MUDANYA, 24 Mart 1998 Salı
Sevgili
Attila ilhan,
Çocukluğumdan
bu yana, ağırlıkla şiirlerinizi, sonra da zaman zaman yazılarınızda ve
televizyon sohbetlerinizde bulduğum düşüncelerinizi soluk aldığım ortamda
buldum. Soludukça keyif duydum, keyif duydukça soludum...
Dünya
görüşümdeki tuğlaların arasında bulunan harca sizin de renginiz önemli oranda
sindi...
Marx'la
Kemalizm arasında olduğunu düşündüğüm toplumsal görüşünüze de çok itirazım
yok...
Ancak
bir şeyi gözden kaçırdığınızı düşünüyorum.
İnsanoğlu'nun
Herakleitos'dan bu yana getirdiği "akış" kuramı, kuramsal olarak
Marx'dan, eylemsel olarak Mustafa Kemal'den gelerek sizin dünya görüşünüze
sinmiş olmalı, ve bütün düşünce, yargı, yorum ve ürünlerinizi temelden
yönlendirmeli diye düşünüyorum.
Ancak
sanırım bunu bulmak yerine, insan beyninin, bence, şimdilik kalıtımsal olarak
gelen en yaygın ama yanlışlara düşürücü hastalığının izlerini sizin
yazılarınızda da görmek beni umutsuzluğa düşürüyor.
Bu,
evrende duragan bir yapı, dolayısıyla değişmez bir gerçek arama, böyle bir
gerçek olmadan düşünememe hastalığı... Çember çizebilmek için pergelin sivri
ucunu koyacak bir noktanın mutlaka bulunmasının gereği gibi...
Bu
"maluliyet"ten bütünüyle kurtulmanın yolu var mı bilmiyorum.
Uygulamalara
bakarsak, en azından bugün için "yok" gibi görünüyor. Ama biyolojik gelişme,
insan beynini nerelere dek götürecek bugünden bilmek de sanırım olanaklı
değil...
Kemalizm'den
aldığınız "ulusçuluk" ilkesinin sizi çok fazla etkilemiş olduğunu
düşünüyorum. Oysa Kemalizm'in uygulamalarına dikkatlice bakılırsa, bunu,
toplumsal tarih için "aşılması gereken" bir eşik olarak belirlemiş
olduğu zorlanmadan çıkarılabilir.
Zaten
Mustafa Kemal neyi "aşılması gereken bir eşik"ten başka bir şey sayar
ki?.. Benim için, "kişi" olarak önemi de buradan gelir.
Bana
göre Mustafa Kemal, yeterince yazamamış bir filozoftur...
Bir
ulusun, bir ulusal kurtuluş savaşının önderi olmasının bence pek -belki de hiç-
önemi yok... Bu dünyada ulusal kurtuluş savaşı önderi çok...
Ama
"filozof”ların her biri "tek" ve özgündür.
Arada
bir "aynı" şeyi birlikte savunanlar olmuşsa da Felsefe Tarihi,
"tek"liğin özgünlüğünü bozmamak için olmalı, onlardan tek kişi gibi
söz eder; haklıdır da... Marx-Engels böyledir; Leukippos-Demokritos böyledir...
Bence
Mustafa Kemal'in yaşamının satır aralarını okuyabilmek gerek...
Kemalizm'de
sanırım, kalıcı ilke yok gibi... Aşılması gereken eşikleri ise "kalıcı
ilke" (tanrısal düzenin "hakikat" kavramı gibi) olarak görmek
bizi yanlışlara düşürüyor...
Pek
çok yazınızdan, kimi böyle eşikleri "değişmez ilke" olarak alıp
yargılarınızı etkileyecek olan dünya görüşünüzü bunların üstüne kurmuş
olabileceğiniz gibi bir yargıya kapılıyorum. Bu da beni korkutuyor.
Bu
mektubumu, size "kötüleme" amacıyla değil; bizim, yargılarımızı
vermiş "ihtiyar"lar olarak birbirimize yararlı olmaya çalışmalı
olduğumuz gibi bir vehimle değil, bizden sonra geleceklerin dünya görüşlerine
"doğru (değişmez gerçek değil)" renk tonları sinmesi için elimizden
geleni yapmamız gerektiği öngörüsü doğrultusunda yazmaya çalıştığımı söylemek
isterim: yazdıklarınızın genç insanları "uluscu" yani
"ayırımcı" politikalara itmesinden kaygı duyuyorum.
Örnek
olarak son yazınızı; "Ulusal Savunma Kavramı!.." başlıklı olanı almak
istiyorum.
Birinci
paragrafın sonunda
"NATO'nun
‘Sistem’e, ‘Sistem’in ABD'ne ‘çalıştığı’, açıkça görülüyor."
diyorsunuz.
Bu
değerlendirme, "ulusçu" yaklaşımla yapılmış bir değerlendirme değil
midir?
Bu
yargınızda "bizim için önemli olan yan"ın, devlet olarak yaptığımız
bir işin bir başka bir devletin işine yarayarak "ters tepme potansiyeli taşıması"
olarak algıladığımız görülmüyor mu?
Yani
burada, bir ulusun kaderinin, bir başka ulusa (ABD'de yaşayan insanların
uluslaşma sürecinde olduğunu düşünüyorum) teslim edilmiş olduğu ölçütünü kullanıyoruz.
Bu
ölçüt, dolayısıyla bu değerlendirme, Kemalist ulusçuluğa göre
"doğru"dur.
Kuşkusuz,
Kemalizm’in yaşadığı döneme göre de...
Ama
biz 1998'de Kemalist ulusçu bir dönemde yaşamıyoruz.
Çünkü
ulusçuluğun, Kemalist bile olsa, gerekleri ortadan kalkmıştır. Ulusçuluğun
gereği, aristokrat ümmet toplumları için vardır. O toplumların içinde savaşımı
verilir. Burjuva toplumlara geçildikten, hele bunun içinde bir süre yol
alındıktan sonra gerekleri ortadan kalkmış olduğu için yalnızca
"ayırımcı" yanı ortada kalır ve "gerici" bir niteliğe
bürünür. Ayırımcılıktan da yalnızca "çıkar çevreleri" yarar
görmektedir.
Kemalist
ulusçuluğun öncesi ile sonrasına da göz atmak gerek..:
Osmanlı,
kendini öyle bir yüce gücün vekili olarak ümmetinin başında sayıyordu, yaşamsal
ölçütlerini bu yücelikten almıştı ki, tepeden baktığı başka devletlere
sözgelimi kapitülasyonları vermekte sakınca görmemişti...
Kendi
kültürüne ve bu kültürden alınmış ölçütlerine göre bu, yanlış da değildir.
Çünkü Aristokrasi'de "ticaret", öyle tanrısal yüceliklerdekilerin
ilgileneceği bir şey değildir. "Pis"tir. Oralarda neler olduğu
Aristokratları ilgilendirmez. Aristokratların sahip olduğu temel,
"toprak" ve onun üzerinde çalışan -ve çeşitli adlarla anılan- "köle"lerdir.
Bu
yüzden Osmanlı'nın kapütilasyonları vermesi ya da Anadolu'daki antik yapıtları
"Mülk-ü Osmanî'de taş mı kalmadı, verin gitsin" diyerek peşkeş
(sözcük bugünün değerlendirmesidir) çekmesi kendi zamanında Mustafa Kemal'in
NATO'ya girmeyecek olması kadar doğaldı.
Bu
öncesiydi... Bir de "sonra"sına bakalım:
Artık
dünyada "devlet" gibi görünüyor olsalar da egemen olan, "sosyal
sınıf”lardır. Bir dizge olarak ABD, "burjuva" sınıfının ta
kendisidir. Önemli olan, bizim NATO'ya girmemizin ABD'ye yaradığı değildir.
Kaldı ki, sosyal sınıflar açısından bakıldığında, Türkiye'nin NATO'ya girmesi
son derece doğaldır, çünkü NATO bir burjuva korunma paktıdır. ABD, dünya
burjuva sınıfının devlet örgütüdür, Türkiye devleti de zaten uzak gelecekte bu
örgüte katılmak istemektedir.
Örgüt
silahlanmaktadır. Hem de yine doğru olarak, o yıllarda Hitler'e karşı örgütünü
büyük bir kahramanlıkla savunduğu için çok büyük bir güce sahip olduğu izlenimi
veren (gerçekte hiç de öyle olmadığı çok sonra anlaşılacaktır) ve
"emek"i elinde tuttuğu düşünülen (bunun da böyle olmadığı daha sonra
anlaşılacaktır) proleterlerin devlet örgütlenmesine karşı...
Yani
sosyolojik olarak Türkiye'nin NATO'ya girmesinde hiç de mantıksız bir yan
yoktur.
Yine
yazınızın bölüm başlığında söylediğiniz ve sonra kendi sözleriyle kanıtlamaya
çalıştığınız gibi:
"Gazi
sağ olsaydı..."
Eğer
sizin dediğiniz gibi Gazi, bir burjuva devrimini yapmış ve herşeyin rayına
girdiğine, en doğru yola varıldığına inanan biri olsaydı sağlığındaki
değerlendirmeleri NATO'ya girilecek olan yıllarda da yapardı.
Bu
doğru...
Ama
ben, Mustafa Kemal'in her gün, her saat, her an yeni verileri değerlendirecek
bir "filozof” olduğunu düşünüyorum. Böyle bir bakışla Gazi'nin bir burjuva
devrimcisi olarak yukarıdaki değerlendirmeyi yaparak NATO'ya girme kararı
almasında hiç bir mantıksız yan olmayacaktı.
Ama ya
Gazi, daha da ileri gitse ve zamanın doğrusuna daha bir uyum sağlayarak “burjuva
devrimciliği”nden vaz geçseydi?.
Bir
filozofun ardından gelen genç kuşaklar, "o sağ olsaydı ne yapardı?"
demek yerine, filozofun gösterdiği yoldan giderek yeni yollar açmayı seçmiş ve
başarmış olanlardır.
Bu
anlamda Marx ve Engels hem Hegel'cidir, hem değildir. Böyle olması da kendi
düşüncelerine pek yaraşır doğrusu!..
İşte
1998'de Kemalizm, böyle olabilirse değer taşır...
Gazi'nin
ardılları, sınıfsal değerlendirmeyi doğru olarak yapmayı artık anlamış,
dünyadaki kutuplaşmanın uluslar (ve ulusal devletler) arasında değil, sınıflar
arasında olduğunun bilincine varmış, emek-sermaye çatışmasında doğru yerini
almış olmalıdır.
Günümüzde
sınırlar emek ve sermaye arasına çizilmeli her türlü değerlendirme bu
doğrultuda yapılmalıdır. Günümüzün doğrusu budur. Bu anlamda genç insanlar
öncelikle kendilerine "ben kimim" diye sorduğunda "Türküm"
yanıtını vermeyi kültüründen çıkarıp atabilmiş olmalıdır. Yönetilenlerin
yanında olduğunu ve çağımızda yönetenlerin “sermayeyi ellerinde tutanlar olduğu”nu
bilebilmeli ve ABD' nin değil, "sermayenin örgütü olduğu için
"NATO'ya girilmemesi gerektiği"ni savunabilmelidir.
İşte
Kemalizm’in günümüzde toplumumuzu getirmeyi amaçladığı yer buydu. Bu amacında
da son derece başarılı olmuştur. Yani günümüzde "Nato'ya girilmesi"
konusunu değerlendirirken "Kemal yaşasa ne yapardı?" değerlendirmesi,
soruyu baştan yanlış sormuş olmak demektir.
Bence
Kemalizm, amaçlarını doğru görmüş ve ulaşmıştır. Kemalizmin oluşturduğu toplumsal
yapının NATO'ya girmesini "yozlaşma" olarak görmek yanlıştır. Evet, o
yapı NATO'ya girerdi ve girdi. Şimdi ise, NATO'ya girmenin yanlışlığını
göstermek üzere birtakım insanlar yetiştirmiş olmalıydı ve yetiştirmiştir!..
Özetle:
Günümüzde
içinde olduğumuzun bilincine varmamız gereken toplumsal grup
"Türkler" değildir. Böyle olursa, en ipe sapa gelmezleri (Kürt
milliyetçiliği, MHP milliyetçiliği vb) ile birlikte aynı çöplükte ötmeye ve
"şurasına değmiş, burasına değmemiş" yapmaya başlarız.
içinde
olmamız gereken grup, "yönetilenler", yani "halk"tır. Bu da
dünyada bir tanedir ("halklar" kavramı,. "ulus" kavramının
yerine ve hedef şaşırtma amacıyla kullanılmaktadır). Bana göre günümüz için
"halk", "emekleriyle geçinenler'dir.
Bunu,
kültürel olarak "insan" la karşılayabiliriz.
Artık
karşılamalı ve ayırımcılığa neden olacak her türlü kültürel öğeyi bir kaşık
suda boğmalıyız!..
Sanıyorum,
Kemalist aydın'ın günümüze değin geçmesi gereken yol bu olmalıydı. Bana göre
bilinçle ve programlı olarak saptırılmaya, hiç değilse geciktirilmeye çalışılan
da yine bu yoldur. Ama tarihin hiç bir döneminde benzer çabalar yeterli
olmamıştır.
Sanırım
aşılması gereken eşikler aşılırken acı çekilmemesi, bir toplumun aydınlarının
insanlarını geriye doğru çekmemesine bağlıdır.
Ardımızdan
gelecekler için açtığımız yolun nerelere değin varabileceğini en azından
Mustafa Kemal kadar doğru görmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Saygılar,
Ömer
TUNCER.
NOT: Cumhuriyet gazetesindeki köşesinin altına koyduğu, mektubun içeriğine değinmediği nottan, okumuş olduğu anlaşılıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder