29 Ocak 2012 Pazar

“Sermaye” ile “Ulusalcılık/Milliyetçilik” ilişkisi üzerine sosyolojik bir değerlendirme…


Liberal yarışmacı toplum bilinci olan “ulus”lar arasında “kardeşlik” olmaz. Yalnızca ya “karşıtlık”, ya da “aynılık” olur. “Kardeşlik” ayırımcı bir kavramdır, birbirinden ayrı olmayı belirler ve “karşıt olma” ile birlikte var olur. Kimsenin kardeşi filan değilim; kendini “insan” duyumsayan herkesle aynıyım ve yalnızca aynıyım. Kendini kürt, türk, çingene, ingiliz, fransız, rus duyumsayan hiç kimseyle de aynı değilim. Onlar “insan”ın karşısındaki saflaşmada yerlerini almış olanlardır.

Tarih boyunca neredeyse bütün o korkunç sıkıntıları yaratan, insanevladının kendi arasına “ümmet” gibi, “millet/ulus” gibi, kültürel ya da ırksal, sınırlar koyarak “başka insanevladı”ndan yapay bir “öteki” yaratması değil midir?

Sınıfsal “akış” içinde bunun “doğal” olduğunu söyleyebiliriz. Ama artık “insan” olmanın bilincine varıp yalnızca sınıfsal ayırımları (“öteki” sınıf(lar)ı - ki artık tekdir ve “burjuvazi”dir) temel almak gerekmiyor mu?

Burjuvazi kuramsal olarak ortadan kaldırılabilir bir sınıftır. Nasıl Aristokrat sınıf olmadan toplumlar var olabildiyse, Burjuva sınıfı var olmadan da toplumlar var olabilir.

“İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil. (...)

Halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları, daha burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmakta.

Proletaryanın egemenliği bunu daha da yok edecektir. Birleşik eylem, hiç değilse uygar ülkeler arasında olmak üzere, proletaryanın kurtuluşu için en önde gelen koşullardandır.

Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır. Ulusun kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da düşer.”

“Komünist Parti Manifestosu”ndan


Karl Marx - Friedrich Engels (1847)



İnsanın ve insanlığın geleceği işte bu tümceler üzerine kurulu... Ve bizim “insan” olarak en önemli görevimiz bunun ayırdına varıp önündeki engelleri kaldırma konusunda çaba göstermek ve “akış”a bu konuda destek vermektir.

Peki, nedir bu engeller? Sermayenin bir dizge olarak kendi egemenliğini uzatmak için, artık sosyolojik bakımdan ortadan kalkmış, ama duygusal izleri daha tam olarak arınmamış olan “ümmet”, “ulus” gibi duyguları kullanarak, insanlar arasında bir zamanlar var olan sınırları yapay olarak ayakta tutma çabasından başka bir şey değildir. Kendimizi “türk” ya da “çingene” hissetmemizin gerekçesi yalnızca budur...



Resmi Ulus-Devlet ideolojisi

Biz geleceği kuracak “aydınlık kafalar” olduğumuzu düşünmüyor muyuz? Öyleyse nedir bu “dün”den kalma “ulus” duygusuna “kutsallık” derecesindeki bağlılığımız? Bütün kutsallıkları “tutuculuk” olarak niteleyip yaşamımızdan çıkarıp atmayı ilke edinmemiş miydik? Aydınlanma dediğimiz şey, kutsal kitaplardan bilgi çıkarmak için koca ortaçağın kullandığı tümdengelim karşısında tümevarımı da bilgi edinme yöntemi olarak uygulamaya koyup, deneyemediğimiz ve gözleyemediğimiz ya da kendi düşünemediğimiz her türlü bilgiyi hayatımızdan söküp atmak değil miydi?

“Ulus bağlılığı”, kutsallığı, geleceğe karşı, içeriği değiştirilmiş bir “istemezük”çülükten başka nedir ki? Oysa “sol” kavramı ile geleceği kurmayı, geleceği savunmayı anlamıyor muyuz?


İnsanın kendi kültürel kimliği olarak toplumsal saptama yapmasını “ulusçuluk” olarak yargılamak onu zaten içine itildiği “düşüklük duygusu-na” itmek değil midir?

1) Bu “saptama”nın “toplumsal” olması, aynı anda “öteki” kavramının da birlikte ortaya çıkması sonucunu doğurmakta ve tarih boyunca gelen “öteki” saptamalarının tümünün getirdiği, “insan karşıtı” toplumsal olumsuzlukların sürmesi anlamına gelmektedir. Bu da, günümüzde, emeğiyle geçinenlerin dünya yüzünde küçük parçalar halinde kalması ve sermayenin onları denetim altında tutarak istediği gibi yönetebilmesi sonucunu doğurmaktadır.

2) Bu “saptama”, kültürel kaldığı sürece kimsenin bir söyleyeceği olmaz. Ancak aynı kültürel özgürlüğün bütün, ama bütün başka kültürlerde oluşmasını de engellememek koşuluyla. Başka kültürlere yapacağımız her yasaklama, engelleme, toplumsallaşmakta; aynı anda “biz” ve “onlar” ayırımını devreye sokmakta, üstelik “bizim kültürümüz” üzerinden “biz”e de yansımaktadır. İstesek de istemesek de...

3) “Düşüklük duygusu” kendi tersi olan “yükseklik duygusu” ile birlikte gelir. İkincisi var olmazsa birincisi de var olmaz. Üstelik, “hangisine karşı ve hangi ölçütlerle daha düşük?” gizli sorusunu da birlikte getirir ve kafamızda ister istemez “kültürel kimlik”ler arasında hiyerarşik bir astlık üstlük duygusu yaratır. İstesek de istemesek de... Bu duygunun da toplumsal yansımaları olur ve sermayenin, “biz”i parça parça bırakmak üzere kullandığı yine budur.

Bugünün insanının kültürel kimliğinin toplumsal yüzünü “ulusçuluk” olarak yargılamak ve “ümmetçilik”le birlikte tarihin toplumsal çöplüğüne gömmek zorundayız!..

Geleceği savunmak için!..

İşte bu anlamda Marx'ın yaklaşık 160 yıl önce 1847'de “işçinin vatanı yoktur” demesi son derece yerindedir. Bizim bugüne uyarlayarak söylememiz gereken de şu olmalıdır: “Evet, yurtseveriz, ama bizim yurdumuz bütün dünyadır!..”


Kürtlere yapay bir tarih yamayıp, ulus fikri aşılayıp aşiretlerden ulus üretmeye kalkışılıyorsa, Türklerin de tüm dil, tarih ve kültür varlıkları, Mustafa Kemal’ın tüm yaptıkları imhaya çalışılmıyor mu? Bir tu-tunum ideolojisi olan “Türklük olayı” çözülerek cemaat, aşiret kültürü getirilmeye çalışılması ne anlama geliyor?

İşte karşı soru: “Kemalizm de Türkler için aynı şeyi yapmadı mı?” (o yapay Güneş-Dil teorisi'nin falan ayrıntısına girmiyorum).

Peki Kemalizmi “haklı”, ama bugünkü Kürtleri “haksız” kılan bir şey var mıdır?

Vardır: “akış”, ve yalnızca “akış”… 100 yıl önce ümmete karşı savaşım verilebilmesi için ulus bilinci gerekiyordu. Yaratılan ulusların yaratılmasındaki haklı gerekçe, yalnızca budur. Uluslar, hangi gerekçeyle olursa olsun, birbiri ile boğazlaşmaya başladığında “gerici” konuma düşmüştür. Günümüzde artık “ümmet tehlikesi” diye bir tehlike söz konusu değildir. Bugün ümmet tehlikesi olarak görülen her şey, ama her şey, en ince noktasına değin sermaye tarafından insanlar arasındaki ayırımı, dolayısıyla Burjuva düzenini daha uzun süre uygulamada tutmak ve çatışmayı kışkırtarak silah tüketimini sürdürmek gibi iki yanlı bir amaca yönelik, planlı olarak yürütülmektedir.

Bunun karşısında, Kürtlerle Türklerin -ve doğaldır ki bütün insanların-, bu durumun ayırdına varabilen kesimlerinin bir araya gelerek günümüzün gerçek, gelecek cephesini oluşturmaları ve bütün uluslara ve ulusçuluklara karşıt tutumla kültürel -silahsız- savaşım başlatmaları gereklidir. Bu cephede toplanan insanların artması Marx'ın yukarıdaki geleceğe yönelik öngörüsünün de daha çabuk oluşması sonucunu doğuracak ve insanlık, ufkun, göremediği ötesini görecektir. Orada yeni bir toplum, yeni değerler, ve doğal ki yeni sorunlar var olacaktır. Bu, geleceğin yeni sınıf kültürünün oluşması demektir. Bizim kültürümüz, ulusal kültürler değil, sınıfsal kültürlerimizdir. Biz, ütopyalar biçiminde uydurarak değil, sorunlarımızı çöze çöze değerlerimizi yaratmak ve kendi kültürümüzü bu değerlerle oluşturmak, ufkun arkasına doğru akarak yeni ufukları görmeye çalışmak zorundayız. Bizim değerlerimiz bulunduğumuz anın duragan (statik) değerleri değildir; bizim değerlerimiz, “sürekli akış”ı temel alarak geleceğe yönelmek, geleceği kurmak zorundadır.

Bu nedenle de bugün “türk olma” bilincinden “insan olma” bilincine yükselmek zorundayız. Ya bütün değerlerimizi bu bilince göre düzenlemek zorundayız, ya da “insan olma”ya karşı “istemezük”çülerin yanında yer alacak, onların hareket ordularına karşı direnişi gibi geleceğe direnmek konumunda olacağız.

Yanımızın hangisi olduğunu, bu ortamın seçenekleri içinden seçmek zorundayız.

Adını Mustafa Kemal’in koyduğu ve kurmay başkanlığını son ana kadar yaptığı Hareket Ordusu, tam böyle bir durumda, geleceğin güçlü yelini ardına alarak ve 31 Mart olayında (13 Nisan1909) meşrutiyet’e karşı şeriat yanlısı “istemezük”çüleri dağıtmak üzere kurulmuştu!..


Şu aşamada, emperyalizmin toplumsal yapıyı parçalama saldırısı karşısında evrensel bir insanlık tezi ütopik bir çözüm müdür? Toplum dağılıyor mu?

Evet, toplum dağılıyor, dağılacak!.. Ve yenisi bu çürümenin içine köklerini salarak doğacak. Destek vermemiz gereken çürümüş toplum değil, bu fidandır. Dağılmakta olan toplumu tutmak doğru olsaydı, Renaissance ortaya çıkmazdı, Aristokrat katolik Ortaçağ yaşamını sürdürürdü. Ne Aydınlanma olurdu, ne Fransız Devrimi...

Kemalist Burjuva Devrimi de olmazdı, Osmanlı Aristokrat yapısını tutmaya çalışmak doğru olurdu!..

Evet, yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada Burjuva Toplumu dağılıyor!.. Ve biz hazırlıklı değiliz. Hazırlıklı olmayalım diye ellerimize ulusçu armutlar tutuşturuluyor... “Ellerimiz armut toplasın” diye, yapmamız gerekeni yapamayalım diye!..

Ne olursa olsun, hazırlıklı olmamak bizim yanlışımızdır. Eskiye bakarak, Kemalizm dahil, şuna değmiş, buna değmemiş deme şansımız, “o iyiydi”lere sığınma hakkımız yok! Bizim işimiz, yeniyi oluşturmak, oluşturmanın doğru yöntemini bulmaktır. Hiç bir yerden yardım, hiç bir yerden medet yok. Kemalizm dahil!..

Klasik “emperyalizm” kavramı, “ulusların birbirini sömürmesi” anlamıyla önümüzde özellikle tutuluyor. Oysa yüz yıldır köprülerin altından Herakleitos'un suları aktı durdu. Artık uluslar değil birbirini sömüren. Sömürücüler yalnızca sosyal sınıflar... Klasik emperyalizm görünümü, önüne yine emperyalistler tarafından konulmuş yapay paravandan başka bir şey değil. Boğaya gösterilen kırmızı çaput gibi... Arkasında toreodor falan yok!.. Saldırmamız istenen şey bu bez parçası yalnızca!..

Bunun dik âlâsını yapıyor, günlük politikalarda bütünsel dünya görüşümüzü gözden kaçırıyor, ve sömürücü sermayenin ekmeğine yağ sürüyoruz. Sermaye de ağzı kulaklarında göbeğini kaşıyor...

Bugünün ilericiliği, solculuğu bunun ayırdına varmak, stratejilerimizi buna göre yapmak, politikalarımızı, savaşımımızı buna göre düzenlemektir...

Dağılan toplumu tutmaya çalışmak değil, yeniden kurmak zorudayız. İşimiz kolay değil! Dünyanın bir araya gelmesine yönelik politikalar geliştirmek zorundayız...

Yarını kuracak olan, kurulu düzenin reformistleri, 12 Eylül’ün tutucu “taş Mustafa Atatürkçüleri” ya da onlara karşıymış gibi görünen ama aynı reformist bakışla sol gösterip sağ vuran neo-liberaller değil, “biz”iz...

“Akış”ı Düşüncelerimize temel almak zorundayız... Önümüze konulan bütün engelleri parçalayıp, Anadolu’lu yurttaşımız Herakleitos'un “akış”ını görmek, değerlerimizin en başına yerleştirmek, her türlü dizgemizi “akış” üzerine oturtmanın yolunu bulmak zorundayız...

“Yeni Aydınlanma”nın temel direği budur.


Kemalist ya da değil, “Ulusçuluk” üzerine…

Ulusçuluğu savunup savunmamamız önemli değil, temel yanlışımız, düşüncelerimizi ve yaşantımızı ulusçu kültür değerleri üzerinden ve eleştirel bir bakışa gerek duymadan yürütmemizdir. Bu tutum tam olarak burjuva kültürünün yansımasıdır. İçinde soluyup, bunu, ister istemez yapıyoruz.

Bir büyük organizasyonun kuruluş çalışmaları sırasında, onursal başkanımız Aziz Nesin'in, ev sahipliği yaptığı ve önemli bulduğumuz ülkelerin kültür ateşelerine verdiğimiz yemekte yaptığı konuşmayı “biz Türkler” sözcükleri üzerine oturtmuş olması, beni büyük şaşkınlığa uğratmıştı. Bir insanın hem Marxist olması, hem de “biz” kavramını “Türkler” üzerinden anlıyor olmasıydı bunun nedeni. Düşünmüştüm, Osmanlı zamanında yaşıyor olsa, yine özdekçi dünya görüşünü benimsemiş bile olsa, aynı bakış açısıyla, “biz” kavramını “aynı ümmetten olanlar”, yani “müslümanlar” olarak anlamak zorunda kalacaktı...

Pek çok örneğini göstermeme gerek yok sanırım.

Yine düşünmüştüm, her sosyal sınıf egemenliği kendi kültürünü oluşturuyor, bu kültürün kendine özgü yaşama ölçütleri oluyor ve bu ölçütler insanlara ister istemez “doğru” geliyor. Bunların günümüze uygunluklarını, eleştirel bir bakışla yeniden değerlendirmezsek yeni kültürleri kuramıyoruz. Bir sosyal sınıf kültürünün içinden bakarıyor, ama bir sonraki sınıfın sosyal yapısını oluşturmaya çalışıyoruz. Gerçekçi olmayan ütopik toplum modelleri ortaya böyle çıkıyor. Dolayısıyla dünya toplumu olarak yeni sınıfların egemenliğine de hazır olamıyoruz.

Büyük devrimciler, bir burjuva devrimcisi olarak Mustafa Kemal, proleter devrimci olarak Karl Marx - Friedrich Engels, kendinden önceki sınıfların kültürlerine eleştirel gözle bakabildikleri için “devrimci” nitelemesine hak kazandılar. Hiç de ütopik diyemeyeceğimiz yeni toplum düzenlerini bu yüzden, gerçekçi toplumsal gereksemeler üzerinde, oluşturabildiler.

Peki nedir diye düşünüyorum bugüne değin yaşanan kültürel ölçütler: http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html

İmdi...

Hepimizin bildiği gibi Aristokrat toplumların “kül kültürü”, Burjuva toplumlar tarafından aşılmış ve “ben/birey” kültürüne dönüşmüştür. Böylece kulların “ümmet bilinci”, bireylerin “millet bilinci”ne dönüşür. Aziz Nesin'i konuşturan işte bu bilinç... Savunsak da savunmasak da... Bu bilinci aşmadan ve yeni toplumlar için yeni toplumsal bilinç ölçütlerini doğru olarak bulmadan yeni toplumlara geçme yani devrim yapma şansımız yoktur.

Yanlışlık, bir önceki kültürün ölçütleri ile bir sonraki toplumu kurma çabasında... Osmanlı'da karşı devrim de bu yüzden gelir (http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadoluda-yeniden-dou.html), Sovyet Devrimi bu yüzden çöker!.. İşte ne denli Kemalist olmasak da, Mustafa Kemal'in Lenin'e göre, kabul etmemiz gereken üstünlüğü, doğru zamanda doğru devinimi, yani burjuva devrimini örgütlemiş olmasındadır. Lenin gibi basamak atlama çabasına girmemiş olmasındadır. Kemalist Burjuva Devriminde, korkup durduğumuz ümmetçi karşı devrimin gelme olasılığı yoktur. Türkiye toplumu dünya liberalizmine entegre olmuştur ve onunla birlikte de yozlaşmaktadır. Bu yozlaşma bir karşı-devrim değildir. Sosyal bir yapının doğal yaşlanma sürecini yaşıyoruz. Yapmamız gereken, bir sonraki kültür aşamasının ve toplumsal çözümlerin oluşturulması politikalarının geliştirilmesidir.

Oysa günümüz Kemalizm’i, olmayan, yapay bir karşı devrimi durdurma politikasına göre hazırlık yapıyor ve yozlaşmakta olan toplumu, var olmayan bu karşı devrimden koruyup ilk haline döndürme boş çabasıyla çalışıyor. Bu çaba 80 yaşındaki bir dedeyi 25 yaşındaki dinamik haline döndürme çabasına benziyor. Böyle bir karşı devrim varmış görüntüleri de sermaye tarafından önümüze sürülüyor, yanlış politikalara yönlendiriliyoruz.


Her birey için kendi "ben"i dışındaki kişiler “öteki” midir?

Bu yargının doğruluğu, “birey toplumları” için tartışılabilir. Ama “kul toplumları” yani ümmetler için doğru değildir. Kulların karşısında “öteki”, hiyerarşik kulluk sıralamasında kendi üstünde olanlar, tanrıdan gelen vekaletten kendinden çok pay alanlar, yani Aristokratlardır. Kullar yaşayabilmek için kendi aralarında dayanışmak durumundadır. Onların arasında “öteki” olmaz. Spartakus başkaldırısı böyle oluşur. Anadolu'da 1240 Babaî başkaldırısı da, Yıldırım Bayezid'e karşı ahîlerin kepenk kapatma eylemi de, Şeyh Bedreddin başkaldırısı da, Şah İsmail'in Kızılbaş devletinin Selim'e karşı direnişi de, Köroğlu ile simgeleşen Celalî ayaklanmaları da Aristokrat “öteki”ye karşı “kul”ların dayanışması ile oluşmuştur. Bu dayanışma, kendi içinde karşıtını, yani “birey olma”yı yaratır. Birey toplumlarının ilk adımları bu dayanışmanın içinden çıkmıştır.

“Doğadaki öteki”, bizim doğayı yenmemiz ve kültürel olarak ortadan kaldırmamız gereken “öteki”dir. Yoksa avlanan panterin “öteki”si, kültür oluşturan insan topluluklarında ortadan kalkmaktadır. Nietzsche'nin saptadığı gibi, insanlaştığımız oranda içgüdülerimiz ortadan kalkıyor ve kalkacaktır. İnsanlaşmamız, içgüdülerimizi, yani hayvanlığımızı ortadan kaldırma çabamızdır. O yüzden de doğadaki “öteki” bizim “var” olduğunu saptayıp, düşüncelerimizi dayandıracağımız bir şey değil, tam tersine insanlaşma sürecinde ortadan kaldırmak zorunda olduğumuz “öteki”dir.

Düşüncelerimizi “doğadaki öteki”ye yaslamak, doğal dengeler üzerine oturduğu savında olan Burjuva-liberal kültürün bizdeki güçlü etkilerinden önemli biridir. Düşüncelerimizi bunun üzerinden kurmak, önümüzde bulunan, yarışmacı liberalizmden başka bütün çıkış yollarımızı gözümüzün önünden uzaklaştırmak anlamına gelmektedir.

Sosyal devrimler, 68 kuşağının sandığı gibi, bir gece dağa çıkıp ertesi gün devrim yapıp dağdan inerek olmaz. Burjuva sınıfının bütün kültürünü oturtarak dünyaya egemen olabilmesi, Avrupalı ölçütlere göre 1215 Magna Carta Libertatum ile, Doğuya bakarsak Hallac-ı Mansur'un “Enel Hüve”si ile 300 yıl daha önce başlamış ve ikinci dünya savaşı sonrasına değin sürmüştür.
Yani toplumların kültürleriyle birlikte değişimi, yani sosyal devrim denilen şeyin gerçekleşmesi için, öyle 10 yıllar, yüz yıllar değil, bin yıla yakın süreler gerekmiş bundan önce... Koca ortaçağ direnmeleri, kan dökülmeleri, engizisyonlar yaşanmış.

100-150 yıl önce sistematize edilmiş bir devrimin, Burjuva devrimi ile karşılaştırıldığında, hemen hiç badire atlatmadan pat diye oluşacağını sanmak doğru değildir. Henuz başarılı olmamasını, olmayacağı biçiminde yorumlamak da... Hele “bakın gördünüz işte, başarılı olamadı!..” sözleri de sermayenin bizi içine çektiği düşünce tuzaklarının en önemlilerinden biridir.

Ayrıca Proleter Devrim’i işçi sınıfının örgütleyip, örgütlenip, kendi başına yapacağı yanılgısına da düşmemek gerekiyor. Bugüne değin toplumsal değişmeler yeni gereksemeler üzerine kurulmuş ve bütün toplum tarafından yapılmıştır. İlk burjuva hareketi olan Magna Carta Libertatum'u krala imzalatanlar İngiltere’deki Aristokratlardır. 1250'li yıllarda, yine İngiltere’de, Burjuva demokrasisine ilk adım sayılan, dünyanın ilk meclisini kuranlar da Aristokratlardır. Bu meclis bugünkü Lordlar Kamarasına evrilmiştir. Daha ilginci, Aristokratların kurduğu bu meclise karşı, 1290'lı yıllarda (yani Osmanlı henuz kurulmadan) halkın (yani o günkü burjuvaların) meclisi, bizzat Aristokratların başı olan İngiltere Kralı tarafından kurulur. Bu meclis de bugün Avam Kamarasına evrilmiştir.

Geleceğin toplumu emeğiyle geçinenlerin toplumu olacaktır. Yoksa işçiler devrimi yapmakla görevlidir, onlar olmazsa devrim de olmaz gibi bir düşünce son derece yanlıştır. Bu arada Marxist kuramın en önemli kuramcıları Karl Marx'ın bir Yahudi olarak, Avrupa'da burjuva sınıfını oluşturan en önemli guruptan geldiğini, Friedrich Engels'in de bir İngiliz Aristokratı olduğunu anımsamak gerekir. Yani, Devrimleri, sosyal sınıf egemenliklerini, bunların kültürlerini toplumsal gereksemeler oluşturur. O sosyal sınıfın bizzat örgütlenip devrim oluşturması değildir beklenilmesi gereken. Daha çok o sosyal sınıfın üretime katkısının, ki Marxist Devrim bağlamında bu “emek”tir, kendine özgü kültürü oluşturması ve toplumda egemen olmasıdır temel olan...


Dünya’nın ilk yurttaşları

İlk dünya yurttaşları epey önce gerçekleşti. İspanya iç savaşında bütün dünyanın insanı gönüllü “insan” olarak oradaydı, Franko Faşizmine karşı İspanyol olarak değil, “insan” olarak öldüler. Hamingway'in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u, Andre Malraux'nun “Umut”u onları anlatır...

Sacco ve Vanzetti de bu yüzden idama gittiler!..

O dönemde “sermaye” henuz “insan”a karşı örgütlenememiş, silahlanamamıştı ve insanlara yönelik birey olarak kalma, kendi sınırlarını aşmama konusunda propaganda -halkla ilişkiler- taktikleri geliştirememişti. Bugün artık kültürel anlamda silahlandı ve bütün insanlığa “sınırlarınızın içinde kalın” buyurdu!..

İşte bir soru: Neden bir sermaye devleti olarak ABD, ikinci dünya savaşı sonunda, Avrupayı Faşist İtalya ve Almanya'dan kurtarmak üzere ordu gönderir de Faşist, İspanya ve Portekiz'deki Franko ve Salazar egemenliğine karşı aynı şeyi yapmaz?


Bu ülkede hepimiz Türk, hepimiz Ermeni değil miyiz?

“Hırant Dink öldürüldüğünde ben Ermeniyim! Sulukule ortadan kaldırıldığında da Çingeneyim; canım neremden yanarsa ben oyum" diyebildiğimiz gün ‘insanlaşmış’ olacağız!.. http://omer-tuncer.blogspot.com/2009/01/insan-kamil.html


Batıda aristokrat, Katolik, ortaçağ dönemi bitti mi?

Tamamen bitmiştir. Aristokrat dönemden kalan kültürel uzantılar, biçimler, dönemin ana yapısının sürdüğünü göstermez. Bugünün dünyasında insan bilinci “birey” temeline göre, ekonomik yapı “kâr”, toplumsal bilinç “ulus” ölçütüne göre işlemektedir. Bütün sanatlar “ben” kavramının içinde dolanmaktadır. Oysa Aristokrat toplumlarda bunlar “kul”, “hizmet(tanrıya)”, “vahiy” ve “ümmet” kavramlarıyla çalışıyordu.

Osmanlı sadrazamlarının yarısına yakını kellelerini efendilerinin saçma sapan da olsa bir emriyle gönüllü olarak vermişlerdir, “kul” olmayı kabulledikleri için... Bugün olsa hangi kadın 8.Henry'nin karısı olup herif bıktığında öldürülmek isterdi? Ama o gün bir sürü kadın bunu kendi isteğiyle kabul etmiştir.

Toplumun bütünü tanrının hizmetindeydi ve tanrının devleti, kulların efendisi, sultanlar kırallar, çarlar, imparatorlar da o devletin yöneticisi konumundaydı. Kullar sorgusuz sualsız devlet için vardı. Fetihler “Allah Allah!..” çığlıklarıyla yapılır tanrının mülkü kulluğunu kabul etmeyenlerin elinden kurtarma haklılığıyla ele geçirilirdi (haçlı Seferleri, İstanbul'un fethi vb...).

Bütün yaratılar, yazılar, resimler, müzikler, şiirler tanrı tarafından vahyedilirse yaratılabilirdi. Onun için özellikle Ortaçağ sonlarına doğru ve özellikle doğu toplumlarında, yazıların büyük çoğunluğu imzasızdır. Çünkü bireyler yaratılarını ancak tanrı vahyettiği için yapabilirlerdi. Kur'an için günümüzde müslümanların inandığı vahiy, bütün yaratılar için geçerliydi. Yazılan metinlere imza konulması ayıp, dahası günah sayılırdı. Bu yüzden bugün pek çok metnin kim tarafından yazıldığını bulmak için tarihçiler çeşitli yöntemler geliştiriyor. Kapadokya kiliselerinin içinde bulunan resimlerin hiç birinde ressamının imzasını göremiyoruz.

Bu devletlerin içinde yaşayan insanlar “ümmet”ti. Aynı dine inanırlardı. Ya bir tanrı (Augustus vb..) ya onun kanından gelmiş biri (oğlu vb..), ya da vekili (peygamberler, azizler vb..) ya da en azından “tanrının yeryüzündeki gölgesi” tarafından yönetilirlerdi. Bu kişi, canlarını alma yetkisi de içinde, kullar üzerinde, tanrı adına, istediği gibi tasarruf yetkisine sahipti.

Ortaçağın bitip bitmediğini, ancak bu kültürel tutamakların var olup olmadığıyla ölçebiliriz. Yoksa İngilterede hala kral var gibi turistik-biçimsel özelliklerle değil. Hele Suudi Arabistan, Taliban, Hizbullah ya da El Kaide gibi dinsel görünen örgütlenmelerle hiç değil. Çünkü onlar, inançları Ortaçağdan sarkagelen insanları etraflarında toplamak ve kolay yönetmek için sermaye tarafından oluşturulmuş, sermaye tarafından desteklenmekte olan örgütlenmelerdir. Bunlardan kimisinin El Kaide gibi daha sonra sermayeye karşı isyan etmiş olmalarını, yine gerçek aristokrat ümmet toplumlarından bugüne kalmış “tanrı adına yapılan fetihler” gibi Aristokrasinin mantığıyla değil, Burjuva kültürünün ölçütlerine göre, sermayenin yarışmacı yapısı içinde değerlendirmek gerekir.

“Çağdaş olmak” nedir? Eğer bu soruya “insan” olmak diye yanıt verirsek, batı çağdaş değildir. Ama Kapitalizmin bugün geldiği yaşlanma ve çökme aşamasını anlıyorsak evet, batı çağdaştır. Sosyolojik bakımdan günümüzün geldiği yer de budur.

Doğal ki, Kapitalizmin kendi iç çatışmaları vardır. “insan”ın önde tutulması ile sermayenin çıkarlarının çatıştığı yerlerde “batı(bu kavramın tam olarak ne demek olduğunu anlamıyor, “sermaye” demeyi daha doğru buluyorum)/sermaye” kendi çıkarını seçmektedir. Ama diyalektik gereği kendi karşıtını da -insan hakları örgütlenmeleri, Greenpeace vb- kendi içinde yaratmakta, yaşatmaktadır.

Sermayenin yapısı, doğal dengeyi temel alan yarışmacı yapıyı örnek alarak, güçlünün güçsüzü doğal seçme (seleksiyon) ile devre dışı bırakmasını, dahası onun varlığını kendi varlığına katmasını (doğada canını alarak etini yemesini) gerektirir.

Biz, bütün bunlara karşı çözüm arıyorsak, dünyadaki mazlumlarla birleşmeliyiz. Ancak güç birliğimiz bizi kurtarabilir. Mazlumların güç birliği... Ülke mülke değil, hele maazallah “millet/ulus” hiç değil. Yalnızca “mazlum”... Mazlumları bir araya getirecek ve örgütleyecek politikalar geliştirmemiz ve bu politikalarla “muhalefet” görevini üstlenmemiz gerekiyor. Çağdaş demokrasi ancak bu durumda dengelenecek ve her iki kanadı da yerli yerine oturabilecek, ancak bundan sonra yaşam kazanabilecektir.

Marxist'lerimiz bunu yapmaya çalışmak yerine, sermayenin tongasına düşmüş, anti-emperyalizm görünümü altında milliyetçilik peşindeler!..


Değişimi sağlayacak filizler, çürümüş bir enkazdan mi, var olan dinamiklerden mi yürüyecek?

Her ikisinden de… Bir toplumda değişimi sağlayacak dinamikler, önceki toplumların cesetlerinin gübrelediği topraklardan filizleniyor. Ortaçağ sonuna dikkatle bakarsak kolaylıkla görebiliriz.

Kapitalist-liberalist dünya çürüyor. Ülkeler de… İster istemez dağılacaklar… Ve yenisi kurulacak. Yeni toplumda yeni sosyal sınıf egemenliği geliyor. Egemenlik ancak böyle değişiyor. Toplumlar ancak böyle gençleşiyor…

Büyümezse çökme özelliği gösteren Kapitalist ekonomik yapı, büyüyebileceği son noktadan, küresel sermaye egemenliğinden sonra, kendi üstüne çökmeye başladı. Bir pamuk ipliğinin kopmasından ortaya çıkan son ekonomik kriz budur. Çok daha kocamanı da uzak değil yazık ki...

Ve gelecek büyük kriz(ler?)in çok büyük bir savaş getirme olasılığı hiç az değil (1929 ekonomik krizinin ikinci dünya savaşını getirdiği unutulmamalıdır). Artık bu atom savaşı mı olur, yoksa son derece vahşi bir klasik savaş mı olur bilmek kolay değil. Dünya yönetimine Mihail Gorbaçov gibi aklı başında bir kadro soyunur da kendi elleriyle kendinden sonrakilere teslim etmeyi başarırsa olabildiğince az kanla kurtulma olasılığı bulunabilir belki…

Ama aydınlıktan önce çok büyük bir karanlık görünüyor. Ortaçağ’dan çok daha berbat bir karanlık!.. Savaş teknolojisinin gelişmişliği nedeniyle, öyle engizisyon falan gibi insanlık olarak birkaç bin ya da birkaç on binle kurtulabileceğimiz bir çatışma da olmayacak korkarım!..


Sapkın milliyetçi akımların karşı karşıya getirmeye çalıştıkları Türk ve Kürt kardeşliğine inanan aydınlar eninde sonunda birbirlerine sahip çıkacaklar denebilir mi?..

Liberal yarışmacı toplum bilinci olan “ulus”lar arasında “kardeşlik” olmaz. Yalnızca ya “karşıtlık”, ya da “aynılık” olur. “Kardeşlik” ayırımcı bir kavramdır, birbirinden ayrı olmayı belirler ve “karşıt olma” ile birlikte var olur. Kimsenin kardeşi filan değilim; kendini “insan” duyumsayan herkesle aynıyım ve yalnızca aynıyım. Kendini kürt, türk, çingene, ingiliz, fransız, rus duyumsayan hiç kimseyle de aynı değilim. Onlar “insan”ın karşısındaki saflaşmada yerlerini almış olanlardır.

Bize “Amerika” diye belletilen paravanın ardına saklanmış olan sermayenin -ki içinde Türkiyeli sermaye de var- işine gelmeyen tutum budur. Kürtler, türkler, çingeneler, fransızlar, ingilizler, ruslar ve aralarındaki ulusal sınırlar, sermayenin o denli işine geliyor ki... Onları bu parçalı halleriyle ve birbirleriyle yarış içindeyken denetlemeleri ve kullanmaları; ister çatıştırmaları, ister “kardeş”leştirmeleri çok daha kolay. Ve sermaye bunu işine geldiği zaman ve işine geldiği gibi, çok da güzel yapıyor!.. Şimdiye değin buna karşı, karşıt politikalar geliştirdiğimiz söylenebilir mi?


Egemen sınıflar ve arkalandıkları emperyalist güç, ulusalcı kesimleri bitirebiliyor mu?

Bitirmeyi mi istiyor, yaşatmayı mı? Dikkatli bakarsak kolaylıkla görebiliriz.

“Emperyalist güç” -bana göre yine “sermaye”- ulusalcılığı bitirmeye çalışmıyor... Tam tersine, yaşaması için her şeyi yapıyor. Ulusalcılığın entellektüel ömrü 75-80 yıl kadar önce yukarıda verdiğim örnekler sırasında çoktan bitmişti. Türkçü Turancılığın, Avrupa Faşizminin “nasyonal sosyalist / milliyetçi toplumcu” karakteri, milliyetçi/ulusalcılığın (nasyonalizmin) göçmekte olduğu korkusuyla oluşur. Ancak yıkılmakta olan sosyal yapılar, yıkılma korkusuyla sertleşir. Bundan sonra, her türlü ulusçu ya da ümmetçi yapı, viagra desteğiyle dik durma anlamına gelir. Ardında sermayeyi ve yalnızca sermayeyi buluruz!..

Adını ister “yönetilenler”i parçalamak için “halklar” koyalım ve “Kürt halkı”, “Türk halkı” gibi ayırımcı kavramları kullanalım, bu eskiyince ister “kimlik” olarak niteleyelim, bu bilinç ulus bilincidir ve burjuva sosyal yapısının ayırımcı-yarışmacı üst yapı kurumudur. “Ben” kavramının toplumsallaşması ile oluşur. Bize takılan at gözlükleri -yani ulus devletler, dolayısıyla da ulusal sınırlar- bizim sınıf kültürlerini görmemizi engelliyor. Ümmet kültürleri olduğu gibi, ulusal kültürler de elbette var olacaktır. Ama temel olan sınıf kültürümüzdür.

Akış içinde biri öbürünün yerine geçerek gelen sınıf kültürümüz temel kültürümüzdür. Ulusal kültürlerin eşit kültürler olarak var olmalarını da sağlayacak olan yine sınıf kültürleridir. Yoksa “Kürtlere yapay bir tarih yamayıp, ulus fikri aşılayıp aşiretlerden ulus üretmeye kalkışılıyor,” diyerek bir kültürü kolaylıkla yok saymak ya da aşağılamak için gerekli ortam bulunur. Sermayenin suladığı işte bu ortamdır.

Tohumlar bizden, sulayıp büyütmesi sermayeden... Ürün de sermaye düzeninin oksijen çadırında olabildiğince uzun süre daha yaşatılması...

Artık bunun ayırdına varmak ve sermayenin yolunu açmayacak, tam tersine tıkayacak politikaları geliştirmek zorundayız!..


Kim bu “biz”?

“Biz”, kendimizi duyumsadığımız gurupla birlikteliğimizdir. Bu “Türk” olur, “Müslüman” olur, “Anadolulu” olur, “hemşehri” olur...

Günümüzün dünyasında, geleceği kuracak olan “biz”: Kendini bir ümmetten ya da bir ulustan saymayan,öncelikle “insan” olduğunun bilincine varan herkesdir... Aydınlardır, Kürtçü ya da Türkçü gibi ulusçuluklar taşımayan gerçek Marxistlerdir, sermaye düzeninin iç çelişkilerinin ayırdına varan ve karşı durmak için örgütlenen Greenpeace'dir, doğa korumayı ilke edinmiş olan yeşillerdir, demokrasiyi “ancaksız”, “fakatsız”, pırıl pırıl aydınlıkla ve sıfır karanlıkla yerleştirmeye çalışanlardır, insan hakları savunucularıdır “biz”!..

“Biz” yeterince çokuz. Ama partileşmeye, politik örgütlenmeye ve toplu muhalefet politikaları üretmeye gereksememiz var!..


KEMALİST ULUSÇULUK ÜZERİNE

"Ulus" ile "millet" aynı şey. Biri Türkçe, öteki Arapça, hepsi bu...

"Millet" önceleri "ümmet" karşılığı, aynı dinden olanlar için kullanılmış. Sonra anlam kayması olmuş ve önce "budun/kavim" (bunun da biri Arapça biri Türkçe) karşılığı kullanılır olmuş. Orhon yazıtlarında (M.S. 7 yy - Muhammed'le çağdaş) geçen kavram "Türk budun". Ama "Türk Milleti" diye çeviriyorlar. Doğru değil. "Budun"da akrabalık ve kan birliği bir oranda var. Budun büyüdükçe azalıyor, sonunda ulus/millet ortaya çıkıyor.

Lisede, sosyoloji dersinde öğrencilere "ulus"un üç özdeksel/maddi, üç de tinsel/manevi ögesi vardır diye okuturuz. Bunlar: Dil birliği, din birliği, yurt birliği, ülkü birliği, tarih birliği, kültür birliği'dir. Ama hiç bir millette bunların hepsi birden yoktur. Bunların hiç biri olmadan da ulus olabilir. Bazı uluslarda bunlardan yalnızca biri bulunabilir falan. Bu "birlik"ler tarih içinde çeşitli uluslarda görünen özelliklerden derlenmiştir. Sonra da sosyologlar tarafından kendi görüşüne uygun olanı alınarak öne çıkarılmıştır. Söz gelimi Kemalist ulusçuluğun temelinde de "kültür birliği" vardır. Ama soy-ırk birliğini de unutamayız bir türlü... Kıbrıs'ta, Bulgaristan'da yaşayan müslümanlara her zaman "soydaşımız" kavramıyla bakarız. Aynı kültürden gelmiş olmamıza karşın Rumları, Ermenileri, Kürtleri, Çingeneleri de uygulamada her zaman dışta tutmuş, onlara her türlü aşağılamayı, uygun görmüşüzdür.

Sosyolojik açıdan ise, "ümmet", ne denli Aristokrat toplumları bir arada tutan "toplumsal bilinç kavramı" ise, "ulus/millet" de Burjuva toplumlarını bir arada tutan "toplumsal bilinç kavramı"dır. Burjuva devrimlerinin oluşumunda "ümmet"e karşı verilen savaşımda, ulus/millet devrim yapan gurubu bir arada tutmaya yarayan öge olmuştur. Yani milliyetçi olmak burjuva devrimlerinin oluşum sürecinde ilerici/solcu bir nitelik iken, Aristokrat ümmet toplumlarının yok olmasından sonra, burjuva toplumların bireyci ve yarışmacı özelliği gereği doğal olarak, uluslar/milletler birbirine düşmüş ve boğazlaşmaya başlamışlardır. Kendi ümmeti dışındaki bütün ümmetlerin varlığını yadsıyarak onların kendisine hizmet için yaratıldığını düşünen "ümmetçi kültür"ün mantığına göre ve Hıristiyan Haçlı seferleri gibi, Osmanlı'nın fetihleri gibi, Güney Amerika'nın ele geçirilmesindeki kanlı keşif/ele geçirme seferleri gibi "insan"ı "kul" gören ve yalnızca kendi tanrısını gerçek Tanrı sayıp, başka tanrılara inananların ona isyan ettiğini var sayan kanlı inanç seferlerinin ardından, Burjuva toplumlarında da kendi ulusunu üstün gören ("ari ırk" gibi, Batı merkezci "Avrupa kültürü" gibi) ve öteki ulusları kendisine hizmet için var olduğunu düşünen ayırımcı/emperyalist bir konumda görürüz<!--[if !supportFootnotes]-->[1]<!--[endif]-->.

Bu aşamada "ulus/millet" artık "gerici/sağcı" niteliklidir. Ortadan kalkma tehlikesine karşı, tutunmak için, varlığını bütün kutsallıklara karşı olmasına borçlu olmasına karşın, kendisi "kutsal"laşır. Üstelik bir tür korunma içgüdüsüne kapılır, ümmet toplumlarına karşı savaşım verirken kültürüne girmiş olan "kan dökebilme" özelliğini bir yandan kendisini tutsak alacağını düşündüğü "düşman" ulus/milletlere, öte yandan kendisini ortadan kaldırma potansiyeli gördüğü ilerici/solcu/gelecekçi/"insan"cı yapılara karşı kullanmaya, yani kan dökmeye başlayacaktır. Nazi Almanyası’nın faşist anlayışında olduğu gibi, bir yandan kendisi temel ve üstün ulustur, öteki ulusları ortadan kaldırma yetkisine sahiptir (“ırk” yalnızca ulusun ölçütütür, sınıfsal temel kavram “ulus”tur), öte yandan gelecekte doğal süreç içinde kendisini yok etme potansiyeli taşıyan aydınlar ve komünistler de ana düşmanlardır ve yok edilmelidir.

Sosyoloji tarihinde yıkılacağı duygusuna kapılan bütün sosyal kurumlar acımasız ve kan dökücü olurlar!.. Örnekleri çoktur, daha dün, Ermeni soykırımı (gönlünüz hoş olsun diye “tehciri” de olabilir), Kürt hareketlerinin bastırılması, Şeyh Sait isyanı ve Dersim İsyanı... 1942 yılında varlık vergisi olayları, 6-7 Eylül olayları, 1964 yılında Rumların ve Ermenilerin püskürtülüp yurt dışına göç etmeğe zorlanması ("Politiki Cousina" filminde anlatılıyor) arkasında devlet olsun olmasın Türk ulusunun yarattığı olaylardır.

Bazılarını da uluslar, aralarında anlaşarak yaparlar: yaklaşık bir buçuk milyon Anadolu Ortodoksu (aralarında Ortodoks Türklerın var olma olasılığı da vardır) ile beşyüzbin Batı Trakya Müslümanının (aralarında müslüman Yunanlılar ya da Müslüman Arnavutların olma olasılığı da vardır) göç ettirildiği ünlü "Mübadele" bunlardandır.

Doğaldır ki Burjuva kültürünün egemen olduğu günümüzde, yalnızca "Türk"ler değil, elinde güç tutan bütün uluslar ötekileri yok edip egemen olma konusunu  (Aristokrat Devleti ele geçirme… “Devlet” Aristokrat bir yapıdır. Bu nedenle de Aristokrat kültürden gelmesi nedeniyle baskıcı bi yapıdır) kendilerine "hak" görürler. Türklere karşı yapılan hareketler de hiç önemsiz değildir. Batı Trakya Türkleri ile Bulgaristan Türklerinin son birkaç on yıl içinde karşılaştığı olaylar bunlardandır. Kıbrıs'a Türkiye ordusunun çıkmasına neden olan ve Yunan cuntası tarafından desteklenen Nikos Sampson hareketi bunlardandır.

"Ulus"un ulusa ettiği saymakla bitmez. Taraflardan birinin Türk olup olmaması da hiç fark etmez... Gücü eline geçiren ulus ötekini ezer, ya sessiz soluksuz bırakır, ya da yok eder - etmeye çalışır. Burjuva toplumlarının bireyci-yarışmacı karakteri bu sonucu doğurur.

Kutsal sembollerin sosyoloji tarihinde önemi yoktur. Bunlar, doğal süreç içinde kendilerini yok olma tehlikesi içinde gören ulusların yıkılmamak için sığındığı kutsallıklardır. Oysa “ulus” kavramını kendi toplumsal bilinç kavramı olarak doğuran Burjuva kültürü, ümmet kültürünün “kutsal” kavramını yıkma savaşımını kazanarak egemen olmuştur. Şimdi aynı kavrama kendisi sığınmaktadır.

Daha anımsadığımız yıllar içinde Ulusal Kurtuluş Savaşı üzerine yapılan konuşmalarla “vatan millet sakarya” diye dalga geçen Türk aydını, içi boşalmış milliyetçi/ulusalcı karaktere bürünmüş, elinde ay-yıldızlı bayrak, aynı nutukları kendisi atmaya başlamıştır.

Oysa “bayrak”ın kültür tarihindeki gelişimi son derece pratik nedenlere dayalıdır. Türk tarihinde "tuğ"lar altında toplanan bölükler daha sonra "sancak", sonra da "bayrak" altında toplanmışlardır. Toplanılacak yeri işaretlemek üzere yüksekçe bir yere asılan ve dikkat çeksin diye rüzgarda dalgalanmaya bırakılma özelliği taşıyan bir bez parçasının zaman içinde kutsallaştırılmasından başka bir şey değildir!

Burjuva devrimleri sonrasında bu kutsallık bulunmaz. Söz gelimi, Fransız Burjuva Devrimi'nde önemli olan bayrağın kendisi değil, Fransız devriminin ilkeleri olan "eşitlik", "özgürlük" ve "kardeşlik" kavramlarının simgelemesidir.

Ayrıca Kutsal Bayrak kültürünü yalnız uluslar değil, Kültür Tarihinde “sonra gelen” başka guruplar da kullanır. Komünist "Kızıl Bayrak" bunlardandır. İngiliz işçi partisinin komünist döneminden kalma "Red Flag / Kızıl Bayrak" marşının geleneksel olarak hala heyecan içinde söyleniyor olması, komünistler tarafından ortaya atılmış ve bir tür kutsallık yüklenmiş olan “enternasyonel” kavramının bir küçük burjuva ideolojisi olan Sosyal Demokratlar tarafından “Sosyalist Enternasyonel” adında kullanılması ilginçtir.

Şu, ne olduğunu bir türlü bilemediğimiz, kavram kargaşası içinde kalmış "Halk" kavramı Arapça "halik"ten gelir ve "yaratılmış olanlar" demektir. Aristokrat kültür döneminde “tanrı dışındaki herkes” anlamındadır. Ama zamanla kademe kademe tanrı yetkileri kullanan Aristokratlar "halk" kavramını "yönetilenler" anlamıyla kullanmaya başladı ve bu kavram, “yönetici sınıftan olmayanlar”, yani “Aristokrat olmayanlar” anlamında kullanılmaya başlanmıştır.

Günümüzdeki anlamı da budur.

Dünyanın bütün "yönetilenler"i "halk"tır. Şu ülkenin halkı, bu ülkenin halkı diyebiliriz. Ya da zaman zaman "millet/ulus" kavramlarına yaklaştırabilir ve "Türk halkı", "Kürt halkı" olarak da kullanabiliriz. Ama "halklar" diyemeyiz. Bu kavram, ulusların varlığına, kuramlarına göre karşı durması gereken komünistlerin pratikte "ulusların" varlığını kabul etmelerine yarayan saptırıcı bir kavram durumunda önüömüze sürülmüştür ve biz bunu karşıdan kapıp “işte bak ‘ulus’ değil” diye ama “ulus’u anlatmak için” kullanıyor ve rahat ediyoruz. Çünkü Burjuva kültürü içinde soluk aldığımız ve burjuva kültürünün kavramı olan “ulus”u kullanmamış oluyoruz!..

Geleceğin yapısı dizge (sistem) olarak yönetilenlerin kendi kendini yönettiği gerçek demokrasilere doğru evrilmektedir. Bu durumda da dünyada halk(yönetilenler)ın yöneteceği toplumsal örgütlenmelerin oluşacağı düşünülmeli, bunun savaşımı verilmelidir. Buna "devlet" denir mi onu bilemiyorum. Ama kesin olan bir şey var ki, bu örgütlenme bir kamu örgütlenmesi olacaktır ve "devlet" denilen şeyin Aristokrat kültürden sarkan "ali kıran baş kesen" yetkilerini de taşımayacaktır.

Bu amaçla özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra ortaya çıkan ve "komünist" olma savı taşıyan devletler "halk cumhuriyeti" adını kullandılar ama aristokrat etkilerden ve "ulus-devlet" niteliğinden sıyrılamadıkları için de devlet bürokrasisinin baskıcı egemenliğinden kurtulamadılar.

Kemalizm bir burjuva devrimidir. Ve ümmet toplumuna karşı yapılmıştır. Bu nedenle "ulus/millet" olarak örgütlenmesi doğru ve zorunluydu. Oysa Sovyetler Birliği gibi bir örnekte de "halk/kamu" örgütlenmesi için çaba gösteriliyordu. Bu yüzden Mustafa Kemal, ümmet toplumuna karşı "millet" toplumsal bilinini kullanmak zorundadır, ama toplumsal örgütlenmede, yani Cumhuriyetin yapısına yönetilenlerin egemen olmasını düşünür ve kurduğu partinin adında, kültürel geliştirme örgütlenmelerinde (Halkevi) "halk" adını kullanır. Partisinin ana ilkelerine de her ikisini de koyar: bu ilkelerden biri "milliyetçilik", biri de "halkçılık"tır bildiğimiz gibi.

Ancak Kemalist Devrim bir burjuva devrimi olduğu için "yönetilenler" anlamındaki "halk" ve "halkçılık" kavramları hiç bir zaman yerine oturamaz. Dahası dizgenin içinde yeri olmadığı için de biraz yapıştırma olarak kalır. Çünkü burjuva toplumlarında "yönetilenler/halk" değil, sermaye sahibi burjuvaların ideolojisi yönetimdedir. Bu durumda da toplumun "yönetilenler/halk"a göre örgütlenmesi olanaklı değildir.

Ama, Mustafa Kemal, gelecekte "halk" kavramının toplumsal örgütlenme dizgesi içinde mutlaka yer alacağını açık olarak görmüş ve kurduğu toplumsal örgütlenmenin içine geleceğin tohumlarını yerleştirmiştir. Bu da Herakleitos'un ünlü "akış"ının Kemalist Burjuva Devrimi'nin temellerinde bulunduğunun önemli ölçütlerinden biridir.

"Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı", dünyanın bu döneminde doğru görülebilir. Yani pratik olarak bir ulusun kendi ulusal devletini kurabilmesi hakkı"nı anlatmaktadır. Doğal olarak aristokrat dönemden kalma "sahip olma" tutkularımızın da henuz kültürümüzden çıkıp yok olmadığı bir dönemde yaşadığımız için uygulanması da öyle kolay olmamıştır. Çekler ve Slovaklar gibi, Belçikalılar ve Dutch'lar gibi gelişkin sayılabilecek birkaç örnek dışında, özellikle de geri kalmış toplumlarda hiç bir ulus, kendi topraklarında yaşayan bir başka ulusa "haydi üzerinde yaşadığın şu toprakları al da kendi devletini onu üzerinde kur" dememiştir, diyememiştir.

Ama "akış" göz önüne alındığında çok da uzak olmayan bir dönemde "ulus/millet" kavramının ortadan kalkarak toplumsal örgütlenmelerin ve kültürel yapılanmaların "ulus/millet" temeline göre değil, başka ölçütlerle oluşacağını görebilmek o denli zor olmasa gerektir. Bu durumda da yine doğal akış, ulus çatışmalarını kendiliğinden ortadan kaldıracaktır. Bunun belirtileri burjuva toplumları içinde öncü kültürel tepkilerde son elli yıl içinde baskın biçimde açıkça görülmektedir.

Hiç bir toplumsal önder, kendiliğinden "zebani" olmaz. Umduğu, hayal ettiği toplumun oluşmadığını gördüğü sürece sertleşmek zorunda kalır. Abdülhamit'i de, Stalin'i de bunlar arasında sayabilirsin. Hayal ettiğiyle uygulanabilir olanın aynı olması gerektiğinin ayırdına varmak gerekir. O zaman sertlikten başlasan da yumuşamaya doğru akan bir süreç içinde bunu başarma olanağı bulmuş olursun. Bunu son yüzyıllarda yapabilmiş olan ender liderden biri de tabii ki Mustafa Kemal'dir. Bütün politikaları bu doğrultuda olduğu açıkça görülmektedir.

Hiç kuşkusuz ki Stalin bir Marxist'tir. Ancak uygulamacı olarak -bana kalırsa- bir gecede toplumunu Marxist ölçütlere göre kurabileceğini düşünmüş ve toplumuna zaman tanımamış, politikalarını "akış"a, bir süreç"e göre düzenlememiştir. Yanlışı buradadır. Bu konuda dirençli ve inatçı olduğu için de karşı çıkışları baskıyla durdurmaya çalışmıştır. Karşı kapitalist burjuva toplumlarının da aleyhte propagandasına malzeme sağlamıştır. Ancak ikinci paylaşım savaşında Hitler'in durdurulmasına karşı Stalin yönetimindeki Sovyet insanının dünyaya yaptığı katkı unutulur gibi değildir.

Marx ve Engels kültür tarihindeki birkaç çok akıllı filozoftan biridir ("biridir" diyorum çünkü felsefe tarihinde birkaç filozof, iki kişi olarak tek felsefe dizgesi oluşturmuştur, bunların en önemlisi de Marx&Engels'dir). Ütopik hiç bir kurum önermez. Yani hiç bir uygulama önerisi yoktur. Yalnızca kapitalist ekonominin, o güne değin insanların göremediği-düşünemediği açılardan bakarak eleştirisini yapar, çürüme noktalarını gösterir ve yeni oluşacak toplumun hangi kanallara doğru girerek doğru yolda akacağını burjuva/kapitalist toplumun çürüme noktalarını temel alarak gösterir. Marx, yaşadığı sürece de Avrupa komünistlerine siyasi önderlik eder. Ama bu, oldukça kısa bir süredir. Yani bütün uygulamalar daha sonraki Sovyet deneyimi ile öteki Marxist olduğu savındaki deneyimlerin uygulamalarıdır.

Bu açıdan temel düşünce olarak Marx&Engels yanılmaya olabildiğince pay bırakmamayı başarabilmiş filozoflardır. Gene de yanıldıkları birkaç şeyi kendileri görmüş, özeleşltirisini yaşarken yapmışlardır. Szö gelimi Marx, bunların önemlilerinden birini, "herşeyin ekonımik yapıya bağlı olduğu" savını, gözlem ve deneyimleri sonucunda değiştirmiş, kültürel yapının da ekonomik yapıyı etkileyebileceğini -ekonomi terimleriyle- anlatmıştır.

Temelleri çok sağlam olarak da atılmış olsa akış içinde hiç bir dizge, hele uygulamayı yönetme savındaki bir dizgenin her zaman aynı kalmasına olanak yoktur. Yeni deneyimler, yeni gereksemeler, uygulamadan gelen pratik sorunlar her zaman çıkacak ve kuramın onları da çözmesi gerekecektir.

Bunları kendini Marxist olarak tanımlayan ya da tanımlamayan filozoflar çözmüşler, tamamlamışlardır, çözümleri de sürdürmektedirler. En önemlileri arasında Sartre (existentialist), Polanyi (sosyal demokrattır diyebiliriz), Mao, Marcuse sayılabilir. Marxizmin en erdemli yanlarından biri de bilimsel yönteme uygun olarak dizgesini kapalı tutmamış olmasıdır. Felsefeye getirdiği en önemli yeniliklerden biri budur. Yani Marxizm, geliştirilebilen bir dizge oluşturmuştur. Bu nedenle de tutucu bir yapıya dönüşme şansı yoktur. Uygulamadaki tutuculuklar, uygulamacıların Marxist kurama ters düştüğü ve bunda direndiği noktalarda ortaya çıkar.

Kemalizm'in de -Atatükçü geçinenlerin anlayamadığı- en önemli özelliği, Marxizm'den bu ileriye açık olma özelliğini almış olmasından gelmektedir.

<!--[if !supportFootnotes]-->

<!--[endif]-->
<!--[if !supportFootnotes]-->[1]<!--[endif]--> “Millet-i sadıka”, ya da “Etrak-ı bî idrak”, Kürtlere ve Çingenelere karşı söylenen aşağılayıcı deyişler, deyimler, Osmanlı’da ümmet toplumundan ulus toplumuna geçiş sırasında ortaya çıkmış, “ikinci sınıf ümmet” ya da “ikinci sınıf ulus” anlamlarını birlikte taşıyan kavrayışlar üzerine oturmaktadır.

Hiç yorum yok: