28 Kasım 2010 Pazar

"Sosyalizm Nedir, Ne Olmalıdır" üzerine...






                                                                                  "Birikim" Dergisi Kasım 2010 Sayı: 259



Sevgili Ömer Laçiner,

Sizlerle aynı yarım yüzyılı birlikte yaşadık, aynı günleri gördük. Kimimiz biraz daha uzaktan, kimimiz biraz daha yakından...
Birikim'in son sayısında çıkan yazınızı okudum. Yazının adında bulunan "sosyalizme statik bakış"dan başlayarak kimi düşüncelerinize itirazlarımın olması doğaldır. Ama yazının genel çizgisine, yani Sosyalizmin yeniden tanımlanması (her ne denli bu "tanımlama" kavramını doğru bulmuyorsam da) gereğinin doğru olduğunu düşünüyorum. Yalnız bugün için değil, sosyalizm de bütün öteki toplumsal düşünce sistemleri de her gün yeni feedback'ler alarak kendilerini yeni güne göre yeniden biçimlendirmek zorundadır. Tarihte iki ana yapı, biri Marxizm, bana göre öteki, Marxizm'den aldığı yönelişle Anadolu Burjuva Devrimi olan Kemalizm, bu yapının kırıntılarını içinde taşımaktadır. Ancak Kemalizm'in mantığında var olması gereken, ama dışardan girmiş olan bu tutum, Burjuva dizgesinin Aristokrat kültüre tarihsel ve niceliksel yakınlığı nedeniyle duragan düşünceyle çok daha içli dışlı olmak zorunda olduğundan, önderinin son yıllarında ve ölümünden sonra yaşayamamış, dahası yaşatılmamıştır ki bu da doğaldır.

Marxizm'de kuramsal olarak bulunan, her güne göre, her günün yeni gereksemelerini karşılamak üzere kendini yeniden uyarlama diyebileceğimiz yapı, yine eski kültürlerden kalma alışkanlıkların -yazınızda başka bir nedenle sözünü ettiğiniz- kolaylığı yüzünden çalıştırılamamış, çalıştırılmamıştır. Bu uygulamaların sahipleri kendilerine ne ad yakıştırırsa yakıştırsınlar, Kültür Tarihi'nde bunun adı "tutuculuk/conservatism"dir. Dahası "tutuculuk" bundan başka bir şey de değildir. Yani sözünü ettiğiniz "eski Marxist"lere "solcu" demek, kültür tarihindeki "sol" terimi ile, zordur.

Yazınız, "statik/duragan" bir sosyalist tutumu eleştirmekle birlikte onun yerine "dinamik/devingen" bir yapıyı değil, yeni bir duragan yapıyı öneriyor izlenimi vermektedir. Oysa bundan sonra Marxist dünya görüşünün tezelden kuramında çalıştıması gereken yenilik, "yeni" bir yenilik değil, kuramın kendisinde zaten bulunan, ama bugüne değin çalıştırılması başarıl(a)mamış olan "dinamik/devingen" olma özelliğidir. Bunun sistematiğinin oluşturulması, bilimsel, uzun vadeli ya da günlük politika anlamında bütün politikaların bu tutuma göre biçimlenmesinin sağlanması gerekir.
http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html


Haydi yapacaksak hep birlikte bunun kuramını oluşturalım!..

Ne dersiniz?









16 Kasım 2010 Salı

Ahilik, 13.yy Anadolu Devrimi ve Osmanlı'nın kuruluşu üzerine söyleşi



"Melih Baş'ın hazırladığı ve Ulusal Kanal'da yayınlanmakta olan "Geçim ve Tutum" adlı dizinin 03 Kasım Çarşamba saat 18:05'te yayınlanmış olan programına Ömer Tuncer katıldı. 13. yy'da Anadolu Ahiliğini, Burjuva sınıfının doğuşu ile Osmanlı'nın anti-Aristokrat bir yapıyla kurulması bağlamında ele aldı."

Şu bağlantıdan izleyebilirsiniz:

9 Kasım 2010 Salı

Hacerül Esved ve Pessinus


2 Ekim 1989 Cumhuriyet
(Ankara Baskısı)
Sent: Saturday, November 06, 2010 5:21 AM
Subject: Kabe ve Hacerül Esvet üzerine...

Sayın Altaylı,

Son programınızı, yazık ki canlı olarak değil, konusunu duyup sonradan tivibu'daki kaydından izledim. Murat Bardakçı'nın verdiği bilgiler bir yana Doç.Dr. Sayın Mustafa Küçükaşçı'nın verdiği bilgiler de doğrusu çok ilgi çekiciydi.

Ancak, kültür tarihine yalnızca inançlar açısından bakarsanız ve yalnızca inançlar üzerinden gelen bilgiler ve söylentilerden oluşturursanız, tarihsel gerçekler bir yana, üzerine bilimsel olarak konuşulup tartışılabilecek sonuçlara bile ulaşmanız kolay değildir. Ulaşılan her bilginin ayrıca tarihsel kanıtları da gereklidir. Sayın Küçükaşçı'nın verdiği temel bilgilerin böyle inanç ve gelenekten gelen bilgiler olduğu, kendisinin de birkaç kez söylediği gibi "söyleniyor" sözüyle belirleniyor. Ayrıca Hırka-i Şerif konusunda sn Bardakçı'nın ısrarla söylediği onarım sırasında neden karbon 14 testi yapılmadığı da anlaşılamadı, belki de özellikle açıkta bırakıldı.

Neyse bu eleştirilerim bir yana, emekli bir eğitim televizyonu yapımcı-yönetmeni ve belgeselci, artık da yalnızca bir kültür tarihi araştırmacısı olarak programınızda belki de hiç söyleyemeyeceğinizi bildiğim, ama gerçek bilgilere ulaşmak için gerekli olduğunu düşündüğüm birkaç bilgiyi aktarmak istiyorum.

Bunlardan birincisi, Hacerül Esved kültürünün nereden geldiği sorunudur. Öncelikle ekte, bundan 21 yıl önce Cumhuriyet gazetesi Ankara baskısında yayınlanmılş olan bir dizi yazımdan konuyla ilgili olduğunu düşündüğüm bölümü gönderiyorum. Göz atmaya fırsat bulursanız Hacerül Esved'in kültür olarak nerelerden gelmiş olduğuna, en azından, kuvvetli bir bilimsel tahmin bulabileceğinizi düşünüyorum.

Yazıda söz etmediğim birkaç noktadan biri de, programda söz ettiğiniz ama ayrıntısını anlatmadığınız bir konu. Bildiğiniz gibi Hacerül Esved'in -herhalde bir onarım sırasında- Kabe duvarındaki yerine konmasının sorun olduğu ve peygamberin atkısını, şalını, nesiyse çıkarıp yere yaydığı, Hacerül Esved'i üzerine koyduğu birbirleriyle kavga eden dört kabile şefinin de bu örtüyü dört ucundan tutarak taşı yerine birlikte yerleştirmiş oldukları öyküsüdür. Her ne denli duvardaki yerine dört kişi tarafından, üstelik bir örtü ile 30 cm çapındaki bir taşın nasıl yerleştirilmiş olabileceği bir türlü gözümün önüne gelemiyorsa da, aynı öykünün, Pessinus'dan Roma'ya götürülen Magna Mater (Kara Taş) için de söylenmekte olduğunu anımsatmak isterim. Bu öyküye göre de Magna Mater'in Roma'da gemiden indirilmesi ve Vesta Tapınağına götürülmesinde aynı öykü yaşanır: Romalılar -herhalde orada da birkaç gurubun başkanı- Magna Mater'i kendilerinin indirmek istemeleri üzerine birbirlerine girerler. Öyle bir kavga çıkar ki Kara Taş elden ele neredeyse denize düşmek üzeredir. Bunu gören Romalı bir kadın sırtındaki şalını çıkararak yere yayar, Magna Mater'i üzerine koyar, herkesin bir ucundan tutmasını sağlar, böylece Kara Taş denize düşmeden karaya çıkarılıp yerine ulaştırılır.

Bütün bu öykülerden sonra o Pessinus'lu Kara Taş'ın Roma'da Paletin tepesinde bulunan Vesta (Magna Mater) tapınağında ne olduğu bilinmiyor. Özellikle Hıristiyanlık baskın bir biçimde Roma'da yaşanmaya başladıktan sonra da önemini yitirmiş olduğunu düşünmek pek yanlış olmaz.

Hıristiyanlığın Roma'da yaygınlaşmasından Muhammed'in yaşayayacağı zamana değin geçen birkaç yüzyıl içinde o Kara Taş'ın Roma'daki Magna Mater tapınağından kaybolduğu, hemen aynı yıllarda Mekke'deki bir Ana Tanrıça tapınağı olan Kabe'de Hacerül Esved adında aynı kutsallıkta ve aynı öyküyle bir kara taşın ortaya çıkmış olduğuna dikkatinizi çekmek isterim.

Arayı doldurmak, bilim insanlarına, kültür tarihçilerine kalmıştır.

Bir önerim Reşit Ergener'in "Anatanrıçalar Diyarı Anadolu" kitabına bir göz atmanızdır. Mekke'ye ve Kabe'ye ve daha başka islami geleneklere ilişkin gerçekten inanılmaz bilgilere ulaşacağınızı söyleyebilirim.

İyi çalışmalar dileklerimle.
  
Edirne "Eski Cami"in duvarına gömülü bulunan kara taş. Bazı kaynaklar bunun da Hacerül Esved'in bir parçası olduğunu, ama başka bazıları da bunun bir Kabe taşı olduğunu, ama Hecerül Esved olmadığını yazıyor. Ancak Kabe'nin öteki taşlarına baktığımızda bu taşın yapısının öteki taşlara benzemediğini de düşünüyorum. Kuşkulu bir durum.

 
 


Roma, Palletine tepesinde bulunan Vesta (Magna Mater / Ana Tanrıça) Tapınağının bugünkü hali: 8 Ekim 2010

30 Eylül 2010 Perşembe

Ha Gayret Sevgili Ahmet Hakan!..

adresindeki yazısı üzerine:


Sevgili Ahmet Hakan,

Başörtüsüne hiç karşı değilim, başörtüsü özgürlüğünü özellikle savunma telaşı içinde olanlara da demek istiyorum ki: "inançları gereği toplumun içinde belki çırılçıplak gezmek istiyenler de vardır (nüdistler öyle midir?), çekilmiş böyle fotoğraflar da görüyorum; ilkece başörtülülerle birlikte onlara da izin vermeyi savunmalı değil miyiz?" merak ediyorum!.. Kaldı ki Osmanlı geleneğinde yaygınlıkla bulunan Kalenderilerin çırılçıplak ya da ona yakın kıyafetler içinde ve bütün kıllarından arınarak dolaştığı bilinmiyor mu? Aynı kıyafetle ortalıkta dolaşmayı isteyecek olanların üzerindeki "mahalle baskısı"nı nasıl kaldıracağız?

En hafifinden Kızılbaş (sözün aslı budur, "Çingene" yerine "Roman"da olduğu gibi, aşağılanma korkusundan "Alevi"ye dönüşmüştür) cemlerinin üstüne "mumsöndü" yaftası yapıştıranların baskısını gözardı edebilirsek tabii...

"Ben dinsizim" diyenleri yakan "Madımak baskını" anlayışını bir yana bıraksak bile, Anadolu'da inançlarımızla iç içe daha ne gelenekler var... Hem de öyle kolaylıkla "batıl" diye bir yana atılabilecek gelenekler değil, önemli oranda kutsal kitaplara değin girmiş gelenekler... Söz gelimi muskanın üçgen biçiminin ve üç sayısının kutsallığının anatanrıçanın üçgen biçimli kutsal üreme organından geldiğini, Kıble sözünün Kibele'den geldiğini; Hacerül Esved ve Kabe kültürünün neredeyse Orta Anadolu'da Pessinus'ta bulunan ve bir göktaşının düştüğü yere yapılan bir Ana Tanrıça tapınağının kültürü ile aynı olduğunu; Hacerül Esved'in yerine konması için kabilelerin tartışması ve Muhammed'in bunu çözmesi hikayesinin aynen Pessinus'daki Magna Mater'in (göktaşı) Romalılar tarafından Roma'ya götürülmesi sırasında, gemiden indirilirken yaşanmış olduğuna ilişkin bir öykünün bulunduğunu, sorunu Romalı bir kadının Muhammed ile aynı biçimde çözdüğünü Anadolu insanına açıktan anlatabilecek, benzerlikleri, koşutlukları gösterebilecek miyiz?

Anadolu'da bir köyde, ana tanrıça -belki de Aphrodite- tapımından kalma, yılda bir gün, köylerinin ortasından bir araba üzerinde köyün genç kızlarından birini çırılçıplak geçiren, bunu dini bir ayin olarak yapan ve bunu son elli yıl içinde yapmakta oldukları etnologlar tarafından bilinen ama "mahalle baskısı" yüzünden bir türlü incelenip kayıtlara geçirilemeyen bir gelenek olduğunu biliyor muyuz? Böyle bir gelenek gerçekten varsa, bu köyde yaşayanların geleneklerini kolaylıkla ve gögüslerini gere gere herkesin gözü önünde yapmalarına olanak sağlayacak bir kültürü yaratabilecek miyiz?

Prof. Mikail Bayram, Mevlana'nın, Türkmenlerin yerini Moğollara verdiği için, baskın yapan Moğollar tarafından alınan ganimetlerin bir bölümünün kendisine verilmesi üzerine, Mevlana için bir açık oturumda söylediği "Moğol ajanı" sözünü artık, hiç bir saldırıya uğramadan, gönül rahatlığıyla her ortamda söyleyebilecek mi? Namık Kemal Zeybek artık televizyon ekranlarında sıra sıra boy gösterip "Ne bilirmiş hoca!.." diye bas bas bağırarak hedef göstermesinden vaz geçebilecek mi?..

Saysam ciltler tutacak bu görüşlere, kültürlere, savunulara, incelemelere karşı çıkışlar, ama bütünüyle, saldırı düzeyinden çekilip "bilimsel tartışma" düzeyine oturtulabilecek mi?

Haydi bütün bunların savaşımını hep birlikte verelim!.. "Özgürlük" kültürünü toplumun kılıcal damarlarına değin yaygınlaştırma savaşımına girişelim...

Ha gayret sevgili Ahmet Hakan!..

14 Eylül 2010 Salı

12 Eylül Plebisiti Üzerine...

Semih Poroy

Bir Kez Daha Bedreddin!..
(Bir dostumun önerisi üzerine)

Son plebisitin sonuçları yüzünden karamsarlığa düşmemiz gerekmediğini düşünüyorum. Bütün Türkiye'nin ilerici bir yapıya bürünmesi için Kemalist Devrimden bu yana geçen bir yüzyılın yetmemiş olduğunu son seçimde açıkça gördük. Aceleci değişmeler bekleyerek bizim kuşağın (altmışsekizliler) hatasına bir kez daha düşmekte olduğumuzu görüyoruz. Sosyolojik olaylar öyle bir gecede -ya da on onbeş yılda, ya da 30-40 yılda- gerçekleşmiyor.

Anti-Kemalist hareket Mustafa Kemal'den bu yana sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek. Ancak bu hareketlerin de sistem içine çekilerek yaşayabilme olanağını bulması, uzun vadeli -yani duygularımızdan arınmış- gelecek için olumsuz değildir. Anti-Kemalist karşı devrimin doğal sürecinde ölmesi için gerçek anlamda ama yalnızca demokratik bir savaşım verilmek zorundadır.

Ani gelişmeler bekleme alışkanlığımızdan vaz geçmek, uzun vadeli karşıt politikalar geliştirmek zorundayız.

"Evet...", az biraz değişiklikle, Nazım'ın Şeyh Bedreddin'in ağzından söylediği gibi:

"Bu kerre gene mağlubuz..."

Ve anlaşılıyor ki gelecekte de "mağlup" olacağız.

Uzun vadeyi görmeye çalışırsak, kendimizi içinde görmeye çalıştığımız, geleceği oluşturmakla görevli toplum kesimleri olarak her zaman "mağlup" olacağız. Politikalarımızı bunu bilerek ve bu duruma göre geliştirmek zorundayız. Dünyanın bütün zamanlarında, gerçek muhalefetin doğal olarak akabileceği başka bir yol da olmadığını düşünüyorum...

Bütün zamanlarda, geleceği kurma doğrultusunda, yani doğru yolda olanlar, her zamanın "mağlup"ları olacaklar. Çünkü galip geldikleri anda da doğru yoldan çıkmış ve kendilerini statik yapıyı tutuyor durumda buluyorlar. Ne olduğunu anlayamadan da "tutucu" konumuna düşüyorlar.

Yalnızca Marxizm gibi, Kemalizm gibi birkaç yapılanmada bunu aşabilecek kıpırdanmalar görülüyor. Ama henuz birer tohumdan öteye geçemedikleri ve kendi düşünceleri görünümündeki -darbeler gibi- kendi karşıtlarını doğurdukları da görülüyor. "Mustafa Kemal Kemalizmi"ne karşı, tutucu, "Atatürkçü" karşı-devrim, Sovyetler birliğini yeniden Rusya Federasyonuna dönüşmeye zorlayan Stalinist yapı (bir tür karşı-devrim), bu nedenle oluştu. Kendine "Atatürkçü" diyen (hiç de Kemalist olmayan) siyasetin dişlerinin sökülüyor olması yanlış değildir.

Geleceğin ideolojileri yani kendilerini "sol" olarak niteleyen ideolojiler, "statik" olmaktan kurtulmanın, yapısal anlamda "dinamik" olmanın, yani "akış" üzerine oturmanın kültürünü geliştirmek, öğrenmek ve alışmak zorundadır!.. Sürekli kendini yenileyebilmenin, eski sorunlardan arınabilmenin, yeni sorunları karşılayabilmenin başka bir yolu olamayacaktır.

12 Eylül 2010 plebisitinde, 12 Eylül 1981 askeri rejiminden çok daha sert, yeni ve faşist bir dikta rejiminin kurulma çabasının olduğunu, 12 Eylül 2010 günü %58'le "olur" alan bu anayasanın bu sert rejimin anayasası olduğunu düşünüyorum. Buna karşın gelecekten umutsuz olduğum söylenemez. Tarihsel hareketler, karşı devrimler de olsa, içlerinde öyle olaylar yaratıyor ve geliştiriyor ki, geleceğin kapılarını açacak potansiyel de, kendi gelişimini her zaman, ayrıca sürdürüyor. Tarihe baktığımızda herhangi bir karşı-devrimin, geleceğe akışın potansiyelini sona erdirme başarısı gösterdiğini göremiyoruz.

Yeter ki doğayı yok edip insanlığın sonunu getirmemeyi başaralım...

18 Haziran 2010 Cuma

Bir sansür olayı ve sansür üzerine...

Belgesel Sinemacılar birliğine 29 Mart 2010 tarihinde yazdığım mesaj şöyleydi:

Filmimiz "Kuruluştan Kurtuluşa / Anadolu'da Yeniden Doğuş" yazık ki TRT Belgesel kanalında 5 dakika kadar sansürlenerek yayınlandı ve yeni bir sansüre uğramazsa bir hafta kadar da yayını sürecek görünüyor!..

Salt, eski bir memur-yapımcı olarak, dizinin yapımcısı genç arkadaşımızın, dahası "hayatı belgeleyenler" adlı belgeselcilerle söyleşilen ve birer belgesellerinin gösterildiği dizinin başına gelebilecekleri düşündüğümden protesto çekip yayını durdurmuyorum. Ama en azından bundan sonraki yayınlarda bir kez daha izlemeye ben, dayanabileceğimi de sanmıyorum.

Filmimizi sansürsüz olarak izlemek isteyecekler için bağlantı şudur:


Çıkarılan iki bölümün bölümün söz metni şöyleydi (sakıncalı görülüp çıkarılan yerler kırmızıyla işaretlenmiştir):

====================================
I

SUNUCU

Bedreddin yiğitlerinden Börklüce Mustafa Aydın illerinde adamlarıyla kulluğa baş kaldırır. Ardından Karaburun’a çekilir.

Bedreddin, İznik sürgününden kaçar, Karaburun’a yola düşer.

Ne var ki Şehzade Murad, Karaburun’a Börklüce Mustafa’nın üstüne gelmektedir.

Nazım Hikmet anlatıyor:

Mübalağa cenk olundu

Aydının Türk köylüleri
            Sakızlı Rum gemiciler
                        Yahudi esnafları,
    on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa’nın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil
            kalkanları kakma, tolgası tunç
                                                          saflar
pare pare edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.

Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı;
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek
yarin yanağından gayrı her şeyde
                                             her yerde
                                                          hep beraber
                                            diyebilmek
                                                 için
on binler verdi sekiz binini..

Yenildiler.

Geri kalanlar götürülür. Börklüce Mustafa’yla birlikte Ayasluğ çarşısında boyunları vurulur.

Ayasluğ, bugünkü Selçuk’tur.


II

Osmanlı’da ilk kez kendine açıktan “Sultan” dedirten padişah,
II.Mehmed olur. Ünlü kanunnamesiyle yozlaşmış Selçuklu-Bizans aristokrasisini yeniden iktidara taşır.

Anadolu’da artık tutunamayan “Anadolu kültürü” sınırların dışından son bir savunu dener. Anadolu Türkmenleri Şah İsmail’in Osmanlı sınırları dışında kurduğu Safevi devletini destekler.

Şah İsmail’in Osmanlı’ya karşı giriştiği savaş, Anadolu’nun da son başkaldırısıdır.

Sultan Selim, Çaldıran’a giderken, bütün Türkmenleri çoluk çocuk demeden öldürtür.

13.yy Anadolu’sunun önü böyle kesilir.

====================================

Sinemacılara "sizin filmleriniz bugüne değin göz önüne alınsaydı Türkiye bugünkü halinde olmazdı" anlamında sözler söyleyen bir Başbakanın bu sözlerinden yalnızca birkaç gün sonra salt kendi düşüncelerine ters geldiği için filmleri sansürlemeyi sürdüren o başbakanın memur sansürcüleri!..

Sizce hangisinin takiyye yaptığına inanalım?


==================================

Özgürlüklerimi tam, eksiksiz, hiç bir kısıtlama olmadan istiyorum ve herkese de bu hakkı veriyorum. Hiç birinden korkmadan!.. Ne başörtüsünden, ne dincisinden, ne ırkçısından, ne faşistinden... Düşünce düzeyinde hepsiyle başedebilecek düşüncelerim olduğunu düşünüyorum. Savaşım, kendi düşüncelerimden yana da olsa, bütün kaba güçlere karşı!.. Bunu durdurmayı başarabilirsek, düşüncelerimizle her türlü savaşımı göze alabiliriz! Öyleyse düşünceleri söylemeye karşı çıkmamız anlamlı değildir. Durdurmamız gereken, düşünceler değil, dökülen kanlardır.


Yalnızca anayasa(mız?)ın değil, bayrak, milli marş vb her türlü "milli değer" üzerindeki milliyetçi kutsallıkların hepsinin aslında dinsel kutsallıklardan sarkageldiği ve bu konudaki hassasiyetlerin, "kaybetme korkusu" üzerinden geliştiğini düşünüyorum.

Kemalist Devrim'in evrendeki bütün kutsallıklara (yani ümmet kültürüne) karşı yapıldığını ve milli kutsallıkların, Kemalizme göre bile "var olmaması", "yaşamaması" gerektiğine inanıyorum (Kemalizmin lideri Mustafa Kemal, en önemli konuşmalarından birinde -10.yıl nutku- Türk olmanın mutluluğundan söz etmiştir, kutsallığından değil). Önerdiği, herşeyin değişebilir, tartışılabilir olduğu, bilimsel bir evren, bilimsel bir kültürdür.

Liberalizm için değil, "herşeyin alabildiğine özgür olduğu bir dünya için" savaşım verilmelidir. Düşüncelere karşı çıkışlar, engelleyerek değil, karşı düşünceleri savunarak yapılmalıdır. Engelleme, sansür, düşüncelerin karşısında zayıf duruma düşüldüğünde başvurulan, insanlık dışı bir önlemdir. Herşeye karşı durulabilir, dalga geçilebilir. Kültür tarihindeki hiç bir şey, ama hiç bir şey, "kutsal-değişmez" değildir, herşey gelişebilir, yani değişebilir olarak algılanmak zorundadır.

"Dalga geçme"yi "hakaret" olarak algılama, dahası, "hakaret olarak algılatmaya çalışma", ümmet kültüründen günümüze kalmıştır. O kültürün insanları, özellikle kültürlerinin çöküş döneminde, dogmaları (tanrı, peygamber, kitap) ile dalga geçilmesine dayanamazlar. Oysa Kemalist devrim ümmet kültürüne karşı, onun her türlü özelliğine, "dogma" olmasına, "kutsal" olmasına karşı, onu çökertmek için yapılmış, yerine "Kemalist ulusalcı" kültürel yapıyı getirmiştir. Aynı kutsallıkları ona da taşıtmak, herşeyden önce Kemalizmin kendisine de ihanet etmektir.

"Kutsal"lığı günümüze değin gelen bir metin üzerinden sorsam, desem ki: "İstiklal marşımız", ulusalcı kutsallığı günümüzde de tartışılmaz bir metindir. Oysa düşünceyle karşı çıkılabilecek, dahası dalga geçilebilecek birçok yeri vardır. Bunları öyle ince ayırımlar bile yapmadan saysak:

1. "Kahraman ırkıma bir gül!"

2. "hakk'a tapan"

3. "'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?"

4. "va'dettiği günler hakk'ın"

5. "sana yok, ırkıma yok izmihlal"

Bildiğimiz 10 kıt'a içinde iki yerde "ırk", iki yerde ise "hakk" geçiyor, yani tanrıdan söz ediliyor, ayrıca herkesin biraz da şaşırdığı gibi, bir yerde de "medeniyet" yani "uygarlık" için söylenen söze bir bakın...

Oysa Kemalist milliyetçilik, ırkçı değildir, laiktir, çağdaş, yani uygarlık yanlısıdır...

Öyleyse nedir bu perhiz, nedir bu lahana turşusu?

Şudur: O günlerin heyecanlı koşulları içinde söylenmiş bir şiirdir İstiklal Marşı. Yani belirli günler içindir... Artık günümüzde üzerine düşünceler de söylenebilmelidir, dahası dalga da geçilebilmelidir.

Hele hele "dökülen kanlar"dan ve "şehitlik"ten bu denli övgüyle söz etmesi - artık bunları da buraya alamadım - neredeyse bir tür propagandasını yapıyor olmasına Nazım Hİkmet'in eleştirisi şöyledir:

Saat beşe on var
Kırk dakika sonra şafak
                                    sökecek
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak”
Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe cenubunda
On Beşinci Piyade Fırkasından iki ihtiyar zabiti
Ve onların genci, uzunu
Darülmuallimin mezunu
                                     Nurettin Eşfak

Mavzer tabancasının emniyetiyle oynayarak
                                                   Konuşuyor :
-Bizim İstiklâl Marşında aksayan bir taraf var,
Akif, inanmış adam,
Fakat onun ben
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Beni burada tutan şey

                       Şehit olmak vecdi mi ?

                                                         sanmıyorum.
Mesela bakın :

“Gelecektir sana vadettiği günler elbet Hakkın”

Hayır.

Gelecek günler için

           gökten âyet inmedi bize

Onu biz kendimiz
vaat ettik kendimize
bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair

“Kim bilir belki yarın….”
                             (Kurtuluş Savaşı Destenı'ndan)

Oysa "biz", yani "insan olanlar", kanı durdurmaya çalışıyoruz!.. Bunun için savaşım veriyoruz!..

Yani kaba güç dışında hiç bir şey kaba güçle karşılanamamalı, düşünce üzerinde hiç bir sansür uygulanamamalıdır. Dahası bu düşünce "dalga geçme" düzeyine bile varsa durdurulması için kaba güç, yani sansür kullanma hakkı yoktur. Açık ve net olarak her şey üzerine konuşulabilmeli, tartışılabilmeli, dalga geçilebilmeli, dahası değiştirilebilmelidir. Bir düşünceye karşıysanız, karşı durmanın yolu, aynı yolla karşı düşünce yayınlamaktır!..

Bu dünyada, kültür tarihinde eskimeyecek hiç bir öge yoktur. Herşey, bize "kutsal" gelenler bile dahil!.. Bilimsellik bunu gerektirir. Uygarlık da, Kemalist uygarlık da...

Bunca "özgürlük"ün de "liberalizm" ile hiç bir ilgisi yoktur. Engellemek, sansürlemek, açık bir "insan hakkı"dır, o kadar.

Kutsallıklar, yasaklamalar, tabular, hangisi olursa olsun, zayıflık belirtisidir...

Öyle değil mi?

==================================

Genel bakışlar yani kuramlar (teoriler) olmadan, durum saptamaları ile yalnızca polisiye önlem alabilirsiniz. Sansür de polisiye bir önlemdir. Sansürü yapanın doğru ya da haklı olması gerekmez. Güçlü olması yeterlidir.

Ama geleceği görebilmek ve kurabilmek için genel bakışa, yani kurama (teori) gerek duyarsınız. Eğer "kuram" olmasa, Mustafa Kemal, Türkiye'nin kuruluşunun önderi olamazdı.

Doğruyu günlük saptamalarla değil, doğru kuramların ölçütleriyle ölçebiliriz. Kuramlar günlük saptamaları da içerir. Bu yüzden de geleceği kuracak doğurgan tartışmalar, günlük olgular değil, kuramlar arasında oluşur. Kuramlar tartışmalarla gelişir, doğruya yaklaşır, yayılır, genişler. Sağlıklı bilgiyi oluşturur.

Kuram yoksa gelecek de yoktur!..

==================================

Gelecekten korkmaya başladığımızda, kendinizi geleceği oluşturacakların arasında göremediğimizde korkarız. Korktukça da kaba güç kullanarak karşı düşünceyi önlemeye çalışırız!.. Sansürün mantığı da tam bu.

Biz gelecekten korkmuyorsak, geleceğe karşı çıkanlarla her durumda başedebiliyorsak, ne Anayasanın başlangıç ilkelerinden, ne de cumhuriyeti yitireceğimizden korkmamıza gerek yoktur. Kültür tarihinde bugüne değin hiç bir şey geriye doğru gitmemiş, gerilememiştir. Eğer Cumhuriyetin başlangıç ilkelerini ve Cumhuriyeti tabu, dokunulmaz görüyorsak yeterince güçlü olmadıklarını düşünüyoruz, güçlendirmeye çalışıyoruz demektir. Oysa biz, onlara da dokunulabileceğini göze almak zorundayız. Geriye doğru dönüştürmek isteyeceklere karşı, güçlü olan ileriye doğru değiştirebilecek olanlardır. Doğru değişim, doğru "akış" budur.

Görevimiz, Kemalist ilkeleri bile "tutmak" değil, ("tutucu" kavramı tam bu durumdan türer) ileriye doğru geliştirmektir. Burada karşı çıkacağımız şey, olduğu gibi "tutmak", ve "geriye doğru götürmek" olmalı, karşı çıkış yolumuz, sansür gibi kaba güç gösterileriyle değil, düşünsel olmalıdır. Gücümüzün kaynağı düşüncelerimiz olmak durumundadır.

Gelecekten yana olan, her zaman, salt gelecekten yana olması nedeniyle güçlüdür. Bu yüzden de geri götüreceklerden korkmak gerekmiyor. Yeter ki biz gelecekten yana olalım ve herşeyi ama herşeyi "değişmez" kılmak yerine herşeyi ama herşeyi değişir, ama doğruya değişir halde tutmaya çalışalım. Savaşımımız, tutmaktan ve geriye değiştirmekten yana olanlara karşı olsun!..

Ama yasaklamadan!.. Sansürlemeden!..

Güçlü olan gelecekten yana olandır.

28 Mayıs 2010 Cuma

"Millet/Ulus" kavramı üzerine sosyolojik bir değerlendirme...




Sosyolojik olarak "ümmet" Aristokrat toplumun, "ulus/millet" burjuva toplumunun "toplumsal bilinç kavramı"dır. Arapca "millet" sözcüğü, "ümmet" anlamıyla "müslüman milleti" biçiminde kullanılmaya başlamış, Osmanlı'da Burjuva hareketlerinin gelişmesine koşut olarak "ulus" anlamıyla kullanılmaya başlanılmıştır.

 "Millet" ya da "ulus" (ikisi de aynı şeydir; biri Arapça biri Türkçe)  sosyalizmin ortadan kaldırmayı savladığı Burjuva sınıfının kültürüne bağlı bir kavramdır. Burjuva kültürünün "yarışmacı" ve "benci" bütün özelliklerini aynen taşır.

 Aristokrat kültürün ve onun toplumsal bilinç kavramıyla anılan "ümmet"lerin yıkılış sürecinde "ulus/millet", "ümmet"in yerine geçecek toplumsal bilinç olması açısından önemli ve "akış"daki yeri dolayısıyla o günün geleceğini kurucu, yani "ilerici" bir kavram olarak karşımıza çıkmakla birlikte, günümüzde, yarışmacı özellikleri nedeniyle -hangi güncel nedenle olursa olsun- ulusların birbiri ile boğazlaşmasına ve inanılmaz kanların dökülmesine neden olan "gerici" bir konum almıştır.

 Dahası, Marx'ın ünlü "Din, toplumların afyonudur" saptamasının, Marxist kuram doğrultusunda "diyalektik akış"ın bu dönemi için, "ulus ve ulusalcılık toplumların afyonudur" biçiminde değiştirilmesi gerekir.

Ulusçuluğun anti-emperyalist bir yapı olduğu savı, yine günümüz koşulları için geçersizdir. Aristokrasinin, "tanrı adına" "mülk"ün, yani "devlet"in hakkı olan ve "öteki"lerin işgaline uğramış olan "bütün dünya"yı ele geçirmek için "haçlı" ya da "fetih" savaşları yaparak insanları boğazlama, tutsak etme, devşirme, mallarına el koyma (yağma) hakkını kendinde gören ümmet kültürü yerine, Burjuva egemenliği döneminde, birbirini egemenliği altına alarak, tutsak alarak, kültürlerini yaşamalarına önemli kısıtlamalar getirerek, ya engel olarak ya da daha kötüsü bütünüyle yok ederek egemen olmaya çalışan ulusları görüyoruz. Emperyalizmin Burjuva kültürü dönemindeki görünüşü ulusların ulusları sömürmesi biçimindedir. Bu dönemde sömürülen (Mustafa Kemal'e göre: "mazlum") ulusların kendini korumaları anti-emperyalist, yani ilerici bir tutumdur.

 Ancak günümüzde eski alışkanlıklarımızla Emperyalist olarak nitelediğimiz, ABD gibi devletler, kendi ulusal burjuvalarını değil, küresel sermayeyi temsil etmeye başlamışlardır. "Emperyalizm", artık ulusların ulusları değil, "sermayenin emeğiyle geçinenleri sömürmesi" biçimine dönüştüğünü gizlemek için, ulusal devletlerin hala gerekli olduğu savının arkasına saklanmaktadır. Bu bağlamda ABD'ye karşı verilen anti-emperyalist savaşım, ispanyol boğasının, arkasında toreodor olmayan kırmızı çaputa umarsız saldırısına benzemektedir.


Bu bağlamda ulusal devletlerin varlığı, yaşamını sürdürmesi dünya sermayesinin açığa çıkmasını önlemesi açısından sermayenin çok işine gelmektedir. Dahası ABD'nin öteki ulus devletleri sömürmekte olduğu savı, "öteki ulusa devletler" tarafından, ulusal sermayenin korunması sonucunu doğuran politikaların geliştirilmesine neden olmaktadır. Oysa günümüzde, "akış"ın bu döneminde, ulusal olsun olmasın yarışmacı Burjuva-sermaye düzeninin, küresel olarak bütünü, sosyalistlerin kuramları gereği değiştirmesi gereken yapının kendisidir. Üstelik bakkal mehmet efendinin sermayesini de ayırma olanağı yoktur, çünkü değiştirilmesi gereken şey, küçük ya da büyük ayırımına bakmadan, yarışmacı kültürün bütünüdür.

 Yerine konacak olanın, geleceğin toplumlarında "insan" temelli "dayanışma"cı bir yapı olması beklenir. Geleceği kurma savıyla politika üreten sosyalistlerin kendi "dayanışmacı kültür kuramı"nı geliştirmeleri doğru olur. Kaldı ki, çok gelişkin olmasa da, kültür tarihinde dayanışmacı örnekler vardır. Romalılar döneminde dayanışmayla kölelerin başkaldırdığı Spartaküs hareketini, 13.yy'da Anadolu'da ortaya çıkan ve Osmanlı'nın kuruluşunu sağlayan Ahî kültüründe, dayanışarak üretim yapmaya verilen "imece" adının anlattığı dayanışma karakterli toplumsal hareketleri unutmamamız gerekir.

 Kaldı ki 20 yy başlarında Faşist Franko'ya ve Salazar'a karşı verilen İspanyol İç Savaşı'nda Faşizme karşı, canlarını ortaya koyarak Cumhuriyetçilerle omuz omuza savaşmaya gelen gönüllülerin hangi ulus/millet'den oldukları, hangi ulusu savundıkları hiç önemli olmamıştır. Gönüllüler arasında bulunan Ernest Hemingway'in "Çanlar Kimin İçin Çalıyor"u, sonradan Fransa'da Kültür Bakanı olan Andre Malraux'un "Umut"u bu destansı dayanışmayı anlatır (aynı dönemde, İspanya'da Türkiye elçisi olan Yahya Kemal'in yazdığı "Endülüste Raks" ise aynı dili konuşan insanlar olarak bize utanç vermelidir).

 Daha sonra burjuva toplumlarının doğal yarışmacı yapısı gereği var olan "ulus/millet" bilinci, sermaye tarafından yapay olarak "kültür emperyalizmi"nin araçları (en önemlisi, Hitler'in propaganda bakanı Göbbels'in geliştirdiği "Büyük Yalan" kuramının geliştirilmiş biçimi olan "Halkla İlişkiler" bilimi(!)'dir) ile daha da güçlendirilmiş ve artık "insan"lar, başka "insan"ların gerçek savaşımının aynı zamanda kendi öz savaşımı olduğu bilincini hiç bir zaman taşıyamayacak duruma getirilmiştir. "Birey"in önde tutan ve Burjuva kültürü için çok doğal olan bu tutum "insan" için utanılacak bir yapı olduğu kadar günümüzün Burjuva yapılanmasına da pek yakışmaktadır!..

 Umulur ki, insanlık, "yarışmacı" Burjuva kültürünün toplumsal yapısı olan "ulus/millet" açmazından, Ortaçağ sonunda yıkılma sürecine girmiş olan "ümmet"i savunmaya çalışan engizisyon düzenine koşut savunma düzenleri oluşturmaya kalkışmadan kurtulmuş olur!..




KEMALİST ULUSÇULUK ÜZERİNE

Millet" önceleri "ümmet" karşılığı, aynı dinden olanlar için kullanılmış. Sonra anlam kayması ile, önce "budun/kavim" (bunun da biri Arapça biri Türkçe) karşılığı kullanılır olmuş. Orhon yazıtlarında (M.S. 7 yy - Muhammed'le çağdaş) geçen kavram "Türk budun". "Türk Milleti" diye çevrilmesi doğru değildir. "Budun"da bir oranda akrabalık ve kan birliği temeli vardır. Budun büyüdükçe bu yan azalır, Burjuva toplumları döneminde, ulus/millet ortaya çıkar.

Lisede, sosyoloji dersinde öğrencilere "ulus"un üç özdeksel/maddi, üç de tinsel/manevi ögesi vardır diye öğretiriz: Dil birliği, din birliği, yurt birliği, ülkü birliği, tarih birliği, kültür birliği'dir. Ama hiç bir ulusta bunların hepsi birden yoktur. Bazı uluslarda bunlardan yalnızca biri bulunabilir, hiç biri olmadan da ulusal yapı ortaya çıkabilir. Bu "birlik"ler toplumların uluslaşma süreci içinde, çeşitli uluslarda görünen özelliklerden derlenmiştir. Sosyologlar tarafından kendi görüşüne uygun olanı öne çıkarılarak alınmıştır. Söz gelimi “ırk birliği”ni aşmak için, kurama göre Kemalist ulusçuluk temeline "kültür birliği" yerleştirir. Ama “ırk-soy birliği” de unutulamaz bir türlü: “Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur”. Kıbrıs'ta, Bulgaristan'da yaşayan müslümanlara her zaman "soydaşımız"dır! Aynı yurdu paylaşmış olmamıza karşın birbirimizi, Rumları, Ermenileri, Kürtleri, Çingeneleri, dahası Türkleri bile uygulamada her zaman dışta tutmuş, her türlü aşağılamayı, uygun görmüşüzdür:

“Millet-i sadıka”;
“Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler”;
“Gâvur”;
“Etrak-ı bî idrak”
“Keçinin ve Türk’ün olduğu yerde fidan bitmez!”

Ve daha aklımıza gelecek pek çok deyim, deyiş, söyleyiş, atasözü vb…

Sosyolojik açıdan ise, "ümmet", ne denli Aristokrat toplumları bir arada tutan "toplumsal bilinç kavramı" ise, "ulus/millet" de Burjuva toplumlarını bir arada tutan "toplumsal bilinç kavramı"dır. Burjuva devrimlerinin oluşumunda "ümmet"e karşı verilen savaşımda, ulus/millet devrim yapan gurubu bir arada tutmaya yarayan öge olmuştur. Yani milliyetçi olmak burjuva devrimlerinin oluşum sürecinde ilerici/solcu bir nitelik iken, Aristokrat ümmet toplumlarının yok olmasından sonra, burjuva toplumların bireyci ve yarışmacı niteliği gereği, doğal olarak, uluslar/milletler birbirine düşmüş ve boğazlaşmaya başlamıştır. “Hakikat bilgisinin Allah’tan başka hiç bir yerden gelemeyeceği dogması" ile tanrının yetkilendirdiği var sayılan ve kendi ümmeti dışındaki bütün insanları yok etmeyi amaçlayan, onların kendisine hizmet için yaratıldığını düşünen "ümmetçi kültür"ün mantığına göre, Hıristiyan Haçlı seferleri gibi, İslam fetihleri gibi, Güney Amerika'nın ele geçirilmesindeki keşif/ele geçirme seferleri gibi "insan"ı "kul" gören kanlı inanç seferlerinin kültüründen sarkan etkilerle, Burjuva toplumlarını da, kendi ulusundan başkasını aşağı gören ("arî ırk" gibi, “damarlarındaki asil kan” gibi, Batı merkezci "Avrupa kültürü" gibi) ve öteki ulusların kendisine hizmet için var olduğu duygusuyla yaşayan ayırımcı/emperyalist bir konumda görürüz .

Bu aşamada "ulus/millet" artık "gerici/sağcı" niteliklidir. Kendisinin ortadan kalkma tehlikesine karşı, tutunmak için -varlığını bütün kutsallıklara karşı olmakta bulmasına karşın- kendisi "kutsal"laşır. Bir tür korunma içgüdüsüne kapılır, ümmet toplumlarından gelen "kan dökebilme" özelliğini, bir yandan, kendisini tutsak alacağını düşündüğü "düşman" uluslara, öte yandan, kendisini ortadan kaldırma potansiyeli gördüğü ilerici/solcu/gelecekçi/"insan"cı kültürel yapıya karşı kullanmaya, kan dökmeye başlayacaktır. Nazi Almanyası’nın faşist anlayışında olduğu gibi, bir yandan kendisi temel ve üstün ulustur, "ırk" ölçütüne göre ayırdığı öteki ulusları ortadan kaldırma yetkisine sahiptir, öte yandan gelecekte doğal süreç içinde kendisini yok etme potansiyeli taşıyan aydınlar, komünistler ve oların kültürü (kitapları) da ana düşmanlardır ve yok edilmelidir.

Sosyoloji tarihinde yıkılacağı duygusuna ve korkusuna kapılan bütün sosyal kurumlar acımasız ve kan dökücü olmuşlardır!.. Örnekleri çoktur, daha dün, Ermeni soykırımı (gönlümüz hoş olsun diye “tehciri” de diyebilirim), Kürt hareketlerinin bastırılması, Şeyh Sait isyanı ve Dersim İsyanı... 1936-37 sıralarında çıkarılan ve azınlıkların vakıflarının mallarına devletin el koymasını ve yeni mal edinememelerini sağlayan yasa, 1942 yılında varlık vergisi olayları, 6-7 Eylül olayları, 1964 yılında Rumların ve Ermenilerin püskürtülüp yurt dışına göçmeğe zorlanması ("Politiki Cousina" filminde anlatılıyor) arkasında devlet olsun olmasın Türk ulusunun yok olma korkusuyla ya kendisinin yarattığı ya da kışkırtılma potansiyeli sermaye tarafından kullanılmış olan olaylardır.

Bazı insanlık dışı uygulamaları da uluslar, anlaşarak yaparlar: Lozan antlaşmasına uygun olarak yapılan, yaklaşık bir buçuk milyon Anadolu Ortodoksu (aralarında Ortodoks Türklerın var olma olasılığı çok yüksektir) ile beşyüzbin Batı Trakya Müslümanının (aralarında müslüman Yunanlılar ya da Arnavutların olma olasılığı da az değildir) göç ettirildiği ünlü 1924 "Mübadele"si bunlardandır.

Doğaldır ki, yarışmacı Burjuva kültürünün egemen olduğu günümüzde, yalnızca "Türk"ler değil, elinde güç tutan bütün uluslar "öteki"leri yok edip egemen olmayı kendilerine "hak" görürler.

Bu doğrultuda, Türklere karşı yapılmış olan hareketler de hiç önemsiz değildir. Batı Trakya Türkleri ile Bulgaristan Türklerinin son birkaç on yıl içinde karşılaştığı olaylar bunlardandır. Kıbrıs'a Türkiye ordusunun çıkmasına neden olan ve Yunan cuntası tarafından desteklenen Nikos Sampson hareketi bunlardandır.

"Ulus"un ulusa ettiği saymakla bitmez. Taraflardan birinin Türk olup olmaması da hiç fark etmez... Gücü eline geçiren ulus ötekini ezer, ya sessiz soluksuz bırakır, ya da yok eder - etmeye çalışır. Burjuva toplumlarının bireyci-yarışmacı karakteri bu sonucu doğurur.

Bugüne değin toplumsal örgüt sayılan “devlet”, ilkin aristokratların kendi kültürlerine uygun olarak, yönetilenleri (yaratılmış olanlar) düzen içinde tutmak için üzerlerinde baskı kurmak amacıyla oluşturduğu bir mekanizmadır. Bu amacı gerçekleştirmek üzere organize olmuştur. Aristokrat kültürden sonra gelen Burjuva kültüründe de üretime yönelik iki toplumsal sınıf (Burjuvazi ve Proleterya) hala varlığını sürdürdüğü için, her ne denli, “demokrasi”, yani yönetilenlerin kendilerini yönettiği yönetim biçimi savında olursa olsun, Aristokratlardan aldıkları "baskıcı devlet” modelini kendi çıkarları için kullanmışlardır. Bununla da kalmamış, 20.yy’da kendilerine “komünist” demeyi uygun gören ve proleteryanın üretime katkısı olan “emek”e göre organize olacağı savını öne süren devrimci toplumlar da aynı “devlet” örgütlenmesini, üstelik, kuruluş amaçlarındaki Aristokrat baskıcı yapısını hiç değiştirmeden, belki de değiştiremeden, büyük bir “kolaycılık”la, kuramlarının içinde var olan “kamu” karşılığı kullanmaya kalkışmışlardır. 20.yy’ın sosyalist olduğu savındaki “halk cumhuriyetleri(!)”nin baskıcı bürokrat yapısı böyle ortaya çıkmıştır.

Kutsal sembollerin sosyoloji tarihi açısından hiç bir önemi yoktur. Doğal süreç içinde kendilerini yok olma tehlikesi içinde gören ulusların yıkılmamak için sığındığı kutsallıklardır. Oysa “ulus” kavramını kendi toplumsal bilinç kavramı olarak doğuran Burjuva kültürü, ümmet kültürünün “yaratılmışlar(halîk)/halk”ını yönetmek, "gütmek" (tek tanrılı dinlerin peygamberleri “çoban” olarak nitelenmiştir) için kullandığı “kutsal” kavramını yıkma savaşımını kazanarak egemen olmuştur. Şimdi aynı kavrama kendisi sığınmaktadır.

Daha dün, anımsadığımız yıllar içinde Ulusal Kurtuluş Savaşı üzerine yapılan baskıcı resmi devlet konuşmalarıyla “vatan millet sakarya” nutukları diye dalga geçen Türk aydını, entegre olduğu dünya ulusçulukları ile birlikte çökme sürecine girmiş, içi boşalmış milliyetçi/ulusalcı karaktere bürünmüş, elinde kutsallaştırılmış al bayrak, kendisi, aynı nutukları atanlardan olmuştur. Karanlıklara düşerek MHP yanlılığına değin ulaşmış “eski” aydınlar vardır!..


Burjuva kültüründe kutsallık bulunmaz. Söz gelimi, Fransız Burjuva Devrimi'nde önemli olan bayrağın kendisi değil, Fransız devriminin ilkeleri olan "eşitlik", "özgürlük" ve "kardeşlik" kavramlarının simgelemesidir.

“Bayrak”ın kültür tarihindeki gelişimi son derece pratik nedenlere dayalıdır. Türk tarihinde "tuğ"lar altında toplanan bölükler daha sonra "sancak", sonra da "bayrak" altında toplanmışlardır. Bayrak, toplanılacak yeri işaretlemek üzere yüksekçe bir yere asılan ve dikkat çeksin diye sallanma ya da rüzgarda dalgalanma özelliği taşıyan bir bez parçasının zaman içinde, Aristokrat kültürün etkisiyle kutsallaştırılmasından başka bir şey değildir!

Ayrıca bayrak gibi kutsal simgeleri, yalnız uluslar değil, Kültür Tarihinde “sonra gelen” başka guruplar da kullanır. Komünist "Kızıl Bayrak" bunlardandır. İngiliz işçi partisinin komünist döneminden kalma "Red Flag / Kızıl Bayrak" marşının geleneksel olarak hala heyecan içinde söyleniyor olması bunlardandır. Ayrıca, komünistler tarafından ortaya atılmış ve bir tür kutsallık yüklenmiş olan “enternasyonel” kavramının bir küçük burjuva ideolojisi olan Sosyal Demokratlar tarafından “Sosyalist Enternasyonel” adında kullanılması ilginçtir.

Şu, ne olduğunu bir türlü bilemediğimiz, kavram kargaşası içinde kalmış "Halk" kavramı Arapça "halîk"ten gelir ve "yaratılmışlar " demektir. Aristokrat kültür döneminde “tanrı dışındaki herkes” anlamındadır. Ama zamanla aşama aşama, tanrı yetkileri kullanan Aristokratlar, "halk" kavramını, “tanrının yönettikleri”, “tanrı adına yönetilenler” ve yalnızca "yönetilenler" anlamıyla kullanmaya başlamışlar ve bu kavram, önce “Aristokrat olmayanlar”, sonra da “yönetici sınıftan olmayanlar” anlamıyla kullanılmayı sürdürmüştür.

Günümüzdeki anlamı da budur.

Dünyanın bütün "yönetilenler"i "halk"tır. Şu ülkenin halkı, bu ülkenin halkı diyebiliriz. Zaman zaman "millet/ulus" kavramlarına yaklaştırabilir ve "Türk halkı", "Kürt halkı" olarak da kullanabiliriz. Ama "halklar" diyemeyiz. Bu kavramın, ulusların varlığına karşı durmamız gerekirken, uygulamada "ulus”un varlığını olumlamamıza yarayan saptırıcı bir kavram olarak önümüze özellikle sürülmüş olduğu çok açıktır. Biz de bu tuzağa düşmeye hazırız. Çünkü Burjuva kültürü içinde soluk alıyor ve uygulamada her sorunu ve çözümünü, Burjuva toplumunun, “ulus” kavramının yüklenmiş olduğu anlamlarla oluşturduğu çözümlerde buluyor, alıyor, kullanıyoruz.

Geleceğin yapısı, dizgesel olarak, yönetilenlerin, gerçek anlamda kendi kendini yönettiği, demokrasilere doğru evrilmektedir. Bu durumda dünyada halk(yönetilenler)ın kendi kendini yöneteceği toplumsal örgütlenmelerin oluşacağı düşünülmeli, savaşımı verilmeli, dizgesi (sistemi) oluşturulmaya çalışılmalıdır .

Buna dizgeye "devlet" denir mi? Sanmıyorum!.. En azından, bildiğimiz anlamda “baskıcı devlet” olmayacağı kesindir. Ayrıca, büyük olasılıkla, bu örgütlenme bir kamu örgütlenmesine doğru evrilmiş olacaktır. Ve bizim bugün "devlet" dediğimiz şeyin Aristokrat kültürden sarkan "ali kıran baş kesen" yetkilerini de taşımayacaktır!.. Bunun yerine “dayanışma” ile oluşmuş, dayanışmacı bir yapı olacağı anlaşılmalıdır.

Bu amaçla özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra ortaya çıkan ve "komünist" olma savı taşıyan "devlet"ler "halk cumhuriyeti" adını kullandılar ama aristokrat etkilerden ve "ulus-devlet" niteliğinden sıyrılamadıkları için de devlet bürokrasisinin baskıcı egemenliğini terk edemediler.

Kemalist Devrim, açık bir burjuva devrimidir. Ümmet toplumuna karşı yapılmıştır. Bu nedenle "ulus/millet" olarak örgütlenmesi doğru ve zorunluydu. Oysa Sovyetler Birliği gibi bir örnekte de "halk/kamu" örgütlenmesi için çaba gösteriliyordu. Bu yüzden Kemalist Devrim, ümmet toplumuna karşı "millet" toplumsal bilincini kullanmak zorundadır, ama toplumsal örgütlenmede, yani Cumhuriyetin yapısında, yönetilenlerin egemen olmasını düşünür ve partisinin adında (Halk Fırkası), kültürel geliştirme örgütlenmelerinde (Halkevi) "halk" adını kullanır. Partisinin ana ilkelerine her iki kavramı da koyar: "milliyetçilik", ve "halkçılık"..


Ancak Kemalist Devrim bir burjuva devrimi olduğu için "yönetilenler" anlamındaki "halk" ve "halkçılık" kavramları, uygulamada, tam olarak yerine oturamaz. Dahası dizgenin içinde yeri olmadığı için de biraz yapıştırma olarak kalır. Çünkü burjuva toplumlarında, "yönetilenler/halk" değil, sermaye, yani burjuvaların ideolojisi yönetimdedir. Bu durumda da toplumun "yönetilenler/halk"a göre örgütlenmesi olanaklı değildir.


Kemalist Burjuva Devrimi’nin önderi Mustafa Kemal, gelecekte "halk" kavramının toplumsal örgütlenme dizgesi içinde yer alacağını açık olarak görmüş olmalıdır ki, kuramın geliştirdiği toplumsal dizgenin içine geleceğin tohumlarını yerleştirmiştir. Bu da Kemalist Devrim’de, Herakleitos'un ünlü "akış"ının ayırdında olunduğunun önemli ölçütlerinden biridir.


Peki günümüz dünyasında “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” doğru bir ilke midir? Bu ilke, dünyanın bugünkü ulus-devletler döneminde genel bir bakışla doğru, savaşımı verilmesi gereken bir ilke gibi görülebilir. Ama, doğal olarak aristokrat dönemden kalma "sahip olma" tutkularımızın henuz kültürümüzden çıkıp yok olmadığı bir dönemde yaşadığımız için, uygulanması öyle kolay olmamıştır. Çekler ve Slovaklar gibi, Belçikalılar ve Dutch'lar gibi gelişkin sayılabilecek birkaç örnek dışında, özellikle de geri kalmış toplumlarda, Aristokrat kültürden kalma "mülk"e sahip olma duygusunu kültüründen atamamış hiç bir ulus, kendi topraklarında yaşayan bir başka ulusa "haydi üzerinde yaşadığın şu toprakları al da kendi devletini kur" dememiştir, diyememiştir.


Oysa “sermaye”nin, ulus-devletler arasındaki sınırları, çıkarına uygun ölçütlere göre kaldırmakta olduğunu ve sermayenin akışında ulusal sınırların öneminin, artık bütünüyle ortadan kalkmış olduğunu da unutmamak gerekir. Üstelik çok uzak olmayan bir gelecekte "ulus/millet" kavramının ortadan kalkarak toplumsal örgütlenmelerin ve kültürel yapılanmaların "ulus/millet" temeline göre değil, başka ölçütlerle oluşacağını görebilmek çok da zor olmasa gerektir.


Bu durumda doğal akış, ulus çatışmalarını kendiliğinden ortadan kaldıracaktır. Bunun belirtileri burjuva toplumları içinde öncü kültürel tepkilerde son elli yıl içinde baskın biçimde ve güçlenerek, açıkça görülmektedir. Geleceğin yapısını oluşturmaya çalışanlar tarafından bu potansiyelin yönetilmesi gerekmektedir.


Politikacılar, yönetilenlere baskı politikalarını keyiflerinden mi uyguluyorlar?


Hiç bir toplumsal önder, kendiliğinden "zebani" olmaz. Umduğu, hayal ettiği toplumun oluşmadığını gördüğü sürece sertleşmek zorunda kalır. Abdülhamit'i de, Stalin'i de bunlar arasında sayabiliriz. Hayal ettiğiyle uygulanabilir olanın aynı olması gerektiğinin ayırdına varmak gerekir. O zaman sertlikten başlasak da yumuşamaya doğru akan bir süreç içinde bunu başarma olanağı buluruz. Genellikle devrimlerden sonra bu süreç yaşanır. Toplumun olabildiğince yumuşak bir inişle yeni yapıya “indirilmesi” gerekir. Birer “birey” olan önderlerin becerisi, bu aşamada önem kazanır.


Bunu son yüzyıllarda yapabilmiş ender liderden biri de tabii ki Mustafa Kemal'dir. Yürüttüğü bütün politikaların bu doğrultuda olduğu açıkça görülmektedir.


Stalin'e gelirsek: Hiç kuşkusuz ki geleceği kurmaya çalışan bir Marxist'tir. Ancak uygulamacı olarak -bana kalırsa- toplumunu bir gecede Marxist ölçütlere göre kuramayacağını gözden kaçırmış, ona uyum zamanı tanımamış, politikalarını "akış"a, bir süreç"e göre düzenlememiştir. Bu konuda dirençli ve inatçı olduğu için de karşı çıkışları baskıyla durdurmaya çalışmıştır. Karşıt, kapitalist-burjuva toplumların aleyhte propagandasına da bol malzeme sağlamıştır.


Ancak ikinci paylaşım savaşında Hitler'in durdurulmasına karşı Stalin yönetimindeki Sovyet insanının dünyaya yaptığı katkı, unutulur gibi değildir.


Marx&Engels, kültür tarihinde birkaç, çok akıllı filozoftan biridir ("biridir" diyorum çünkü felsefe tarihinde birkaç filozof, iki kişi olarak tek felsefe dizgesi oluşturmuştur. Bunların en önemlisi de Marx&Engels'dir). Ütopik hiç bir kurum önermez. Yani hiç bir uygulama önerisi yoktur. Yalnızca kapitalist ekonominin, o güne değin insanların göremediği-düşünemediği açılardan bakarak, eleştirisini yapar, çürüme noktalarını gösterir ve yeni oluşacak toplumun hangi kanallara doğru girerek doğru yolda akacağını, burjuva/kapitalist toplumun, "insan"a karşıt, çürüme noktalarını temel alarak gösterir. Marx, yaşadığı sürece Avrupa komünistlerine siyasi önderlik eder. Ama bu, oldukça kısa sürer. Yani, bilinen ve karşı propagandaya konu olan bütün uygulamalar, daha sonraki Sovyet deneyimi ile öteki Marxist olduğu savındaki deneyimlerin uygulamalarıdır.


Temel düşünce olarak Marx&Engels yanılmaya olabildiğince pay bırakmamayı başarabilmiş filozoflardır. Birkaç noktayı da aldıkları geri bildirimlerle (feed back), kendileri düzeltmişlerdir. Söz gelimi Marx, bunların önemlilerinden birini, "herşeyin kayıtsız şartsız ekonomik yapıya bağlı olduğu" savını, gözlem ve deneyimleri sonucunda değiştirmiş, kültürel yapının da ekonomik yapıyı etkileyebileceğini -sosyoloji terimleriyle- anlatmıştır.


Temelleri çok sağlam olarak atılmış da olsa akış içinde hiç bir dizge, hele uygulamayı yönetme savındaki bir dizgenin her zaman aynı kalmasına olanak yoktur. Yeni deneyimlerle, yeni gereksemelerle, uygulamadan gelen pratik sorunlar her zaman çıkacak ve kuramın onları da çözmesi gerekecektir.


Bunları kendini Marxist olarak tanımlayan ya da tanımlamayan filozoflar çözmüşler, tamamlamışlardır. En önemlileri arasında Sartre (existentialist), Polanyi (sosyal demokrattır denilebilir), Mao, Marcuse sayılabilir. Sürekli olarak yeni çözümleri arama işi sürmektedir ve sürmesi de doğrudur.


Marxizmin en özgün yanlarından, Felsefeye getirdiği en önemli yeniliklerden biri, bilimsel yönteme uygun olarak dizgesini kapalı tutmamış olmasıdır. Yani Marxizm, gelişebilen, geliştirilebilen bir dizgedir. Bu nedenle de tutucu bir yapıya dönüşme şansı yoktur. Uygulamadaki tutuculuklar, uygulamacıların Marxist kurama ters düştüğü ve bunda direndiği noktalarda ortaya çıkar.


Kemalizm'in de -Atatükçü geçinenlerin anlayamadığı- en önemli özelliği, Marxizm'den bu ileriye açık olma özelliğini almış olmasıdır.