Liberal
yarışmacı toplum bilinci olan “ulus”lar arasında “kardeşlik” olmaz. Yalnızca ya
“karşıtlık”, ya da “aynılık” olur. “Kardeşlik” ayırımcı bir kavramdır,
birbirinden ayrı olmayı belirler ve “karşıt olma” ile birlikte var olur.
Kimsenin kardeşi filan değilim; kendini “insan” duyumsayan herkesle aynıyım ve
yalnızca aynıyım. Kendini kürt, türk, çingene, ingiliz, fransız, rus duyumsayan
hiç kimseyle de aynı değilim. Onlar “insan”ın karşısındaki saflaşmada yerlerini
almış olanlardır.
Tarih
boyunca neredeyse bütün o korkunç sıkıntıları yaratan, insanevladının kendi
arasına “ümmet” gibi, “millet/ulus” gibi, kültürel ya da ırksal, sınırlar
koyarak “başka insanevladı”ndan yapay bir “öteki” yaratması değil midir?
Sınıfsal
“akış” içinde bunun “doğal” olduğunu söyleyebiliriz. Ama artık “insan” olmanın
bilincine varıp yalnızca sınıfsal ayırımları (“öteki” sınıf(lar)ı - ki artık
tekdir ve “burjuvazi”dir) temel almak gerekmiyor mu?
Burjuvazi
kuramsal olarak ortadan kaldırılabilir bir sınıftır. Nasıl Aristokrat sınıf
olmadan toplumlar var olabildiyse, Burjuva sınıfı var olmadan da toplumlar var
olabilir.
“İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir
şeyin, alınması da mümkün değil. (...)
Halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları,
daha burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki
tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok
olmakta.
Proletaryanın egemenliği bunu daha da yok edecektir.
Birleşik eylem, hiç değilse uygar ülkeler arasında olmak üzere, proletaryanın kurtuluşu
için en önde gelen koşullardandır.
Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan
kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır. Ulusun
kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı
düşmanca tutumları da düşer.”
“Komünist Parti Manifestosu”ndan
Karl Marx - Friedrich Engels (1847)
İnsanın ve
insanlığın geleceği işte bu tümceler üzerine kurulu... Ve bizim “insan” olarak
en önemli görevimiz bunun ayırdına varıp önündeki engelleri kaldırma konusunda
çaba göstermek ve “akış”a bu konuda destek vermektir.
Peki, nedir
bu engeller? Sermayenin bir dizge olarak kendi egemenliğini uzatmak için, artık
sosyolojik bakımdan ortadan kalkmış, ama duygusal izleri daha tam olarak
arınmamış olan “ümmet”, “ulus” gibi duyguları kullanarak, insanlar arasında bir
zamanlar var olan sınırları yapay olarak ayakta tutma çabasından başka bir şey
değildir. Kendimizi “türk” ya da “çingene” hissetmemizin gerekçesi yalnızca
budur...
Resmi Ulus-Devlet ideolojisi
Biz geleceği
kuracak “aydınlık kafalar” olduğumuzu düşünmüyor muyuz? Öyleyse nedir bu
“dün”den kalma “ulus” duygusuna “kutsallık” derecesindeki bağlılığımız? Bütün
kutsallıkları “tutuculuk” olarak niteleyip yaşamımızdan çıkarıp atmayı ilke
edinmemiş miydik? Aydınlanma dediğimiz şey, kutsal kitaplardan bilgi çıkarmak
için koca ortaçağın kullandığı tümdengelim karşısında tümevarımı da bilgi
edinme yöntemi olarak uygulamaya koyup, deneyemediğimiz ve gözleyemediğimiz ya
da kendi düşünemediğimiz her türlü bilgiyi hayatımızdan söküp atmak değil
miydi?
“Ulus
bağlılığı”, kutsallığı, geleceğe karşı, içeriği değiştirilmiş bir “istemezük”çülükten
başka nedir ki? Oysa “sol” kavramı ile geleceği kurmayı, geleceği savunmayı
anlamıyor muyuz?
İnsanın
kendi kültürel kimliği olarak toplumsal saptama yapmasını “ulusçuluk” olarak
yargılamak onu zaten içine itildiği “düşüklük duygusu-na” itmek değil midir?
1) Bu
“saptama”nın “toplumsal” olması, aynı anda “öteki” kavramının da birlikte
ortaya çıkması sonucunu doğurmakta ve tarih boyunca gelen “öteki”
saptamalarının tümünün getirdiği, “insan karşıtı” toplumsal olumsuzlukların
sürmesi anlamına gelmektedir. Bu da, günümüzde, emeğiyle geçinenlerin dünya
yüzünde küçük parçalar halinde kalması ve sermayenin onları denetim altında
tutarak istediği gibi yönetebilmesi sonucunu doğurmaktadır.
2) Bu
“saptama”, kültürel kaldığı sürece kimsenin bir söyleyeceği olmaz. Ancak aynı
kültürel özgürlüğün bütün, ama bütün başka kültürlerde oluşmasını de
engellememek koşuluyla. Başka kültürlere yapacağımız her yasaklama, engelleme,
toplumsallaşmakta; aynı anda “biz” ve “onlar” ayırımını devreye sokmakta,
üstelik “bizim kültürümüz” üzerinden “biz”e de yansımaktadır. İstesek de
istemesek de...
3) “Düşüklük
duygusu” kendi tersi olan “yükseklik duygusu” ile birlikte gelir. İkincisi var
olmazsa birincisi de var olmaz. Üstelik, “hangisine karşı ve hangi ölçütlerle
daha düşük?” gizli sorusunu da birlikte getirir ve kafamızda ister istemez
“kültürel kimlik”ler arasında hiyerarşik bir astlık üstlük duygusu yaratır.
İstesek de istemesek de... Bu duygunun da toplumsal yansımaları olur ve
sermayenin, “biz”i parça parça bırakmak üzere kullandığı yine budur.
Bugünün
insanının kültürel kimliğinin toplumsal yüzünü “ulusçuluk” olarak yargılamak ve
“ümmetçilik”le birlikte tarihin toplumsal çöplüğüne gömmek zorundayız!..
Geleceği
savunmak için!..
İşte bu
anlamda Marx'ın yaklaşık 160 yıl önce 1847'de “işçinin vatanı yoktur” demesi
son derece yerindedir. Bizim bugüne uyarlayarak söylememiz gereken de şu
olmalıdır: “Evet, yurtseveriz, ama bizim yurdumuz bütün dünyadır!..”
Kürtlere
yapay bir tarih yamayıp, ulus fikri aşılayıp aşiretlerden ulus üretmeye
kalkışılıyorsa, Türklerin de tüm dil, tarih ve kültür varlıkları, Mustafa
Kemal’ın tüm yaptıkları imhaya çalışılmıyor mu? Bir tu-tunum ideolojisi olan
“Türklük olayı” çözülerek cemaat, aşiret kültürü getirilmeye çalışılması ne
anlama geliyor?
İşte karşı
soru: “Kemalizm de Türkler için aynı şeyi yapmadı mı?” (o yapay Güneş-Dil
teorisi'nin falan ayrıntısına girmiyorum).
Peki
Kemalizmi “haklı”, ama bugünkü Kürtleri “haksız” kılan bir şey var mıdır?
Vardır:
“akış”, ve yalnızca “akış”… 100 yıl önce ümmete karşı savaşım verilebilmesi
için ulus bilinci gerekiyordu. Yaratılan ulusların yaratılmasındaki haklı
gerekçe, yalnızca budur. Uluslar, hangi gerekçeyle olursa olsun, birbiri ile
boğazlaşmaya başladığında “gerici” konuma düşmüştür. Günümüzde artık “ümmet
tehlikesi” diye bir tehlike söz konusu değildir. Bugün ümmet tehlikesi olarak
görülen her şey, ama her şey, en ince noktasına değin sermaye tarafından
insanlar arasındaki ayırımı, dolayısıyla Burjuva düzenini daha uzun süre
uygulamada tutmak ve çatışmayı kışkırtarak silah tüketimini sürdürmek gibi iki
yanlı bir amaca yönelik, planlı olarak yürütülmektedir.
Bunun
karşısında, Kürtlerle Türklerin -ve doğaldır ki bütün insanların-, bu durumun
ayırdına varabilen kesimlerinin bir araya gelerek günümüzün gerçek, gelecek
cephesini oluşturmaları ve bütün uluslara ve ulusçuluklara karşıt tutumla
kültürel -silahsız- savaşım başlatmaları gereklidir. Bu cephede toplanan
insanların artması Marx'ın yukarıdaki geleceğe yönelik öngörüsünün de daha
çabuk oluşması sonucunu doğuracak ve insanlık, ufkun, göremediği ötesini
görecektir. Orada yeni bir toplum, yeni değerler, ve doğal ki yeni sorunlar var
olacaktır. Bu, geleceğin yeni sınıf kültürünün oluşması demektir. Bizim
kültürümüz, ulusal kültürler değil, sınıfsal kültürlerimizdir. Biz, ütopyalar
biçiminde uydurarak değil, sorunlarımızı çöze çöze değerlerimizi yaratmak ve
kendi kültürümüzü bu değerlerle oluşturmak, ufkun arkasına doğru akarak yeni
ufukları görmeye çalışmak zorundayız. Bizim değerlerimiz bulunduğumuz anın duragan
(statik) değerleri değildir; bizim değerlerimiz, “sürekli akış”ı temel alarak
geleceğe yönelmek, geleceği kurmak zorundadır.
Bu nedenle
de bugün “türk olma” bilincinden “insan olma” bilincine yükselmek zorundayız.
Ya bütün değerlerimizi bu bilince göre düzenlemek zorundayız, ya da “insan
olma”ya karşı “istemezük”çülerin yanında yer alacak, onların hareket ordularına
karşı direnişi gibi geleceğe direnmek konumunda olacağız.
Yanımızın
hangisi olduğunu, bu ortamın seçenekleri içinden seçmek zorundayız.
Adını
Mustafa Kemal’in koyduğu ve kurmay başkanlığını son ana kadar yaptığı Hareket
Ordusu, tam böyle bir durumda, geleceğin güçlü yelini ardına alarak ve 31 Mart
olayında (13 Nisan1909) meşrutiyet’e karşı şeriat yanlısı “istemezük”çüleri
dağıtmak üzere kurulmuştu!..
Şu aşamada,
emperyalizmin toplumsal yapıyı parçalama saldırısı karşısında evrensel bir
insanlık tezi ütopik bir çözüm müdür? Toplum dağılıyor mu?
Evet, toplum
dağılıyor, dağılacak!.. Ve yenisi bu çürümenin içine köklerini salarak doğacak.
Destek vermemiz gereken çürümüş toplum değil, bu fidandır. Dağılmakta olan
toplumu tutmak doğru olsaydı, Renaissance ortaya çıkmazdı, Aristokrat katolik
Ortaçağ yaşamını sürdürürdü. Ne Aydınlanma olurdu, ne Fransız Devrimi...
Kemalist
Burjuva Devrimi de olmazdı, Osmanlı Aristokrat yapısını tutmaya çalışmak doğru
olurdu!..
Evet, yalnız
Türkiye'de değil, bütün dünyada Burjuva Toplumu dağılıyor!.. Ve biz hazırlıklı
değiliz. Hazırlıklı olmayalım diye ellerimize ulusçu armutlar tutuşturuluyor...
“Ellerimiz armut toplasın” diye, yapmamız gerekeni yapamayalım diye!..
Ne olursa
olsun, hazırlıklı olmamak bizim yanlışımızdır. Eskiye bakarak, Kemalizm dahil,
şuna değmiş, buna değmemiş deme şansımız, “o iyiydi”lere sığınma hakkımız yok!
Bizim işimiz, yeniyi oluşturmak, oluşturmanın doğru yöntemini bulmaktır. Hiç
bir yerden yardım, hiç bir yerden medet yok. Kemalizm dahil!..
Klasik
“emperyalizm” kavramı, “ulusların birbirini sömürmesi” anlamıyla önümüzde
özellikle tutuluyor. Oysa yüz yıldır köprülerin altından Herakleitos'un suları
aktı durdu. Artık uluslar değil birbirini sömüren. Sömürücüler yalnızca sosyal
sınıflar... Klasik emperyalizm görünümü, önüne yine emperyalistler tarafından
konulmuş yapay paravandan başka bir şey değil. Boğaya gösterilen kırmızı çaput
gibi... Arkasında toreodor falan yok!.. Saldırmamız istenen şey bu bez parçası
yalnızca!..
Bunun dik
âlâsını yapıyor, günlük politikalarda bütünsel dünya görüşümüzü gözden
kaçırıyor, ve sömürücü sermayenin ekmeğine yağ sürüyoruz. Sermaye de ağzı
kulaklarında göbeğini kaşıyor...
Bugünün
ilericiliği, solculuğu bunun ayırdına varmak, stratejilerimizi buna göre
yapmak, politikalarımızı, savaşımımızı buna göre düzenlemektir...
Dağılan
toplumu tutmaya çalışmak değil, yeniden kurmak zorudayız. İşimiz kolay değil!
Dünyanın bir araya gelmesine yönelik politikalar geliştirmek zorundayız...
Yarını
kuracak olan, kurulu düzenin reformistleri, 12 Eylül’ün tutucu “taş Mustafa
Atatürkçüleri” ya da onlara karşıymış gibi görünen ama aynı reformist bakışla
sol gösterip sağ vuran neo-liberaller değil, “biz”iz...
“Akış”ı
Düşüncelerimize temel almak zorundayız... Önümüze konulan bütün engelleri
parçalayıp, Anadolu’lu yurttaşımız Herakleitos'un “akış”ını görmek,
değerlerimizin en başına yerleştirmek, her türlü dizgemizi “akış” üzerine
oturtmanın yolunu bulmak zorundayız...
“Yeni
Aydınlanma”nın temel direği budur.
Kemalist ya
da değil, “Ulusçuluk” üzerine…
Ulusçuluğu
savunup savunmamamız önemli değil, temel yanlışımız, düşüncelerimizi ve
yaşantımızı ulusçu kültür değerleri üzerinden ve eleştirel bir bakışa gerek
duymadan yürütmemizdir. Bu tutum tam olarak burjuva kültürünün yansımasıdır.
İçinde soluyup, bunu, ister istemez yapıyoruz.
Bir büyük
organizasyonun kuruluş çalışmaları sırasında, onursal başkanımız Aziz Nesin'in,
ev sahipliği yaptığı ve önemli bulduğumuz ülkelerin kültür ateşelerine
verdiğimiz yemekte yaptığı konuşmayı “biz Türkler” sözcükleri üzerine oturtmuş
olması, beni büyük şaşkınlığa uğratmıştı. Bir insanın hem Marxist olması, hem
de “biz” kavramını “Türkler” üzerinden anlıyor olmasıydı bunun nedeni.
Düşünmüştüm, Osmanlı zamanında yaşıyor olsa, yine özdekçi dünya görüşünü
benimsemiş bile olsa, aynı bakış açısıyla, “biz” kavramını “aynı ümmetten
olanlar”, yani “müslümanlar” olarak anlamak zorunda kalacaktı...
Pek çok
örneğini göstermeme gerek yok sanırım.
Yine
düşünmüştüm, her sosyal sınıf egemenliği kendi kültürünü oluşturuyor, bu
kültürün kendine özgü yaşama ölçütleri oluyor ve bu ölçütler insanlara ister
istemez “doğru” geliyor. Bunların günümüze uygunluklarını, eleştirel bir
bakışla yeniden değerlendirmezsek yeni kültürleri kuramıyoruz. Bir sosyal sınıf
kültürünün içinden bakarıyor, ama bir sonraki sınıfın sosyal yapısını
oluşturmaya çalışıyoruz. Gerçekçi olmayan ütopik toplum modelleri ortaya böyle
çıkıyor. Dolayısıyla dünya toplumu olarak yeni sınıfların egemenliğine de hazır
olamıyoruz.
Büyük
devrimciler, bir burjuva devrimcisi olarak Mustafa Kemal, proleter devrimci
olarak Karl Marx - Friedrich Engels, kendinden önceki sınıfların kültürlerine
eleştirel gözle bakabildikleri için “devrimci” nitelemesine hak kazandılar. Hiç
de ütopik diyemeyeceğimiz yeni toplum düzenlerini bu yüzden, gerçekçi toplumsal
gereksemeler üzerinde, oluşturabildiler.
Peki nedir
diye düşünüyorum bugüne değin yaşanan kültürel ölçütler: http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html
İmdi...
Hepimizin
bildiği gibi Aristokrat toplumların “kül kültürü”, Burjuva toplumlar tarafından
aşılmış ve “ben/birey” kültürüne dönüşmüştür. Böylece kulların “ümmet bilinci”,
bireylerin “millet bilinci”ne dönüşür. Aziz Nesin'i konuşturan işte bu
bilinç... Savunsak da savunmasak da... Bu bilinci aşmadan ve yeni toplumlar
için yeni toplumsal bilinç ölçütlerini doğru olarak bulmadan yeni toplumlara
geçme yani devrim yapma şansımız yoktur.
Yanlışlık,
bir önceki kültürün ölçütleri ile bir sonraki toplumu kurma çabasında...
Osmanlı'da karşı devrim de bu yüzden gelir (http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadoluda-yeniden-dou.html), Sovyet Devrimi bu yüzden çöker!..
İşte ne denli Kemalist olmasak da, Mustafa Kemal'in Lenin'e göre, kabul etmemiz
gereken üstünlüğü, doğru zamanda doğru devinimi, yani burjuva devrimini
örgütlemiş olmasındadır. Lenin gibi basamak atlama çabasına girmemiş
olmasındadır. Kemalist Burjuva Devriminde, korkup durduğumuz ümmetçi karşı
devrimin gelme olasılığı yoktur. Türkiye toplumu dünya liberalizmine entegre olmuştur
ve onunla birlikte de yozlaşmaktadır. Bu yozlaşma bir karşı-devrim değildir.
Sosyal bir yapının doğal yaşlanma sürecini yaşıyoruz. Yapmamız gereken, bir
sonraki kültür aşamasının ve toplumsal çözümlerin oluşturulması politikalarının
geliştirilmesidir.
Oysa günümüz
Kemalizm’i, olmayan, yapay bir karşı devrimi durdurma politikasına göre
hazırlık yapıyor ve yozlaşmakta olan toplumu, var olmayan bu karşı devrimden
koruyup ilk haline döndürme boş çabasıyla çalışıyor. Bu çaba 80 yaşındaki bir
dedeyi 25 yaşındaki dinamik haline döndürme çabasına benziyor. Böyle bir karşı
devrim varmış görüntüleri de sermaye tarafından önümüze sürülüyor, yanlış
politikalara yönlendiriliyoruz.
Her birey
için kendi "ben"i dışındaki kişiler “öteki” midir?
Bu yargının
doğruluğu, “birey toplumları” için tartışılabilir. Ama “kul toplumları” yani
ümmetler için doğru değildir. Kulların karşısında “öteki”, hiyerarşik kulluk
sıralamasında kendi üstünde olanlar, tanrıdan gelen vekaletten kendinden çok
pay alanlar, yani Aristokratlardır. Kullar yaşayabilmek için kendi aralarında
dayanışmak durumundadır. Onların arasında “öteki” olmaz. Spartakus başkaldırısı
böyle oluşur. Anadolu'da 1240 Babaî başkaldırısı da, Yıldırım Bayezid'e karşı
ahîlerin kepenk kapatma eylemi de, Şeyh Bedreddin başkaldırısı da, Şah
İsmail'in Kızılbaş devletinin Selim'e karşı direnişi de, Köroğlu ile simgeleşen
Celalî ayaklanmaları da Aristokrat “öteki”ye karşı “kul”ların dayanışması ile
oluşmuştur. Bu dayanışma, kendi içinde karşıtını, yani “birey olma”yı yaratır.
Birey toplumlarının ilk adımları bu dayanışmanın içinden çıkmıştır.
“Doğadaki
öteki”, bizim
doğayı yenmemiz ve kültürel olarak ortadan kaldırmamız gereken “öteki”dir.
Yoksa avlanan panterin “öteki”si, kültür oluşturan insan topluluklarında
ortadan kalkmaktadır. Nietzsche'nin saptadığı gibi, insanlaştığımız oranda
içgüdülerimiz ortadan kalkıyor ve kalkacaktır. İnsanlaşmamız, içgüdülerimizi,
yani hayvanlığımızı ortadan kaldırma çabamızdır. O yüzden de doğadaki “öteki”
bizim “var” olduğunu saptayıp, düşüncelerimizi dayandıracağımız bir şey değil,
tam tersine insanlaşma sürecinde ortadan kaldırmak zorunda olduğumuz
“öteki”dir.
Düşüncelerimizi
“doğadaki öteki”ye yaslamak, doğal dengeler üzerine oturduğu savında olan
Burjuva-liberal kültürün bizdeki güçlü etkilerinden önemli biridir.
Düşüncelerimizi bunun üzerinden kurmak, önümüzde bulunan, yarışmacı
liberalizmden başka bütün çıkış yollarımızı gözümüzün önünden uzaklaştırmak
anlamına gelmektedir.
Sosyal
devrimler, 68
kuşağının sandığı gibi, bir gece dağa çıkıp ertesi gün devrim yapıp dağdan
inerek olmaz. Burjuva sınıfının bütün kültürünü oturtarak dünyaya egemen
olabilmesi, Avrupalı ölçütlere göre 1215 Magna Carta Libertatum ile, Doğuya
bakarsak Hallac-ı Mansur'un “Enel Hüve”si ile 300 yıl daha önce başlamış ve
ikinci dünya savaşı sonrasına değin sürmüştür.
Yani
toplumların kültürleriyle birlikte değişimi, yani sosyal devrim denilen şeyin
gerçekleşmesi için, öyle 10 yıllar, yüz yıllar değil, bin yıla yakın süreler
gerekmiş bundan önce... Koca ortaçağ direnmeleri, kan dökülmeleri,
engizisyonlar yaşanmış.
100-150 yıl
önce sistematize edilmiş bir devrimin, Burjuva devrimi ile
karşılaştırıldığında, hemen hiç badire atlatmadan pat diye oluşacağını sanmak
doğru değildir. Henuz başarılı olmamasını, olmayacağı biçiminde yorumlamak
da... Hele “bakın gördünüz işte, başarılı olamadı!..” sözleri de sermayenin
bizi içine çektiği düşünce tuzaklarının en önemlilerinden biridir.
Ayrıca
Proleter Devrim’i işçi sınıfının örgütleyip, örgütlenip, kendi başına yapacağı
yanılgısına da düşmemek gerekiyor. Bugüne değin toplumsal değişmeler yeni
gereksemeler üzerine kurulmuş ve bütün toplum tarafından yapılmıştır. İlk
burjuva hareketi olan Magna Carta Libertatum'u krala imzalatanlar
İngiltere’deki Aristokratlardır. 1250'li yıllarda, yine İngiltere’de, Burjuva
demokrasisine ilk adım sayılan, dünyanın ilk meclisini kuranlar da
Aristokratlardır. Bu meclis bugünkü Lordlar Kamarasına evrilmiştir. Daha
ilginci, Aristokratların kurduğu bu meclise karşı, 1290'lı yıllarda (yani
Osmanlı henuz kurulmadan) halkın (yani o günkü burjuvaların) meclisi, bizzat
Aristokratların başı olan İngiltere Kralı tarafından kurulur. Bu meclis de
bugün Avam Kamarasına evrilmiştir.
Geleceğin
toplumu emeğiyle geçinenlerin toplumu olacaktır. Yoksa işçiler devrimi yapmakla
görevlidir, onlar olmazsa devrim de olmaz gibi bir düşünce son derece
yanlıştır. Bu arada Marxist kuramın en önemli kuramcıları Karl Marx'ın bir
Yahudi olarak, Avrupa'da burjuva sınıfını oluşturan en önemli guruptan
geldiğini, Friedrich Engels'in de bir İngiliz Aristokratı olduğunu anımsamak
gerekir. Yani, Devrimleri, sosyal sınıf egemenliklerini, bunların kültürlerini
toplumsal gereksemeler oluşturur. O sosyal sınıfın bizzat örgütlenip devrim
oluşturması değildir beklenilmesi gereken. Daha çok o sosyal sınıfın üretime
katkısının, ki Marxist Devrim bağlamında bu “emek”tir, kendine özgü kültürü
oluşturması ve toplumda egemen olmasıdır temel olan...
Dünya’nın
ilk yurttaşları
İlk dünya
yurttaşları epey önce gerçekleşti. İspanya iç savaşında bütün dünyanın insanı
gönüllü “insan” olarak oradaydı, Franko Faşizmine karşı İspanyol olarak değil,
“insan” olarak öldüler. Hamingway'in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u, Andre
Malraux'nun “Umut”u onları anlatır...
Sacco ve
Vanzetti de bu yüzden idama gittiler!..
O dönemde
“sermaye” henuz “insan”a karşı örgütlenememiş, silahlanamamıştı ve insanlara
yönelik birey olarak kalma, kendi sınırlarını aşmama konusunda propaganda
-halkla ilişkiler- taktikleri geliştirememişti. Bugün artık kültürel anlamda
silahlandı ve bütün insanlığa “sınırlarınızın içinde kalın” buyurdu!..
İşte bir
soru: Neden bir sermaye devleti olarak ABD, ikinci dünya savaşı sonunda,
Avrupayı Faşist İtalya ve Almanya'dan kurtarmak üzere ordu gönderir de Faşist,
İspanya ve Portekiz'deki Franko ve Salazar egemenliğine karşı aynı şeyi yapmaz?
Bu ülkede
hepimiz Türk, hepimiz Ermeni değil miyiz?
“Hırant Dink
öldürüldüğünde ben Ermeniyim! Sulukule ortadan kaldırıldığında da Çingeneyim;
canım neremden yanarsa ben oyum" diyebildiğimiz gün ‘insanlaşmış’
olacağız!.. http://omer-tuncer.blogspot.com/2009/01/insan-kamil.html
Batıda
aristokrat, Katolik, ortaçağ dönemi bitti mi?
Tamamen
bitmiştir. Aristokrat dönemden kalan kültürel uzantılar, biçimler, dönemin ana
yapısının sürdüğünü göstermez. Bugünün dünyasında insan bilinci “birey”
temeline göre, ekonomik yapı “kâr”, toplumsal bilinç “ulus” ölçütüne göre
işlemektedir. Bütün sanatlar “ben” kavramının içinde dolanmaktadır. Oysa
Aristokrat toplumlarda bunlar “kul”, “hizmet(tanrıya)”, “vahiy” ve “ümmet”
kavramlarıyla çalışıyordu.
Osmanlı
sadrazamlarının yarısına yakını kellelerini efendilerinin saçma sapan da olsa
bir emriyle gönüllü olarak vermişlerdir, “kul” olmayı kabulledikleri için...
Bugün olsa hangi kadın 8.Henry'nin karısı olup herif bıktığında öldürülmek
isterdi? Ama o gün bir sürü kadın bunu kendi isteğiyle kabul etmiştir.
Toplumun
bütünü tanrının hizmetindeydi ve tanrının devleti, kulların efendisi, sultanlar
kırallar, çarlar, imparatorlar da o devletin yöneticisi konumundaydı. Kullar
sorgusuz sualsız devlet için vardı. Fetihler “Allah Allah!..” çığlıklarıyla
yapılır tanrının mülkü kulluğunu kabul etmeyenlerin elinden kurtarma
haklılığıyla ele geçirilirdi (haçlı Seferleri, İstanbul'un fethi vb...).
Bütün
yaratılar, yazılar, resimler, müzikler, şiirler tanrı tarafından vahyedilirse
yaratılabilirdi. Onun için özellikle Ortaçağ sonlarına doğru ve özellikle doğu
toplumlarında, yazıların büyük çoğunluğu imzasızdır. Çünkü bireyler
yaratılarını ancak tanrı vahyettiği için yapabilirlerdi. Kur'an için günümüzde
müslümanların inandığı vahiy, bütün yaratılar için geçerliydi. Yazılan
metinlere imza konulması ayıp, dahası günah sayılırdı. Bu yüzden bugün pek çok
metnin kim tarafından yazıldığını bulmak için tarihçiler çeşitli yöntemler
geliştiriyor. Kapadokya kiliselerinin içinde bulunan resimlerin hiç birinde
ressamının imzasını göremiyoruz.
Bu
devletlerin içinde yaşayan insanlar “ümmet”ti. Aynı dine inanırlardı. Ya bir
tanrı (Augustus vb..) ya onun kanından gelmiş biri (oğlu vb..), ya da vekili
(peygamberler, azizler vb..) ya da en azından “tanrının yeryüzündeki gölgesi”
tarafından yönetilirlerdi. Bu kişi, canlarını alma yetkisi de içinde, kullar
üzerinde, tanrı adına, istediği gibi tasarruf yetkisine sahipti.
Ortaçağın
bitip bitmediğini, ancak bu kültürel tutamakların var olup olmadığıyla
ölçebiliriz. Yoksa İngilterede hala kral var gibi turistik-biçimsel
özelliklerle değil. Hele Suudi Arabistan, Taliban, Hizbullah ya da El Kaide
gibi dinsel görünen örgütlenmelerle hiç değil. Çünkü onlar, inançları
Ortaçağdan sarkagelen insanları etraflarında toplamak ve kolay yönetmek için
sermaye tarafından oluşturulmuş, sermaye tarafından desteklenmekte olan
örgütlenmelerdir. Bunlardan kimisinin El Kaide gibi daha sonra sermayeye karşı
isyan etmiş olmalarını, yine gerçek aristokrat ümmet toplumlarından bugüne
kalmış “tanrı adına yapılan fetihler” gibi Aristokrasinin mantığıyla değil,
Burjuva kültürünün ölçütlerine göre, sermayenin yarışmacı yapısı içinde
değerlendirmek gerekir.
“Çağdaş
olmak” nedir? Eğer
bu soruya “insan” olmak diye yanıt verirsek, batı çağdaş değildir. Ama
Kapitalizmin bugün geldiği yaşlanma ve çökme aşamasını anlıyorsak evet, batı
çağdaştır. Sosyolojik bakımdan günümüzün geldiği yer de budur.
Doğal ki,
Kapitalizmin kendi iç çatışmaları vardır. “insan”ın önde tutulması ile
sermayenin çıkarlarının çatıştığı yerlerde “batı(bu kavramın tam olarak ne
demek olduğunu anlamıyor, “sermaye” demeyi daha doğru buluyorum)/sermaye” kendi
çıkarını seçmektedir. Ama diyalektik gereği kendi karşıtını da -insan hakları
örgütlenmeleri, Greenpeace vb- kendi içinde yaratmakta, yaşatmaktadır.
Sermayenin
yapısı, doğal dengeyi temel alan yarışmacı yapıyı örnek alarak, güçlünün
güçsüzü doğal seçme (seleksiyon) ile devre dışı bırakmasını, dahası onun
varlığını kendi varlığına katmasını (doğada canını alarak etini yemesini)
gerektirir.
Biz, bütün
bunlara karşı çözüm arıyorsak, dünyadaki mazlumlarla birleşmeliyiz. Ancak güç
birliğimiz bizi kurtarabilir. Mazlumların güç birliği... Ülke mülke değil, hele
maazallah “millet/ulus” hiç değil. Yalnızca “mazlum”... Mazlumları bir araya
getirecek ve örgütleyecek politikalar geliştirmemiz ve bu politikalarla
“muhalefet” görevini üstlenmemiz gerekiyor. Çağdaş demokrasi ancak bu durumda dengelenecek
ve her iki kanadı da yerli yerine oturabilecek, ancak bundan sonra yaşam
kazanabilecektir.
Marxist'lerimiz
bunu yapmaya çalışmak yerine, sermayenin tongasına düşmüş, anti-emperyalizm
görünümü altında milliyetçilik peşindeler!..
Değişimi
sağlayacak filizler, çürümüş bir enkazdan mi, var olan dinamiklerden mi
yürüyecek?
Her
ikisinden de… Bir toplumda değişimi sağlayacak dinamikler, önceki toplumların
cesetlerinin gübrelediği topraklardan filizleniyor. Ortaçağ sonuna dikkatle
bakarsak kolaylıkla görebiliriz.
Kapitalist-liberalist
dünya çürüyor. Ülkeler de… İster istemez dağılacaklar… Ve yenisi kurulacak.
Yeni toplumda yeni sosyal sınıf egemenliği geliyor. Egemenlik ancak böyle
değişiyor. Toplumlar ancak böyle gençleşiyor…
Büyümezse
çökme özelliği gösteren Kapitalist ekonomik yapı, büyüyebileceği son noktadan,
küresel sermaye egemenliğinden sonra, kendi üstüne çökmeye başladı. Bir pamuk
ipliğinin kopmasından ortaya çıkan son ekonomik kriz budur. Çok daha kocamanı
da uzak değil yazık ki...
Ve gelecek
büyük kriz(ler?)in çok büyük bir savaş getirme olasılığı hiç az değil (1929
ekonomik krizinin ikinci dünya savaşını getirdiği unutulmamalıdır). Artık bu
atom savaşı mı olur, yoksa son derece vahşi bir klasik savaş mı olur bilmek
kolay değil. Dünya yönetimine Mihail Gorbaçov gibi aklı başında bir kadro
soyunur da kendi elleriyle kendinden sonrakilere teslim etmeyi başarırsa
olabildiğince az kanla kurtulma olasılığı bulunabilir belki…
Ama
aydınlıktan önce çok büyük bir karanlık görünüyor. Ortaçağ’dan çok daha berbat
bir karanlık!.. Savaş teknolojisinin gelişmişliği nedeniyle, öyle engizisyon
falan gibi insanlık olarak birkaç bin ya da birkaç on binle kurtulabileceğimiz
bir çatışma da olmayacak korkarım!..
Sapkın
milliyetçi akımların karşı karşıya getirmeye çalıştıkları Türk ve Kürt
kardeşliğine inanan aydınlar eninde sonunda birbirlerine sahip çıkacaklar
denebilir mi?..
Liberal
yarışmacı toplum bilinci olan “ulus”lar arasında “kardeşlik” olmaz. Yalnızca ya
“karşıtlık”, ya da “aynılık” olur. “Kardeşlik” ayırımcı bir kavramdır,
birbirinden ayrı olmayı belirler ve “karşıt olma” ile birlikte var olur.
Kimsenin kardeşi filan değilim; kendini “insan” duyumsayan herkesle aynıyım ve
yalnızca aynıyım. Kendini kürt, türk, çingene, ingiliz, fransız, rus duyumsayan
hiç kimseyle de aynı değilim. Onlar “insan”ın karşısındaki saflaşmada yerlerini
almış olanlardır.
Bize
“Amerika” diye belletilen paravanın ardına saklanmış olan sermayenin -ki içinde
Türkiyeli sermaye de var- işine gelmeyen tutum budur. Kürtler, türkler,
çingeneler, fransızlar, ingilizler, ruslar ve aralarındaki ulusal sınırlar,
sermayenin o denli işine geliyor ki... Onları bu parçalı halleriyle ve
birbirleriyle yarış içindeyken denetlemeleri ve kullanmaları; ister
çatıştırmaları, ister “kardeş”leştirmeleri çok daha kolay. Ve sermaye bunu
işine geldiği zaman ve işine geldiği gibi, çok da güzel yapıyor!.. Şimdiye
değin buna karşı, karşıt politikalar geliştirdiğimiz söylenebilir mi?
Egemen
sınıflar ve arkalandıkları emperyalist güç, ulusalcı kesimleri bitirebiliyor mu?
Bitirmeyi mi
istiyor, yaşatmayı mı? Dikkatli bakarsak kolaylıkla görebiliriz.
“Emperyalist
güç” -bana göre yine “sermaye”- ulusalcılığı bitirmeye çalışmıyor... Tam
tersine, yaşaması için her şeyi yapıyor. Ulusalcılığın entellektüel ömrü 75-80
yıl kadar önce yukarıda verdiğim örnekler sırasında çoktan bitmişti. Türkçü
Turancılığın, Avrupa Faşizminin “nasyonal sosyalist / milliyetçi toplumcu”
karakteri, milliyetçi/ulusalcılığın (nasyonalizmin) göçmekte olduğu korkusuyla
oluşur. Ancak yıkılmakta olan sosyal yapılar, yıkılma korkusuyla sertleşir.
Bundan sonra, her türlü ulusçu ya da ümmetçi yapı, viagra desteğiyle dik durma
anlamına gelir. Ardında sermayeyi ve yalnızca sermayeyi buluruz!..
Adını ister
“yönetilenler”i parçalamak için “halklar” koyalım ve “Kürt halkı”, “Türk halkı”
gibi ayırımcı kavramları kullanalım, bu eskiyince ister “kimlik” olarak
niteleyelim, bu bilinç ulus bilincidir ve burjuva sosyal yapısının
ayırımcı-yarışmacı üst yapı kurumudur. “Ben” kavramının toplumsallaşması ile
oluşur. Bize takılan at gözlükleri -yani ulus devletler, dolayısıyla da ulusal
sınırlar- bizim sınıf kültürlerini görmemizi engelliyor. Ümmet kültürleri
olduğu gibi, ulusal kültürler de elbette var olacaktır. Ama temel olan sınıf
kültürümüzdür.
Akış içinde
biri öbürünün yerine geçerek gelen sınıf kültürümüz temel kültürümüzdür. Ulusal
kültürlerin eşit kültürler olarak var olmalarını da sağlayacak olan yine sınıf
kültürleridir. Yoksa “Kürtlere yapay bir tarih yamayıp, ulus fikri aşılayıp
aşiretlerden ulus üretmeye kalkışılıyor,” diyerek bir kültürü kolaylıkla yok
saymak ya da aşağılamak için gerekli ortam bulunur. Sermayenin suladığı işte bu
ortamdır.
Tohumlar
bizden, sulayıp büyütmesi sermayeden... Ürün de sermaye düzeninin oksijen
çadırında olabildiğince uzun süre daha yaşatılması...
Artık bunun
ayırdına varmak ve sermayenin yolunu açmayacak, tam tersine tıkayacak
politikaları geliştirmek zorundayız!..
Kim bu
“biz”?
“Biz”,
kendimizi duyumsadığımız gurupla birlikteliğimizdir. Bu “Türk” olur, “Müslüman”
olur, “Anadolulu” olur, “hemşehri” olur...
Günümüzün
dünyasında, geleceği kuracak olan “biz”: Kendini bir ümmetten ya da bir ulustan
saymayan,öncelikle “insan” olduğunun bilincine varan herkesdir... Aydınlardır,
Kürtçü ya da Türkçü gibi ulusçuluklar taşımayan gerçek Marxistlerdir, sermaye
düzeninin iç çelişkilerinin ayırdına varan ve karşı durmak için örgütlenen
Greenpeace'dir, doğa korumayı ilke edinmiş olan yeşillerdir, demokrasiyi
“ancaksız”, “fakatsız”, pırıl pırıl aydınlıkla ve sıfır karanlıkla
yerleştirmeye çalışanlardır, insan hakları savunucularıdır “biz”!..
“Biz”
yeterince çokuz. Ama partileşmeye, politik örgütlenmeye ve toplu muhalefet
politikaları üretmeye gereksememiz var!..
KEMALİST ULUSÇULUK ÜZERİNE
"Ulus" ile "millet"
aynı şey. Biri Türkçe, öteki Arapça, hepsi bu...
"Millet"
önceleri "ümmet" karşılığı, aynı dinden olanlar için kullanılmış.
Sonra anlam kayması olmuş ve önce "budun/kavim"
(bunun da biri Arapça biri Türkçe) karşılığı kullanılır olmuş. Orhon
yazıtlarında (M.S. 7 yy - Muhammed'le çağdaş) geçen kavram "Türk
budun". Ama "Türk Milleti" diye çeviriyorlar. Doğru değil.
"Budun"da akrabalık ve kan birliği bir oranda var. Budun büyüdükçe
azalıyor, sonunda ulus/millet ortaya çıkıyor.
Lisede,
sosyoloji dersinde öğrencilere "ulus"un üç özdeksel/maddi,
üç de tinsel/manevi ögesi vardır diye okuturuz. Bunlar: Dil birliği, din
birliği, yurt birliği, ülkü birliği, tarih birliği, kültür birliği'dir. Ama hiç
bir millette bunların hepsi birden yoktur. Bunların hiç biri olmadan da ulus
olabilir. Bazı uluslarda bunlardan yalnızca biri bulunabilir falan. Bu
"birlik"ler tarih içinde çeşitli uluslarda görünen özelliklerden
derlenmiştir. Sonra da sosyologlar tarafından kendi görüşüne uygun olanı
alınarak öne çıkarılmıştır. Söz gelimi Kemalist ulusçuluğun temelinde de
"kültür birliği" vardır. Ama soy-ırk birliğini de unutamayız bir
türlü... Kıbrıs'ta, Bulgaristan'da yaşayan müslümanlara her zaman
"soydaşımız" kavramıyla bakarız. Aynı kültürden gelmiş olmamıza
karşın Rumları, Ermenileri, Kürtleri, Çingeneleri de uygulamada her zaman
dışta tutmuş, onlara her türlü aşağılamayı, uygun görmüşüzdür.
Sosyolojik
açıdan ise, "ümmet", ne denli Aristokrat toplumları bir arada tutan
"toplumsal bilinç kavramı" ise, "ulus/millet" de Burjuva
toplumlarını bir arada tutan "toplumsal bilinç kavramı"dır. Burjuva
devrimlerinin oluşumunda "ümmet"e karşı verilen savaşımda,
ulus/millet devrim yapan gurubu bir arada tutmaya yarayan öge olmuştur. Yani
milliyetçi olmak burjuva devrimlerinin oluşum sürecinde ilerici/solcu bir
nitelik iken, Aristokrat ümmet toplumlarının yok olmasından sonra, burjuva
toplumların bireyci ve yarışmacı özelliği gereği doğal olarak,
uluslar/milletler birbirine düşmüş ve boğazlaşmaya başlamışlardır. Kendi ümmeti
dışındaki bütün ümmetlerin varlığını yadsıyarak onların kendisine hizmet için
yaratıldığını düşünen "ümmetçi kültür"ün mantığına göre ve Hıristiyan
Haçlı seferleri gibi, Osmanlı'nın fetihleri gibi, Güney Amerika'nın ele
geçirilmesindeki kanlı keşif/ele geçirme seferleri gibi "insan"ı
"kul" gören ve yalnızca kendi tanrısını gerçek Tanrı sayıp, başka
tanrılara inananların ona isyan ettiğini var sayan kanlı inanç seferlerinin
ardından, Burjuva toplumlarında da kendi ulusunu üstün gören ("ari
ırk" gibi, Batı merkezci "Avrupa kültürü" gibi) ve öteki
ulusları kendisine hizmet için var olduğunu düşünen ayırımcı/emperyalist bir
konumda görürüz<!--[if !supportFootnotes]-->[1]<!--[endif]-->.
Bu aşamada
"ulus/millet" artık "gerici/sağcı" niteliklidir. Ortadan
kalkma tehlikesine karşı, tutunmak için, varlığını bütün kutsallıklara karşı
olmasına borçlu olmasına karşın, kendisi "kutsal"laşır. Üstelik bir
tür korunma içgüdüsüne kapılır, ümmet toplumlarına karşı savaşım verirken
kültürüne girmiş olan "kan dökebilme" özelliğini bir yandan kendisini
tutsak alacağını düşündüğü "düşman" ulus/milletlere, öte yandan kendisini
ortadan kaldırma potansiyeli gördüğü
ilerici/solcu/gelecekçi/"insan"cı yapılara karşı kullanmaya, yani kan
dökmeye başlayacaktır. Nazi Almanyası’nın faşist anlayışında olduğu gibi, bir
yandan kendisi temel ve üstün ulustur, öteki ulusları ortadan kaldırma yetkisine
sahiptir (“ırk” yalnızca ulusun ölçütütür, sınıfsal temel kavram “ulus”tur),
öte yandan gelecekte doğal süreç içinde kendisini yok etme potansiyeli taşıyan
aydınlar ve komünistler de ana düşmanlardır ve yok edilmelidir.
Sosyoloji
tarihinde yıkılacağı duygusuna kapılan bütün sosyal kurumlar acımasız ve kan
dökücü olurlar!.. Örnekleri çoktur, daha dün, Ermeni soykırımı (gönlünüz hoş
olsun diye “tehciri” de olabilir), Kürt hareketlerinin bastırılması, Şeyh Sait
isyanı ve Dersim İsyanı... 1942 yılında varlık vergisi olayları, 6-7 Eylül
olayları, 1964 yılında Rumların ve Ermenilerin püskürtülüp yurt dışına göç
etmeğe zorlanması ("Politiki Cousina" filminde anlatılıyor) arkasında
devlet olsun olmasın Türk ulusunun yarattığı olaylardır.
Bazılarını
da uluslar, aralarında anlaşarak yaparlar: yaklaşık bir buçuk milyon Anadolu
Ortodoksu (aralarında Ortodoks Türklerın var olma olasılığı da vardır) ile
beşyüzbin Batı Trakya Müslümanının (aralarında müslüman Yunanlılar ya da
Müslüman Arnavutların olma olasılığı da vardır) göç ettirildiği ünlü
"Mübadele" bunlardandır.
Doğaldır ki Burjuva
kültürünün egemen olduğu günümüzde, yalnızca "Türk"ler değil, elinde
güç tutan bütün uluslar ötekileri yok edip egemen olma konusunu (Aristokrat
Devleti
ele geçirme… “Devlet” Aristokrat bir yapıdır. Bu nedenle de Aristokrat
kültürden gelmesi nedeniyle baskıcı bi yapıdır) kendilerine "hak"
görürler. Türklere karşı yapılan hareketler de hiç önemsiz değildir. Batı
Trakya Türkleri ile Bulgaristan Türklerinin son birkaç on yıl içinde
karşılaştığı olaylar bunlardandır. Kıbrıs'a Türkiye ordusunun çıkmasına neden
olan ve Yunan cuntası tarafından desteklenen Nikos Sampson hareketi
bunlardandır.
"Ulus"un
ulusa ettiği saymakla bitmez. Taraflardan birinin Türk olup olmaması da hiç
fark etmez... Gücü eline geçiren ulus ötekini ezer, ya sessiz soluksuz bırakır,
ya da yok eder - etmeye çalışır. Burjuva toplumlarının bireyci-yarışmacı
karakteri bu sonucu doğurur.
Kutsal
sembollerin sosyoloji tarihinde önemi yoktur. Bunlar, doğal süreç içinde
kendilerini yok olma tehlikesi içinde gören ulusların yıkılmamak için sığındığı
kutsallıklardır. Oysa “ulus” kavramını kendi toplumsal bilinç kavramı olarak
doğuran Burjuva kültürü, ümmet kültürünün “kutsal” kavramını yıkma savaşımını
kazanarak egemen olmuştur. Şimdi aynı kavrama kendisi sığınmaktadır.
Daha anımsadığımız
yıllar içinde Ulusal Kurtuluş Savaşı üzerine yapılan konuşmalarla “vatan millet
sakarya” diye dalga geçen Türk aydını, içi boşalmış milliyetçi/ulusalcı
karaktere bürünmüş, elinde ay-yıldızlı bayrak, aynı nutukları kendisi atmaya
başlamıştır.
Oysa
“bayrak”ın kültür tarihindeki gelişimi son derece pratik nedenlere dayalıdır. Türk
tarihinde "tuğ"lar altında toplanan bölükler daha sonra
"sancak", sonra da "bayrak" altında toplanmışlardır. Toplanılacak
yeri işaretlemek üzere yüksekçe bir yere asılan ve dikkat çeksin diye rüzgarda
dalgalanmaya bırakılma özelliği taşıyan bir bez parçasının zaman içinde
kutsallaştırılmasından başka bir şey değildir!
Burjuva
devrimleri sonrasında bu kutsallık bulunmaz. Söz gelimi, Fransız Burjuva
Devrimi'nde önemli olan bayrağın kendisi değil, Fransız devriminin ilkeleri
olan "eşitlik", "özgürlük" ve "kardeşlik"
kavramlarının simgelemesidir.
Ayrıca
Kutsal Bayrak kültürünü yalnız uluslar değil, Kültür Tarihinde “sonra gelen” başka
guruplar da kullanır. Komünist "Kızıl Bayrak" bunlardandır. İngiliz
işçi partisinin komünist döneminden kalma "Red Flag / Kızıl Bayrak"
marşının geleneksel olarak hala heyecan içinde söyleniyor olması, komünistler
tarafından ortaya atılmış ve bir tür kutsallık yüklenmiş olan “enternasyonel”
kavramının bir küçük burjuva ideolojisi olan Sosyal Demokratlar tarafından
“Sosyalist Enternasyonel” adında kullanılması ilginçtir.
Şu, ne
olduğunu bir türlü bilemediğimiz, kavram kargaşası içinde kalmış "Halk"
kavramı Arapça "halik"ten gelir ve "yaratılmış olanlar"
demektir. Aristokrat kültür döneminde “tanrı dışındaki herkes” anlamındadır. Ama
zamanla kademe kademe tanrı yetkileri kullanan Aristokratlar "halk"
kavramını "yönetilenler" anlamıyla kullanmaya başladı ve bu kavram, “yönetici
sınıftan olmayanlar”, yani “Aristokrat olmayanlar” anlamında kullanılmaya
başlanmıştır.
Günümüzdeki
anlamı da budur.
Dünyanın
bütün "yönetilenler"i "halk"tır. Şu ülkenin halkı, bu
ülkenin halkı diyebiliriz. Ya da zaman zaman "millet/ulus"
kavramlarına yaklaştırabilir ve "Türk halkı", "Kürt halkı" olarak
da kullanabiliriz. Ama "halklar" diyemeyiz. Bu kavram, ulusların
varlığına, kuramlarına göre karşı durması gereken komünistlerin pratikte
"ulusların" varlığını kabul etmelerine yarayan saptırıcı bir kavram
durumunda önüömüze sürülmüştür ve biz bunu karşıdan kapıp “işte bak ‘ulus’
değil” diye ama “ulus’u anlatmak için” kullanıyor ve rahat ediyoruz. Çünkü
Burjuva kültürü içinde soluk aldığımız ve burjuva kültürünün kavramı olan
“ulus”u kullanmamış oluyoruz!..
Geleceğin
yapısı dizge (sistem) olarak yönetilenlerin kendi kendini yönettiği gerçek
demokrasilere doğru evrilmektedir. Bu durumda da dünyada halk(yönetilenler)ın
yöneteceği toplumsal örgütlenmelerin oluşacağı düşünülmeli, bunun savaşımı
verilmelidir. Buna "devlet" denir mi onu bilemiyorum. Ama kesin olan
bir şey var ki, bu örgütlenme bir kamu örgütlenmesi olacaktır ve
"devlet" denilen şeyin Aristokrat kültürden sarkan "ali kıran
baş kesen" yetkilerini de taşımayacaktır.
Bu amaçla
özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra ortaya çıkan ve "komünist"
olma savı taşıyan devletler "halk cumhuriyeti" adını kullandılar ama
aristokrat etkilerden ve "ulus-devlet" niteliğinden sıyrılamadıkları
için de devlet bürokrasisinin baskıcı egemenliğinden kurtulamadılar.
Kemalizm bir
burjuva devrimidir. Ve ümmet toplumuna karşı yapılmıştır. Bu nedenle
"ulus/millet" olarak örgütlenmesi doğru ve zorunluydu. Oysa Sovyetler
Birliği gibi bir örnekte de "halk/kamu" örgütlenmesi için çaba
gösteriliyordu. Bu yüzden Mustafa Kemal, ümmet toplumuna karşı
"millet" toplumsal bilinini kullanmak zorundadır, ama toplumsal
örgütlenmede, yani Cumhuriyetin yapısına yönetilenlerin egemen olmasını düşünür
ve kurduğu partinin adında, kültürel geliştirme örgütlenmelerinde
(Halkevi) "halk" adını kullanır. Partisinin ana ilkelerine de her
ikisini de koyar: bu ilkelerden biri "milliyetçilik", biri de
"halkçılık"tır bildiğimiz gibi.
Ancak
Kemalist Devrim bir burjuva devrimi olduğu için "yönetilenler"
anlamındaki "halk" ve "halkçılık" kavramları hiç bir zaman
yerine oturamaz. Dahası dizgenin içinde yeri olmadığı için de biraz yapıştırma
olarak kalır. Çünkü burjuva toplumlarında "yönetilenler/halk" değil,
sermaye sahibi burjuvaların ideolojisi yönetimdedir. Bu durumda da toplumun
"yönetilenler/halk"a göre örgütlenmesi olanaklı değildir.
Ama, Mustafa
Kemal, gelecekte "halk" kavramının toplumsal örgütlenme dizgesi
içinde mutlaka yer alacağını açık olarak görmüş ve kurduğu toplumsal
örgütlenmenin içine geleceğin tohumlarını yerleştirmiştir. Bu da
Herakleitos'un ünlü "akış"ının Kemalist Burjuva Devrimi'nin
temellerinde bulunduğunun önemli ölçütlerinden biridir.
"Ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkı", dünyanın bu döneminde doğru görülebilir.
Yani pratik olarak bir ulusun kendi ulusal devletini kurabilmesi hakkı"nı
anlatmaktadır. Doğal olarak aristokrat dönemden kalma "sahip olma"
tutkularımızın da henuz kültürümüzden çıkıp yok olmadığı bir dönemde
yaşadığımız için uygulanması da öyle kolay olmamıştır. Çekler ve Slovaklar
gibi, Belçikalılar ve Dutch'lar gibi gelişkin sayılabilecek birkaç
örnek dışında, özellikle de geri kalmış toplumlarda hiç bir
ulus, kendi topraklarında yaşayan bir başka ulusa "haydi üzerinde
yaşadığın şu toprakları al da kendi devletini onu üzerinde kur"
dememiştir, diyememiştir.
Ama
"akış" göz önüne alındığında çok da uzak olmayan bir dönemde
"ulus/millet" kavramının ortadan kalkarak toplumsal örgütlenmelerin
ve kültürel yapılanmaların "ulus/millet" temeline göre değil, başka
ölçütlerle oluşacağını görebilmek o denli zor olmasa gerektir. Bu durumda da
yine doğal akış, ulus çatışmalarını kendiliğinden ortadan kaldıracaktır. Bunun
belirtileri burjuva toplumları içinde öncü kültürel tepkilerde son elli yıl
içinde baskın biçimde açıkça görülmektedir.
Hiç bir
toplumsal önder, kendiliğinden "zebani" olmaz. Umduğu, hayal ettiği
toplumun oluşmadığını gördüğü sürece sertleşmek zorunda kalır. Abdülhamit'i de,
Stalin'i de bunlar arasında sayabilirsin. Hayal ettiğiyle uygulanabilir olanın
aynı olması gerektiğinin ayırdına varmak gerekir. O zaman sertlikten
başlasan da yumuşamaya doğru akan bir süreç içinde bunu başarma olanağı bulmuş
olursun. Bunu son yüzyıllarda yapabilmiş olan ender liderden biri de tabii ki
Mustafa Kemal'dir. Bütün politikaları bu doğrultuda olduğu açıkça
görülmektedir.
Hiç kuşkusuz
ki Stalin bir Marxist'tir. Ancak uygulamacı olarak -bana kalırsa- bir gecede
toplumunu Marxist ölçütlere göre kurabileceğini düşünmüş ve toplumuna
zaman tanımamış, politikalarını "akış"a, bir süreç"e göre
düzenlememiştir. Yanlışı buradadır. Bu konuda dirençli ve inatçı olduğu için de
karşı çıkışları baskıyla durdurmaya çalışmıştır. Karşı kapitalist burjuva
toplumlarının da aleyhte propagandasına malzeme sağlamıştır. Ancak ikinci
paylaşım savaşında Hitler'in durdurulmasına karşı Stalin yönetimindeki Sovyet
insanının dünyaya yaptığı katkı unutulur gibi değildir.
Marx ve
Engels kültür tarihindeki birkaç çok akıllı filozoftan biridir
("biridir" diyorum çünkü felsefe tarihinde birkaç filozof, iki kişi
olarak tek felsefe dizgesi oluşturmuştur, bunların en önemlisi de
Marx&Engels'dir). Ütopik hiç bir kurum önermez. Yani hiç bir uygulama önerisi
yoktur. Yalnızca kapitalist ekonominin, o güne değin insanların
göremediği-düşünemediği açılardan bakarak eleştirisini yapar, çürüme
noktalarını gösterir ve yeni oluşacak toplumun hangi kanallara doğru girerek
doğru yolda akacağını burjuva/kapitalist toplumun çürüme noktalarını temel
alarak gösterir. Marx, yaşadığı sürece de Avrupa komünistlerine siyasi önderlik
eder. Ama bu, oldukça kısa bir süredir. Yani bütün uygulamalar daha sonraki
Sovyet deneyimi ile öteki Marxist olduğu savındaki deneyimlerin uygulamalarıdır.
Bu açıdan
temel düşünce olarak Marx&Engels yanılmaya olabildiğince pay bırakmamayı
başarabilmiş filozoflardır. Gene de yanıldıkları birkaç şeyi kendileri görmüş,
özeleşltirisini yaşarken yapmışlardır. Szö gelimi Marx, bunların
önemlilerinden birini, "herşeyin ekonımik yapıya bağlı olduğu"
savını, gözlem ve deneyimleri sonucunda değiştirmiş, kültürel yapının da
ekonomik yapıyı etkileyebileceğini -ekonomi terimleriyle- anlatmıştır.
Temelleri
çok sağlam olarak da atılmış olsa akış içinde hiç bir dizge, hele uygulamayı
yönetme savındaki bir dizgenin her zaman aynı kalmasına olanak yoktur. Yeni
deneyimler, yeni gereksemeler, uygulamadan gelen pratik sorunlar her zaman
çıkacak ve kuramın onları da çözmesi gerekecektir.
Bunları
kendini Marxist olarak tanımlayan ya da tanımlamayan filozoflar çözmüşler,
tamamlamışlardır, çözümleri de sürdürmektedirler. En önemlileri
arasında Sartre (existentialist), Polanyi (sosyal demokrattır diyebiliriz),
Mao, Marcuse sayılabilir. Marxizmin en erdemli yanlarından biri de bilimsel
yönteme uygun olarak dizgesini kapalı tutmamış olmasıdır. Felsefeye getirdiği
en önemli yeniliklerden biri budur. Yani Marxizm, geliştirilebilen bir dizge
oluşturmuştur. Bu nedenle de tutucu bir yapıya dönüşme şansı yoktur.
Uygulamadaki tutuculuklar, uygulamacıların Marxist kurama ters düştüğü ve bunda
direndiği noktalarda ortaya çıkar.
Kemalizm'in
de -Atatükçü geçinenlerin anlayamadığı- en önemli özelliği, Marxizm'den bu
ileriye açık olma özelliğini almış olmasından gelmektedir.
<!--[endif]-->
<!--[if !supportFootnotes]-->[1]<!--[endif]-->
“Millet-i sadıka”, ya da “Etrak-ı bî idrak”, Kürtlere
ve Çingenelere karşı söylenen aşağılayıcı deyişler, deyimler, Osmanlı’da ümmet
toplumundan ulus toplumuna geçiş sırasında ortaya çıkmış, “ikinci sınıf ümmet”
ya da “ikinci sınıf ulus” anlamlarını birlikte taşıyan kavrayışlar üzerine
oturmaktadır.