel alarak gösterir. Marx, yaşadığı sürece Avrupa komünistlerine siyasi önderlik eder. Ama bu, oldukça kısa sürer. Yani, bilinen ve karşı propagandaya konu olan bütün uygulamalar, daha sonraki Sovyet deneyimi ile öteki Marxist olduğu savındaki deneyimlerin uygulamalarıdır.


Temel düşünce olarak Marx&Engels yanılmaya olabildiğince pay bırakmamayı başarabilmiş filozoflardır. Birkaç noktayı da aldıkları geri bildirimlerle (feed back), kendileri düzeltmişlerdir. Söz gelimi Marx, bunların önemlilerinden birini, "herşeyin kayıtsız şartsız ekonomik yapıya bağlı olduğu" savını, gözlem ve deneyimleri sonucunda değiştirmiş, kültürel yapının da ekonomik yapıyı etkileyebileceğini -sosyoloji terimleriyle- anlatmıştır.


Temelleri çok sağlam olarak atılmış da olsa akış içinde hiç bir dizge, hele uygulamayı yönetme savındaki bir dizgenin her zaman aynı kalmasına olanak yoktur. Yeni deneyimlerle, yeni gereksemelerle, uygulamadan gelen pratik sorunlar her zaman çıkacak ve kuramın onları da çözmesi gerekecektir.


Bunları kendini Marxist olarak tanımlayan ya da tanımlamayan filozoflar çözmüşler, tamamlamışlardır. En önemlileri arasında Sartre (existentialist), Polanyi (sosyal demokrattır denilebilir), Mao, Marcuse sayılabilir. Sürekli olarak yeni çözümleri arama işi sürmektedir ve sürmesi de doğrudur.


Marxizmin en özgün yanlarından, Felsefeye getirdiği en önemli yeniliklerden biri, bilimsel yönteme uygun olarak dizgesini kapalı tutmamış olmasıdır. Yani Marxizm, gelişebilen, geliştirilebilen bir dizgedir. Bu nedenle de tutucu bir yapıya dönüşme şansı yoktur. Uygulamadaki tutuculuklar, uygulamacıların Marxist kurama ters düştüğü ve bunda direndiği noktalarda ortaya çıkar.


Kemalizm'in de -Atatükçü geçinenlerin anlayamadığı- en önemli özelliği, Marxizm'den bu ileriye açık olma özelliğini almış olmasıdır.



Hiç yorum yok: