2 Eylül 2012 Pazar

Attila İlhan'a (24 Mart 1998) - Güncelliği nedeniyle...


MUDANYA, 24 Mart 1998 Salı
Sevgili Attila ilhan,
Çocukluğumdan bu yana, ağırlıkla şiirlerinizi, sonra da zaman zaman yazılarınızda ve televizyon sohbetlerinizde bulduğum düşüncelerinizi soluk aldığım ortamda buldum. Soludukça keyif duydum, keyif duydukça soludum...
Dünya görüşümdeki tuğlaların arasında bulunan harca sizin de renginiz önemli oranda sindi...
Marx'la Kemalizm arasında olduğunu düşündüğüm toplumsal görüşünüze de çok itirazım yok...
Ancak bir şeyi gözden kaçırdığınızı düşünüyorum.
İnsanoğlu'nun Herakleitos'dan bu yana getirdiği "akış" kuramı, kuramsal olarak Marx'dan, eylemsel olarak Mustafa Kemal'den gelerek sizin dünya görüşünüze sinmiş olmalı, ve bütün düşünce, yargı, yorum ve ürünlerinizi temelden yönlendirmeli diye düşünüyorum.
Ancak sanırım bunu bulmak yerine, insan beyninin, bence, şimdilik kalıtımsal olarak gelen en yaygın ama yanlışlara düşürücü hastalığının izlerini sizin yazılarınızda da görmek beni umutsuzluğa düşürüyor.
Bu, evrende duragan bir yapı, dolayısıyla değişmez bir gerçek arama, böyle bir gerçek olmadan düşünememe hastalığı... Çember çizebilmek için pergelin sivri ucunu koyacak bir noktanın mutlaka bulunmasının gereği gibi...
Bu "maluliyet"ten bütünüyle kurtulmanın yolu var mı bilmiyorum.
Uygulamalara bakarsak, en azından bugün için "yok" gibi görünüyor. Ama biyolojik gelişme, insan beynini nerelere dek götürecek bugünden bilmek de sanırım olanaklı değil...
Kemalizm'den aldığınız "ulusçuluk" ilkesinin sizi çok fazla etkilemiş olduğunu düşünüyorum. Oysa Kemalizm'in uygulamalarına dikkatlice bakılırsa, bunu, toplumsal tarih için "aşılması gereken" bir eşik olarak belirlemiş olduğu zorlanmadan çıkarılabilir.
Zaten Mustafa Kemal neyi "aşılması gereken bir eşik"ten başka bir şey sayar ki?.. Benim için, "kişi" olarak önemi de buradan gelir.
Bana göre Mustafa Kemal, yeterince yazamamış bir filozoftur...
Bir ulusun, bir ulusal kurtuluş savaşının önderi olmasının bence pek -belki de hiç- önemi yok... Bu dünyada ulusal kurtuluş savaşı önderi çok...
Ama "filozof”ların her biri "tek" ve özgündür.
Arada bir "aynı" şeyi birlikte savunanlar olmuşsa da Felsefe Tarihi, "tek"liğin özgünlüğünü bozmamak için olmalı, onlardan tek kişi gibi söz eder; haklıdır da... Marx-Engels böyledir; Leukippos-Demokritos böyledir...
Bence Mustafa Kemal'in yaşamının satır aralarını okuyabilmek gerek...
Kemalizm'de sanırım, kalıcı ilke yok gibi... Aşılması gereken eşikleri ise "kalıcı ilke" (tanrısal düzenin "hakikat" kavramı gibi) olarak görmek bizi yanlışlara düşürüyor...
Pek çok yazınızdan, kimi böyle eşikleri "değişmez ilke" olarak alıp yargılarınızı etkileyecek olan dünya görüşünüzü bunların üstüne kurmuş olabileceğiniz gibi bir yargıya kapılıyorum. Bu da beni korkutuyor.
Bu mektubumu, size "kötüleme" amacıyla değil; bizim, yargılarımızı vermiş "ihtiyar"lar olarak birbirimize yararlı olmaya çalışmalı olduğumuz gibi bir vehimle değil, bizden sonra geleceklerin dünya görüşlerine "doğru (değişmez gerçek değil)" renk tonları sinmesi için elimizden geleni yapmamız gerektiği öngörüsü doğrultusunda yazmaya çalıştığımı söylemek isterim: yazdıklarınızın genç insanları "uluscu" yani "ayırımcı" politikalara itmesinden kaygı duyuyorum.
Örnek olarak son yazınızı; "Ulusal Savunma Kavramı!.." başlıklı olanı almak istiyorum.
Birinci paragrafın sonunda
"NATO'nun ‘Sistem’e, ‘Sistem’in ABD'ne ‘çalıştığı’, açıkça görülüyor."
diyorsunuz.
Bu değerlendirme, "ulusçu" yaklaşımla yapılmış bir değerlendirme değil midir?
Bu yargınızda "bizim için önemli olan yan"ın, devlet olarak yaptığımız bir işin bir başka bir devletin işine yarayarak "ters tepme potansiyeli taşıması" olarak algıladığımız görülmüyor mu?
Yani burada, bir ulusun kaderinin, bir başka ulusa (ABD'de yaşayan insanların uluslaşma sürecinde olduğunu düşünüyorum) teslim edilmiş olduğu ölçütünü kullanıyoruz.
Bu ölçüt, dolayısıyla bu değerlendirme, Kemalist ulusçuluğa göre "doğru"dur.
Kuşkusuz, Kemalizm’in yaşadığı döneme göre de...
Ama biz 1998'de Kemalist ulusçu bir dönemde yaşamıyoruz.
Çünkü ulusçuluğun, Kemalist bile olsa, gerekleri ortadan kalkmıştır. Ulusçuluğun gereği, aristokrat ümmet toplumları için vardır. O toplumların içinde savaşımı verilir. Burjuva toplumlara geçildikten, hele bunun içinde bir süre yol alındıktan sonra gerekleri ortadan kalkmış olduğu için yalnızca "ayırımcı" yanı ortada kalır ve "gerici" bir niteliğe bürünür. Ayırımcılıktan da yalnızca "çıkar çevreleri" yarar görmektedir.
Kemalist ulusçuluğun öncesi ile sonrasına da göz atmak gerek..:
Osmanlı, kendini öyle bir yüce gücün vekili olarak ümmetinin başında sayıyordu, yaşamsal ölçütlerini bu yücelikten almıştı ki, tepeden baktığı başka devletlere sözgelimi kapitülasyonları vermekte sakınca görmemişti...
Kendi kültürüne ve bu kültürden alınmış ölçütlerine göre bu, yanlış da değildir. Çünkü Aristokrasi'de "ticaret", öyle tanrısal yüceliklerdekilerin ilgileneceği bir şey değildir. "Pis"tir. Oralarda neler olduğu Aristokratları ilgilendirmez. Aristokratların sahip olduğu temel, "toprak" ve onun üzerinde çalışan -ve çeşitli adlarla anılan- "köle"lerdir.
Bu yüzden Osmanlı'nın kapütilasyonları vermesi ya da Anadolu'daki antik yapıtları "Mülk-ü Osmanî'de taş mı kalmadı, verin gitsin" diyerek peşkeş (sözcük bugünün değerlendirmesidir) çekmesi kendi zamanında Mustafa Kemal'in NATO'ya girmeyecek olması kadar doğaldı.
Bu öncesiydi... Bir de "sonra"sına bakalım:
Artık dünyada "devlet" gibi görünüyor olsalar da egemen olan, "sosyal sınıf”lardır. Bir dizge olarak ABD, "burjuva" sınıfının ta kendisidir. Önemli olan, bizim NATO'ya girmemizin ABD'ye yaradığı değildir. Kaldı ki, sosyal sınıflar açısından bakıldığında, Türkiye'nin NATO'ya girmesi son derece doğaldır, çünkü NATO bir burjuva korunma paktıdır. ABD, dünya burjuva sınıfının devlet örgütüdür, Türkiye devleti de zaten uzak gelecekte bu örgüte katılmak istemektedir.
Örgüt silahlanmaktadır. Hem de yine doğru olarak, o yıllarda Hitler'e karşı örgütünü büyük bir kahramanlıkla savunduğu için çok büyük bir güce sahip olduğu izlenimi veren (gerçekte hiç de öyle olmadığı çok sonra anlaşılacaktır) ve "emek"i elinde tuttuğu düşünülen (bunun da böyle olmadığı daha sonra anlaşılacaktır) proleterlerin devlet örgütlenmesine karşı...
Yani sosyolojik olarak Türkiye'nin NATO'ya girmesinde hiç de mantıksız bir yan yoktur.
Yine yazınızın bölüm başlığında söylediğiniz ve sonra kendi sözleriyle kanıtlamaya çalıştığınız gibi:
"Gazi sağ olsaydı..."
Eğer sizin dediğiniz gibi Gazi, bir burjuva devrimini yapmış ve herşeyin rayına girdiğine, en doğru yola varıldığına inanan biri olsaydı sağlığındaki değerlendirmeleri NATO'ya girilecek olan yıllarda da yapardı.
Bu doğru...
Ama ben, Mustafa Kemal'in her gün, her saat, her an yeni verileri değerlendirecek bir "filozof” olduğunu düşünüyorum. Böyle bir bakışla Gazi'nin bir burjuva devrimcisi olarak yukarıdaki değerlendirmeyi yaparak NATO'ya girme kararı almasında hiç bir mantıksız yan olmayacaktı.
Ama ya Gazi, daha da ileri gitse ve zamanın doğrusuna daha bir uyum sağlayarak “burjuva devrimciliği”nden vaz geçseydi?.
Bir filozofun ardından gelen genç kuşaklar, "o sağ olsaydı ne yapardı?" demek yerine, filozofun gösterdiği yoldan giderek yeni yollar açmayı seçmiş ve başarmış olanlardır.
Bu anlamda Marx ve Engels hem Hegel'cidir, hem değildir. Böyle olması da kendi düşüncelerine pek yaraşır doğrusu!..
İşte 1998'de Kemalizm, böyle olabilirse değer taşır...
Gazi'nin ardılları, sınıfsal değerlendirmeyi doğru olarak yapmayı artık anlamış, dünyadaki kutuplaşmanın uluslar (ve ulusal devletler) arasında değil, sınıflar arasında olduğunun bilincine varmış, emek-sermaye çatışmasında doğru yerini almış olmalıdır.
Günümüzde sınırlar emek ve sermaye arasına çizilmeli her türlü değerlendirme bu doğrultuda yapılmalıdır. Günümüzün doğrusu budur. Bu anlamda genç insanlar öncelikle kendilerine "ben kimim" diye sorduğunda "Türküm" yanıtını vermeyi kültüründen çıkarıp atabilmiş olmalıdır. Yönetilenlerin yanında olduğunu ve çağımızda yönetenlerin “sermayeyi ellerinde tutanlar olduğu”nu bilebilmeli ve ABD' nin değil, "sermayenin örgütü olduğu için "NATO'ya girilmemesi gerektiği"ni savunabilmelidir.
İşte Kemalizm’in günümüzde toplumumuzu getirmeyi amaçladığı yer buydu. Bu amacında da son derece başarılı olmuştur. Yani günümüzde "Nato'ya girilmesi" konusunu değerlendirirken "Kemal yaşasa ne yapardı?" değerlendirmesi, soruyu baştan yanlış sormuş olmak demektir.
Bence Kemalizm, amaçlarını doğru görmüş ve ulaşmıştır. Kemalizmin oluşturduğu toplumsal yapının NATO'ya girmesini "yozlaşma" olarak görmek yanlıştır. Evet, o yapı NATO'ya girerdi ve girdi. Şimdi ise, NATO'ya girmenin yanlışlığını göstermek üzere birtakım insanlar yetiştirmiş olmalıydı ve yetiştirmiştir!..
Özetle:
Günümüzde içinde olduğumuzun bilincine varmamız gereken toplumsal grup "Türkler" değildir. Böyle olursa, en ipe sapa gelmezleri (Kürt milliyetçiliği, MHP milliyetçiliği vb) ile birlikte aynı çöplükte ötmeye ve "şurasına değmiş, burasına değmemiş" yapmaya başlarız.
içinde olmamız gereken grup, "yönetilenler", yani "halk"tır. Bu da dünyada bir tanedir ("halklar" kavramı,. "ulus" kavramının yerine ve hedef şaşırtma amacıyla kullanılmaktadır). Bana göre günümüz için "halk", "emekleriyle geçinenler'dir.
Bunu, kültürel olarak "insan" la karşılayabiliriz.
Artık karşılamalı ve ayırımcılığa neden olacak her türlü kültürel öğeyi bir kaşık suda boğmalıyız!..
Sanıyorum, Kemalist aydın'ın günümüze değin geçmesi gereken yol bu olmalıydı. Bana göre bilinçle ve programlı olarak saptırılmaya, hiç değilse geciktirilmeye çalışılan da yine bu yoldur. Ama tarihin hiç bir döneminde benzer çabalar yeterli olmamıştır.
Sanırım aşılması gereken eşikler aşılırken acı çekilmemesi, bir toplumun aydınlarının insanlarını geriye doğru çekmemesine bağlıdır.
Ardımızdan gelecekler için açtığımız yolun nerelere değin varabileceğini en azından Mustafa Kemal kadar doğru görmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Saygılar,

Ömer TUNCER.

NOT: Cumhuriyet gazetesindeki köşesinin altına koyduğu, mektubun içeriğine değinmediği nottan, okumuş olduğu anlaşılıyordu.

Hiç yorum yok: