"Sanat için, sanatın gelişmesi için elverişli
bir ortam yaratmaz kapitalizm..
Ortalama bir kapitalist,
sanata karşı bir gereksinme duyarsa,
bu ya özel hayatını süslemek içindir
ya da iyi bir yatırım yapmak için.."
Ernst Fischer[1]
bir ortam yaratmaz kapitalizm..
Ortalama bir kapitalist,
sanata karşı bir gereksinme duyarsa,
bu ya özel hayatını süslemek içindir
ya da iyi bir yatırım yapmak için.."
Ernst Fischer[1]
“SANAT YAPITI”, “SANATÇI” VE “TELİF HAKLARI” KONUSUNDA AYKIRI DÜŞÜNCELER…[2]
Ömer Tuncer
"Sanat" ve "bilim" gibi insan üretimi "paylaşım ürünleri"nin satılabilirliği, liberalizmin iç zıtlıklarından biridir. Sanat da bilim de "emek üretimi" olmadan önce "paylaşım ürünleri"dir ve bireyin “paylaşma gereksemesi”nden doğarlar. Oysa emek ürünleri, satılabilir ürünler, karşılığında başkalarının emeğini alabilmek için kendi gereksememizden ürettiğimiz fazlalardır. Oysa "sanat"ı, "bilim"i satmak için değil, "paylaşmak" için üretiriz. Bu eylemimiz, konuşmak gibi,ancak başkasına ilettiğimizde amacına ulaşabilecektir. Sanat, "yaşamımız"ın, bilim, "merakımız"ın paylaşımıdır.
Bu durumda neyin "fazla"sını satacağız?
Kapitalizmin, her şeyi "meta"laştıran çarkının insan karakterine uygun düşmeyen en büyük açmazlarından biri, her şeyi satılabilir olmaya zorlamaktır. Ama çürüme noktalarının en önemlilerinden biri de budur.
Bilim ve sanat ürünleri, paylaşılmak için yapılır ve paylaşıldıkça artar. Onu satmak tüketmeye götürür. Dolayısıyla yaratıcıyı da daha geniş kitleler tarafından “talep edilen” "tüketilebilir mal" üretmeye zorlar. Bu da sanat ve bilim yapıtlarının yozlaşması sonucunu doğurur. Dahası, bu yapı, satılabilir ürünler üreten, kendine “sanatçı” diyen yeni üeticiler üretir. Bu yozlaşmanın en tipik örneklerini discovery gibi kanallarda izlediğimiz adına “belgesel” denen”şey(!)”lerde, piyasa müziklerinde, televizyon dizilerinde, satılmak üzere üretildikleri açıktan görülebilen resimlerde görüyoruz.
Sanatı, bilimi "geçim kaynağı" olarak gören, "meta"laştıran, sanatçının burnuna "geçim" adlı ayıcı halkasını geçiren kapitalist yapıya karşı durmanın yolunu, hep birlikte aramalı ve mutlaka bulmalıyız.
Bu aşamada üretilen ve bizce sanat ve düşünce ürünü sayılan her türlü yapıtı teknolojinin getirdiği olanaklarla herkesin hizmetine açmanın çok doğru olduğunu düşünüyorum. Geçim için paylaşması gereken yapıtını satmak zorunda olduğunu düşünenler de varsın kendilerine başka iş arasınlar.
Umuyorum ki, bugün değilse yarın, bilim insanları, sanatçılar, sinemacıların İran'da yaptığı gibi, ürünlerini "meta"laştıran yapıya karşı örgütsel düzeyde savaşım verecekler, kendilerini kapitalizmin tüketici dişlilerinden kurtaracaklardır.
Şah İsmail Hatayî diyor ki:
(...)
Bülbül hevestir ötmeye
Sarılıp güle yatmaya
Bahçıvan gülü satmaya
Gül kadrini bilmez imiş.
Bahçıvan satma bu gülü
Haramdır parası pulu
Ağlatma dertli bülbülü
Gözyaşını silmez imiş.
Bülbül güle hayran olur
Hayran olur seyran olur
Bazı insan gafil olur
Gafil arif olmaz imiş.[3]
Doğal ki bütün sanat yapıtlarının oluşması için yaratıcı, amacını gerçekleştirmesi için izleyici gerekiyor. Bu yapının gerçekleşmesine, içinde bulunulan toplumların iletim yolları da katılacaktır. Bu yollar da, içinde bulunulan toplumların, içinde bulunulan kültürlerin, yaşanılan teknolojiin yardımıyla gerçekleştirilir. Kapitalist yapı, bunu ancak metaya dönüştürürse sağlamakta, üstelik bunun dışındaki yolları da sistem dışında tutmaya ve tıkamaya çalışmaktadır. Bundan önceki Kültür Bakanlarından birinin yaptığı telif hakları toplantılarından birinde kitap yayıncılarından bir temsilcisinin, hem de sol görüşleri ve eylemleri ile tanınan bir temsilcinin, fotokopi ile yapılan kitap çoğaltmaları, üniversitelerdeki ders notu teksirleri bir yana, halk kütüphanelerine bile “korsan” suçlamasıyla karşı çıkışı unutulur gibi değildir. Değildir ama Liberalist yapının mantığı da budur!
“Kapitalist olmayan yol olanaklı mıdır?” sorusuna en güzel yanıt örneklerini kültür tarihinde buluyoruz.
Söz gelimi dağıtım zinciri, kitap için Osmanlı toplumunda, metaya dönüşmedikçe, öyle güzel çözümlenmiş ki heyecan veriyor:
Bir kitabı edinmek isteyen, çoğaltması bir hattata veriyor. Hattat, kitabı öğrencileriyle birlikte "beyaza çekiyor” (bu terimin salt kendisi bile güzeli aramanın bir sonucu değil midir). Öğrencilerden biri masa başında ana metni okurken hattat ve öteki öğrenciler ayrı ayrı kağıtlara yazıyorlar. Usta hattat öğrencilerini denetliyor, yanlışlarını düzeltiyor. Kitabın çoğaltım ve ciltleme işi bitince, usta hattatın beyaza çektiği ve kendi ciltlediği kopya, ısmarlayana veriliyor. Öğrencilerin çoğalttığı kopyalar da Ahî örgütü ve Kervancıbaşı aracılığıyla Osmanlı toprakları içinde çeşitli yerlere gidecek olan kervanlara dağıtılıyor ve gidecekleri illerde bunları belli sayıda satabilmerine izin veriliyor. Kendilerinden para filan istenmiyor. Kervan sahipleri vardıkları illerde bu koşullara uyarak, kitapları çok düşük fiyatlarla satıyor.
Her kitap gittiği kentte aynı işlem bir daha, bir daha uygulanıyor.
Deniyor ki, böylece Trablus'tan Şam'a, Erzurum'dan Belgrat'a yazılan her kitap altı ay içinde dağıtılır, şerhleri (açıklamaları), haşiyyeleri (kenar notları) hazırlanır ve bunlar da yeniden bütün ülkeye dağıtılır, tartışmalar aynı yöntemle herkese duyulurdu.
Gene işin içinde "para" var tabii. Ama temel iş dağıtmak, ulaştırmak, paylaşımı sağlamak... Yani dağıtılan ürün metalaşmamış daha.
Sonra düşünürler babası, yurttaşımız Ephesos’lu koca Herakleitos’un “akış”ı devreye giriyor…[4]
Girdiğimiz nehir artık aynı nehir değil… Bugünün liberal ilkesi başka: “Alabilen alsın, alamayana uğurlar olsun!..”
Peki, Herakleitos’un bize gösterdiği bizim ancak 2500 yıla yakın bir süre sonra yeniden keşfetmeye ve yaşamımıza geçirmeye çalıştırdığımız “akış” burada duracak mı?
Geçmişle bugünü karşılaştırırsak ayırdına varıyoruz ki: “durmayacak”…
Bu durumda “yarın” nasıl olacak?
Bizim katkımız nasıl olmalıdır?
Temel olarak, yarınki toplumsal yapı, bir yandan, sanat ürünleri üretenleri, yorumlayanları en üst düzeyde yaşatabilecek bir organizasyonu oluşturmalı, bir yandan da onların paylaşmayı istedikleri ürünleri sınırsız olarak dağıtabilmelidir.
Sanatçının ürettiği ürün metaya dönüşmeden her türlü dağıtıma açık tutulabilmelidir. Ama buna ulaşmak için bugünkü sanatçıların yaşamalarına engel olunamaz. Ancak geçiş için gerekli savaşım, bu sanatçıların da yardımıyla sürdürülmelidir.
İçinde “kâr”ın, dolayısıyla paranın olmadığı kültürün, dolayısıyla da toplumun gerçekleşmesi için bugünden savaşım vermek gerekiyor. Bu savaşımda, içinde yaşadığımız toplumun içinde, oluşan zıtlıklarından ötürü çözemeyeceğini bildiğimiz sorunların üstüne gitmek, çürümeleri genişletmek, çözmesi konusunda baskı yapmak gerekir. Parasız toplumlara geçme sürecinin başlayıp gelişebilmesi için “kâr” düzeninin verdiği zararları ortaya dökmek ve kapitalist toplumları çözüm konusunda şiddeli baskı altında tutmak gerekir. Günümüzde her gurup kendi içinde yaşadıkları çözülmezlikler açısından toplumu sürekli denetim altında tutma savaşımı vermelidir.
Sanat ve bilim, paylaşım araçlarıdır ve kültür tarihi boyunca bugüne değin hiç metalaşmadılar. Oysa, "kâr" yöntemine göre işleyen burjuva kapitalist ekonomilerinde, yapıtları metalaştırmadan üreticilerinin geçimini sağlama olanağı yoktur. Metalaştırdığınız zaman da ortalık bir sürü yapay, sahte, yoz ürünle dolmaktadır. Toplumlarda zıtlıklar ve çürümeler böyle oluşur.
Sorunu görmez ya da görmezden gelirsek ya geçiş sürecimizi başlatmamış oluruz -ki akış içinde buna olanak yoktur, biz öyle sanırız-, ya da içinde yaşadığımız toplumun yarattığı tuzağa düşmüş, onun üstünü örtmeye çalıştığı sorunu açığa çıkarmamış oluruz. Oysa bizim savımız, örtülü sorunları açmak, ortaya çıkarmak ve çözüm önerileri geliştirmektir.
Gerekseme böyle başlar. Çözülmesi gereken ve iki ayrı yanımızdan tutup çekiştiren zıtlık bu noktadadır.
Kafasında Aristokrat tanrısal duragan yapının, biçimini değil, yalnızca içeriğini değiştirerek, böylece bütün zamanların en doğru sosyal yapısını bulduk sanan ve son zamanların düşünce piyasasında, “piyasa ekonomisi” adıyla bilinen “liberal kültürel-ekonomik düzen”i görenlerin isteseler de çözemeyecekleri bir sorundur bu..
Bu "kâr ve geçim sarmalı"na sarılmış, yarışmacı ekonomik düzen içinde "paylaşma" sorunu çözülemez. Bu yüzden Einstein'in E=mc2 formülü nükleer bombalara neden olabiliyor, bu yüzden yüz yılını tamamlamış olan ve bütün geleceğimizin temiz enerji sorununu kökünden çözeceğini herkesin kuşkusuzca kabul ettiği Tesla'nın enerji formülleri bir türlü ortaya çıkarılıp kullanılır hale getirilemiyor.
Bu yüzden sanatçılar geçim boyunduruğunda yaşatılıyor, meta haline getirilmiş yapıtları yüzünden “telif hakları” diye birbirini yiyyor. Sermaye, Avrupa Birliğiyle, Amerikasıyla “Telif Hakları Yasası”nın kendi ekonomik yapılarına da uygun olarak ve çıkarları doğrultusunda çıkarılması ve geliştirilmesi için baskı üzerine baskı yapıyor. Bu yüzden ortalığa ipe sapa gelmez bir takım çizer(!)ler, yazar(!)lar, besteci(!)ler, şarkıcı(!)lar salkım saçak dökülüyor.
“Buna engel olunursa, bu kadar yazar, çizer, ressam, sinemacı, besteci, yorumcu nasıl geçinecek?”
Bu soru da bu günkü “serbest ticaret ortamı”nın sorusu. Yani insanların ürettikleri malları satmaktan başka geçim yollarının olmayacağı varsayılarak oluşmuş… Oysa "toplum" denilen şey, yani “kamu”, sanat ürünleri aracılığı ile duyarlık iletişimi kurmaya çalışanların da nasıl geçinecekleri, hem de çok iyi koşullarda nasıl geçinecekleri konusunda çözüm üretmelidir.
Bugünün dünyasında, bu sorun, özellikle piyasa müzikçilerinin bütün tüccarlıklarıyla ve itip kakmasıyla oluşturulmuş bir telif hakları yasasının öteki sanat ve bilim üreticilerini de de piyasa koşullarına itip kakmasıyla çözümlenecek gibi değildir.
Bunun için geleceğin toplumlarında nasıl geçinileceğinin çözümünü bilim insanları ve sanatçılar kendi alanlarında, kendi çabalarıyla üretmelidirler. Geleceğin dünyasının yaşama ölçütleri belirdikçe, onları temel alan geçim ölçütleri de gereksemeler doğrultusunda, ve gerekseme duyanlar tarafından ortaya çıkarılacaktır.
“Mülkiyet hakları” içinde yaşadığımız sosyal düzende, satılabilir metaların birilerinin malı olmasının haklarıdır. Gerçek anlamdaki sanatçıları, bilim insanlarını en üst düzeyde yaşatabilecek bir toplumsal ortamda onların hakları, da “mülkiyet hakları”na benzer bir biçimde ve “telif hakları” olarak gerekmeyecek mıdır?
Bir açıdan ve belki bir süre için, doğal ki gerekecektir. Yaratılar, bugünün düzeninden sarkan kimileri tarafından kendisininmiş gibi ortaya çıkarılmasın diye... Ama okuyucuya, izleyiciye ulaşması, alabildiğine ucuz, olabilirse para ile ölçmeden, para karşılığı satılabilir, alınabilir sınırlarına girmeden paylaşılabilmelidir.
Sanat yapıtlarının, bilimsel kuramların ve bunların gerçek üreticilerinin paylaşmaktan vaz geçme şansları yoktur. Paralı- parasız fark etmez!..
Bülent Ersoy da bırakalım kendine başka iş arasın!..
Meta üretenler başka metalar üreterek yaşamayı seçsinler. Friedrich Nietzsche'nin söylediği gibi, "bırakınız mahvolsunlar"!..
Beğeni ve merak düzeyimizi yani insanlığımızı sürekli yükseltebilmek için buna ihtiyacımız var.
Özetle:
1 - Sanat yapıtının bir fiyatı olması yalnızca kapitalizme özgü bir durumdur. Yunus Emre, hiç bir şiirine fiyat etiketi takmamıştı. Onun zamanında gezip dolaştığı yerlerde ya da tekkesinde oturduğunda etrafındaki halk onun yiyeceğini, içeceğini, sağlar, yaşama koşullarını da bu belirlerdi.
Osmanlı toplumunda ürünlere fiyat belirlenmesi başladıktan sonra bile, hattatlar "beyaza çektikleri" kitapların metinlerinin başkaların eline geçmesini önlemeye çalışmazlar, tam tersine ellerine geçirdikleri her metnin bütün bir Osmanlıya yayılması için ellerinden geleni yaparlardı.
1965 yılında kurulmuş olan ve sevgili Onat Kutlar'ın yöneticisi olduğu Sinematek'e o yıllarda konuk olarak gelmiş bir Bulgar yönetmen, Vulo Radev'e, nasıl geçindiği sorulmuştu. O da Bulgaristan'daki sistemin, film yönetmenlerine bir maaş verdiğini, bunun karşılığında bir filmi bitirdikten sonra kendiliğinden iki yıl yeni bir film için araştırma zamanı olduğunu, gerekirse ve isterse buna bir yıl daha eklenerek üç yıla çıkabildiğini, bu arada yeni bir filmin bütün hazırlıklarını yapmış olması ve filmin çekimine başlaması gerektiğini anlatmıştı. Doğrudan tanık olduğum bu söyleşide Vulo Radev "sanatçıyı yaşatmak" için ne yapılabilir sorusuna yanıt arayan bir toplumun bulduğu (oldukça da kolaycı olduğunu düşündüğüm) çözümü anlatıyordu.
Bu çözümün "çözüm" olup olmadığının tartışmasına girmiyeceğim. Ama "piyasa dışı" bir çözüm arandığı anlaşılıyor. Türkiye'de de Devlet Tiyatrosu, Devlet Opera ve Balesi, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası sanatçıları için benzer çözümler var. Ancak Bulgaristan örneği için de Türkiye örneği için de devletin müdahalesini önleyecek önlemler almak gerekiyor.
Kaldı ki piyasa müdahalesi ise gerçekten sanatçılıkla uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan bir sürü "yaratık"ı, müzisyen (besteci ya da icracı), ressam, yazar, çevirmen olarak karşımıza çıkarıyor. Eksiksiz olarak bütününü piyasanın belirlediği "para kazandırıcı" yozlaşmış ürünleri, “sanat yapıtları”, bunları insanlara sunmakla görevli ve özellikle parlak pullarla kaplı, süslü püslü kılıklar içinde görünen aktarıcıları da "sanatçı" olarak sunuyor. Oysa Osmanlı'da toplumun sanatçıları, meddahlar, karagöz oynatıcılar, orta oyuncuları, tiyatro turupları vardı ve halktan yana esprilerle toplumun yönetimini eleştirme hakkına da sahiptiler. Benzer yapılanmalar Ortaçağda Avrupa'da da vardır.
Aristokrat toplumlarda sanatçıların geçmini sarayın sağladığı, saray sanatları, yine sanatçıların geçimini dinsel örgütlenmenin sağladığı, dinsel sanatlar, kimi zaman da her ikisini iç içe gördüğümüz yapılanmalar olmuştur. Dolayısıyla sanat da buna göre biçimlenmiştir. Ama bugünden baktığımızda bunların bile geleceğe kalabilecek nitelikte ve yüksek değerde yapıtlar olduğunu görebiliyoruz.
Sanat yapıtının her zaman bir fiyatı var değildi. Yapıtlarına fiyat biçilmeden de sanatçıları yaşatacak formüller bulunabiliyordu. Gelecek için ise hemen bir formül önerivermek elbette olanaklı değil. Ancak bunun düşünülmesi, bulunan formüllerin tartışılması, geliştirilmesi, yetkinleştirilmesi, denenmesi, sonuçlarına bakılması, sonra bir aşama daha geliştirilmesi gerekiyor. Bu bir süreç... Hep birlikte ve bilinçle yaparsak gelişme süresi kısalabilir. Kendi haline bırakırsak yine aynı şey olacak. Ama süreç, kendi zamanını kendisi belirleyecektir.
2 - Sorunun ne olduğu çok açık: Sanat yapıtı üretmek, bir insanlık gereksemesidir. Kimi insan bu gereksemeyi yüksek oranda duyar, kimisi duymaz, yalnızca izleyici olur. Yani yemek yemek gibi, tuvalete gitmek gibi... Üretenin yaratısını ve İzleyicinin yarattığı talebi birbirine bağlayıp hadi birbirinizle anlaşın demek, yaratının niteliğini (kalitesini) de belirleyin demektir. Hele araya girerek onlardan çok daha fazlasını kazanmaya çalışmak korsanlıktan başka bir şey değildir.
Telif hakları konusunda yarattığımız direnç ve toplumsal baskı, kabul etmeliyiz ki yaratının hak edilmiş bedeli değildir. İnsanoğlu, sanat yapıtını kendi gereksiniminden doğurur, geçinmek için değil. Bu doğurma, geçinmenin de buna bağlanması için zorlanmaya başlaması ile arz-talep dengelerine göre biçimlenmeye başlar, yozlaşma da bu noktada oluşur. Kapitalizmin kuralları işlemeye başlar, yayıncı, dağıtımcı devreye girer, onların "haklar(!)ı" da gereksemesi nedeniyle yapıtı doğurmuş olandan çok daha fazla olur.
Kimi zaman talep, paranın sel gibi akmasına da neden olur. Gazinolar, televizyon ekranları sözümona sanatçı(!)larla dolar. Kendilerini tanıtabilmek için transseksüelliklerini, ibneliklerini (eşcinsel değil, fahişe anlamında) tanıtım malzemesi olarak kullanmaya başlarlar. Yüz yıl sonra Zeki Müren'i kimse anımsamayacak bile, ama 1921 yılında ölen Enrico Caruso efsanesi, 20 yy başında, o zamanın teknolojisiyle yapılmış üç-beş kaydıyla bile, opera dünyasında unutulmayacak...[5]
Sorunun ne olduğu açık: Toplumun bu yozlaşmaya engel olması ve insanın yaratma ve yaratılanı paylaşma gereksinimlerini karşılayıcı dizgeler oluşturması, bunun için de kafa çalıştırması, uygulamalar, denemeler yapması gerekiyor.
3 - Sorun, bir “telif hakları sorunu” olarak bakıldığında, bugünkü kapitalist dizgenin içinde ve onun bir parçası olarak düşünüldüğünde çözülemez. Çözüm, bütün insanlara istediğini istediği gibi üretebileceği ortamı hazırlamak ve her zaman hazır tutmakle gerçekleşebilir. "İnsan" sanat anlamında ürettiğinden geçinmeye zorlanmamalıdır. Sanat "ustalık" ister, ama "meslek" değildir. Yani sanat "geçim"le bağdaşmaz ve bağlanamaz. Ama toplum (devlet değil), sanat üretenlere gene de, altını kalınca çizmek istiyorum, "üst düzeyde bir geçim” sağlayacak yapılanmayı bulmalıdır. Sorunun ana noktası budur.
Ne yapalım, Bülent Hanım(!) da bakkal dükkanı açmak zorunda kalsın, ya da becerebildiği işi(!) yapsın!..
Cemal Süreya'lar maliye memuru olarak da Türkçenin en iyi şiirlerini yazabiliyor...
Behçet Necatigil'ler, öğretmen maaşıyla yetinip emekli olabiliyor...
Onların metalaştırılmış kitaplarını da bankalar satıyor (e, kâr görmüşlerdir, ne yapsın çocuklar)...
Ama teknoloji, bu dizgeyi çökertme yolunda. Bilgisayar ve internet, özgür bir iletişim ve paylaşım ortamı sunuyor. Bu sosyal yapı içinde doğal ki bir başka reklam-sömürü dizgesi için yapılmış bu da. Ama “insan”a düşen, onların arasındaki çatışmadan yararlanarak sanat ve bilim yaratılarını olabildiğince yaymak. Yaratılarımızı, metinlerimizi, filmlerimizi, müziklerimizi bu ortam üzerinden alabildiğine özgürce paylaşmak!.. İstedikleri kadar bağırıp çağırabilirler, yasalar çıkarıp önlemler alabilirler.
Tipik bir toplumsal zıtlık yaşanıyor. Ayırdına varmasak bile tipik diyalektik akış sürüyor: kapitalist yapılanmanın birbiri ile zıtlaşan iki alanı, yeni bir sentez doğuruyor: özgür sanatsal-düşünsel iletişim alanı... Fiyat etiketlerinin ardına artık, ne müziklerini, ne kitaplarını, ne görüntülerini saklayabiliyorlar. Bizim için de alabildiğine paylaşma olanağı doğuyor. Bugüne değin seçe seçe paramıza göre edinmek zorunda olduklarımızı bugün artık gürül gürül akan bir kanaldan paylaşabiliyoruz.
4 - Bugüne göre yapay bir çözüm önerilemez. Bu ütopyacılık olurdu. Ama yarının yapısı kendiliğinden oluşmakta. Hem de bunu sermaye, kendisi oluşturmakta. Tam olarak diyalektiğin öngördüğü gibi. Kendi iç zıtlığı ile... Sanat ve bilim alanında geçimlerini buna bağlayanlar elenecek. Herkes kendince bir bakkal dükkanı açacak yaşamak için. Kapitalizmin yapısı içinde geçimin yollarını bulacak. Paylaşma gereksemesi için doğuracaklarını da hangi aracı bulursa onunla dağıtacak, paylaşmak isteyenlere ulaştıracak. Bunun için bütün yolları deneyecek, olanakları kullanacak.
Bugüne değin bir araya gelen guruplar dergi falan çıkarırdı. Bizim, harçlıklarımızdan artırdığımız parayla aldığımız 8 mm kameralarla ve filmlerle yaptığımız sessiz belgeselleri izletmek için elimizde göstericilerle salon salon Türkiyenin bir yerlerine gittiğimizi anımsıyorum.
Bugün de fanzinler çıkıyor, internet üzerinde bloglar, siteler açılıyor...
İstedikleri kadar fuar düzenleyebilirler... Benim kuşağımın "kitabı kağıt üzerinden okuma" tutuculuğu yavaş yavaş toprak oluyor...
Yalnızca gerçekten üretmeye gerekseme duyanlar üretebilecek. Bunun dışında, bu alandaki "mama" tükeniyor.
Kapitalist dizge, her zamanki gibi, acımasızca yanıtını veriyor: "başka kapıya!..", "BAŞKA KAPIYA!.."
Bu çürümüş çamurun içine yarının yapısı köklerini salıyor, özsuyunu alıyor, filizleniyor...
_________________________
[1] Bu alıntıyı ve Gürsel Korat’ın “Yazı Araç mı, Amaç mı?” yazısını (http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=1317 ) bana anımsatan Mustafa Temiztaş’a teşekkürlerimle
[2] “Bilim ve Gelecek “ dergisi Ocak 2009 tarihli, 59. Sayısında yayınlanmıştır.
[3] Bu inanılmaz güzellikteki deyişin bütününü avazıyla birlikte KALAN Müzik’ten çıkmış olan Hüseyin Albayrak – Ali Rıza Albayrak’ın “Şah Hatayi Deyişleri” CD’sinde bulabilirsiniz.
[4] http://omer-tuncer.blogspot.com/2008/02/ak-kavram-zerine-yazmalardan-fragmanlar.html
[5] Kayıtları dinlemek için: http://en.wikipedia.org/wiki/Enrico_Caruso
[1] Bu alıntıyı ve Gürsel Korat’ın “Yazı Araç mı, Amaç mı?” yazısını (http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=1317 ) bana anımsatan Mustafa Temiztaş’a teşekkürlerimle
[2] “Bilim ve Gelecek “ dergisi Ocak 2009 tarihli, 59. Sayısında yayınlanmıştır.
[3] Bu inanılmaz güzellikteki deyişin bütününü avazıyla birlikte KALAN Müzik’ten çıkmış olan Hüseyin Albayrak – Ali Rıza Albayrak’ın “Şah Hatayi Deyişleri” CD’sinde bulabilirsiniz.
[4] http://omer-tuncer.blogspot.com/2008/02/ak-kavram-zerine-yazmalardan-fragmanlar.html
[5] Kayıtları dinlemek için: http://en.wikipedia.org/wiki/Enrico_Caruso
2 yorum:
Godard'dan 'korsan'a destek: Üretim paylaşılmalı
Radikal Yaşam / 19/09/2010
İsviçre kökenli Fransız yönetmen Jean-Luc Godard'dan 'janti kıytak'! Godard, internetten yasal olmayan yollarla data indirdiği için tutuklanan James Climent adlı internet kullanıcısının serbest kalması için ödenecek tazminata 1000 avro destek verdi.
PARİS - Fransa’nın sol kanadında yer alan Libération gazetesinde Climent hakkında bir haber okuduktan sonra ona yardım etmeye karar veren Marksist yönetmen, yaptığı sembolik yardımın diğerlerinin desteği için ilk adım olacağını düşünüyor. Fransa’da Hadopi (haute autorité pour la diffusion des oeuvres et la protection des droits sur internet) adıyla bilinen internette hakların korunması yasası yüzünden pek çok kullanıcı ağır cezalar ödüyor. İhlal durumunda internet mahrumiyeti, kara listeye alınma gibi cezaları olan yasa, telif ihlali durumunda ihlal şiddetine göre 2 yıla kadar hapis cezası ya da 300 bin avroya kadar para cezası getirebiliyor. Hadopiye karşı olduğunu söyleyen yönetmen, ‘entelektüel ürünlerin paylaşılmasından yana’ olduğunu söyledi. Fransız Yeni Dalga akımının en etkili üyelerinden birisi olan Godard, ‘Serseri Âşıklar’ ve ‘Nefret’ gibi filmleriyle tanınıyor. Godard’ın bu son ‘politik tavrı’ kamuoyunu ikiye böldü. Godard’ın tavrını doğru bulanlar olduğu gibi, internetten ücretsiz data indirmeye karşı olanlar yönetmenin ‘tarihi bir hata’ yaptığını düşünüyor. (Libération)
Sn Mete Han ve Asp Web Tasarım, övgüleriniz için içtenlikle teşekkür ederim. Elimden geldiğince, zaman zaman da olsa düşüncelerimi paylaşmaya çalışıyorum. Şu sıra kimi Facebook'ta kısa kısa paylaşımlarım var. Yakın bir zamanda toparlayıp "Anekdotlar" başlığıyla "BARANA"da yayınlamayı düşünüyorum. Sevgiler.
Yorum Gönder