23 Ocak 2011 Pazar

Evrensel Müzik Üzerine



"Geleneksel Türk Sanat Müziği" denilen müziğin niteliksel olarak ikiye ayrılmasının doğru olacağını düşünüyorum:

Klasik Türk Müziği - Osmanlı aristokrasisinin dinsel ve yaşamsal müziği.

Kendine "Türk Sanat Müziği" adını yakıştıran ticari müzik(!)...

Yalnızca bir dinleyici olarak Klasik Batı müziğinin Barok öncesi dönemine denk sosyolojik, kültürel, dolayısıyla sanatsal değer taşıdığını düşünüyorum.

İkinci kategori bugüne değin kültür tarihi açısından gereğince incelenmiş değildir. "Müzik" kavramının içine alınmamış, bir anlamda yok sayılmıştır.

Bu dönem, Osmanlı'da, sosyolojik bakımdan Burjuva kültürünün başgöstermesiyle başlamaktadır. Yani Osmanlı'da, batıcı hareketlerin ilki sayılabilecek Lâle Devri'nden sonra Klasik Türk Müziğinin içinde oluşan "Şarkı formu" ile belirlenmekte ve dönemden etkilenen bir yaşama biçimine koşut yeni bir tür, eğlence müziği oluşmaktadır. Bu bu formda, Dede Efendi gibi Klasik Türk Müziğinin değerli bestecileri bile, öteki bestelerinin ağırlığında olmayan, oldukça hafif, şarkı formunda eğlence müzikleri besteleyeceklerdir. 20. yy'a yaklaştıkça, "bireysel" burjuva yaşam biçiminin daha da egemen olmasına koşut olarak bu tür, kendini yavaş yavaş "Klasik Türk Müziği" diyebileceğimiz ve Aristokrat kültürden gelen müzikten ayıracak, arasına "Longa"lar, "Sirto"lar gibi islam olmayan Anadolu insanından eğlence müzikleri ile de birleşecektir ("Fasıl" denilen ve disipline edilmemiş yorumların da bu dönemde yaygınlaşmış olduğuna dikkat çekmek gerekir). Rum ve Türk eğlence müziklerinin-dillerinin karmaşasından oluşan Rembetiko (ya da Rebetiko) bu dönemde ortaya çıkar. İslam ilahilerinin arasında bir tür serbest okuma sayılabilecek Gazeller, ustası olan hafızlar tarafından, "bülbül sesli" gibi nitelemelerle bu dönemde günlük acıları anlatan bir tür eğlence müziğine dönüştürülür.

20.yy ortalarına doğru, öteki kültür alanları -söz gelimi Edebiyatta Yahya Kemal- ile koşutluk içinde Münir Nurettin gibi, şarkı formunun klasikleri yetişecek (ikisinin söz ve beste ortaklıkları bu durumun özel bir kanıtı gibidir), daha sonra bunlara, klasik ile popüler arasındaki kültür ayırımı gözardı edilerek "neo-klasik" adı verilebilecektir.

1950'li yıllarda yozlaşma, bu alanda doruklarına ulaşır: Gazinoların gelişmesi ile eğlence müziği para getirmeye -bir tür rant sağlamaya- başlar, hemen ardından, 1960'dan sonra araçlara takılan 45'lik plakların çıkması ve taksilere takılan plakçalarların "avazeleri" ile Zeki Müren ve yanına Halk Müziğinden Muzaffer Akgün'ün katılmasıyla doruklarına ulaşır.

İşte Arabesk denilen ve son günlerin moda deyimiyle "ucube" müzik bu dönemin devamı olarak ortaya çıkar. Bu ucubede, halk müziğinin "yanık"lığı -Anadolu türküsü bestelenmez, "yakılır"- "ezik"liğe dönüşecek Arap müziğinin tınılarına yaklaşılacak ve Arabesk adını alacaktır.

Söz konusu yozlaşma, dünya burjuva kültüründe ticari müziğin yozlaşma süreci (popüler müzik) ile de önemli koşutluklar içermektedir ve bu açıdan da ele alınmalı ve incelenmesi doğru olur kanısındayım.




Batı ya da doğu diye iki ayrı müzik olduğunu düşünmüyorum. Müzik, toplumların yaşam biçimlerine göre biçimleniyor. Yanyana yaşayan toplumlar da birbirini etkiliyor, yeni sentezler oluşturuyor.

Benim sözünü etmeye çalıştığım iki biçimde karşımıza çıkan müzik. Bunlardan birisi Aristokrat kültürden sonra Burjuva kültürünün Anadolu'da yarattığı iki tür müzik. Genel olarak bunlardan biri, hızını Aristokrat kültürün müziğinden alan, onun üzerine oturan burjuva müziği, öteki burjuva ticari yapısının etkisinde ortaya çıkan "satılabilir" ya da "satışa gelebilir" müzik. Yozlaşma, ikinci yolun üzerinde oluşuyor: Yeterli kültürel alt yapıya sahip olmayan ve yalnızca satılmak için yapılan müzik!..

Kemalist dönemin kültür üzerine, bu arada müzik üzerine etkisini bugünden bakarak ve bugünün değerleriyle değerlendirmek doğru olmaz. Osmanlı aristokrasisinin burokrasi kültürünün üstüne oturmuş olan Kemalist burokrasinin çalkantılı bir dönemden geçmesi ve pek çok yanlış yapmış olması doğaldır. Her devrimden sonra bir oturma süresi gerekir. 20.yy Anadolu Devrimi'nin dünyadaki son burjuva devrimi olması nedeniyle olmalı, bu süreç, en kısa sürede aşılmıştır. Kemalist Burjuva devriminden sonra neler yaşandığını elbette tarihçiler açıkça araştırmalıdır. Ama bu, dönemin akış içindeki doğru yerinin gözetilmeden, mahkum edilmesi gerektiği ön yargısıyla yapılmamalıdır.

Arabesk'e ve onu önceleyen yapıya bakmaya çalışırsak, Burjuva Kapitalist yapının "daha çok tüketme" ve "kâr ederek geçim sağlama" ölçütleriyle devinebiliyor olduğunu göz önünde tutarak, insanın doğal gereksemesi olan sanatın "sunum-istem / arz-talep" çarkları arasına sıkışmış olduğunu kolaylıkla görebiliriz. Kuşkusuz bu yapının oluşmasında, "istem/talep"in önemli bir payı olmakla birlikte, özgür bir istem olduğu söylenemez. Oluşmasında "istem"e karşı, onu üretilebilene yönlendirmek, tüketimi sürekli diri tutmak, gereksemedan çok daha fazlasını tüketmesini sağlamak üzere çeşitli Burjuva/Kapitalist mekanizmaların gelişmekte olduğu sanırım gözden kaçırılmamalıdır. Bana kalırsa bunların geldiği organize ilk kaynağın, Hitler'in propaganda bakanı Göbbels'in oluşturduğu "Büyük Yalan" kuramı olduğu unutulmamalıdır. Bu kuramın adı önce "reklemcılık" olmuş, şimdilerde de "halkla ilişkiler" adını almıştır. Yani kapitalist yapı bu iş için para dökmekte ve başarılı olmaktadır. Üstelik tüketicinin, yani bizim paramızla!.. Yöneldiği yön ise örgütsüz olan ve durumun ayırdına varamaması için özel önlemler alınan "tüketici"dir.

Dolayısıyla yalnızca bu ürünlere bakarak, toplumun "doğal kültürel yapısı"nı açıklamak doğru değildir.

Hem gazino kültürüne, hem Arabesk'e dönersek, Karagöz'ün orta oyununun, kuklanın, gezici tiyatro turuplarının, doğal süreç içinde gerçek gereksemeden oluşmuş "eğlence sunumu" yoktur. Ve tabii Aşık Veysel'in gerçek gereksemelere oturmuş olan türküsü de yoktur. Onların kendi aktıkları yol üzerinde gelişebilecekleri ve gelişkin bir kültürün oluşabileceği tehlikesi, önünün kesilmesi gereğini doğurmuş ve kapitalist yapı, kendi "kâr" hareketlendiricisi doğrultusunda "halkla ilişkiler" kuramını da kullanarak önünü kesme operasyonunu yapıtların kendi içine yerleştirmeye başlamıştır. Hal Ashby'nin "Being There / Merhaba Dünya"sı gibi birkaç olumlu örnek dışında bugünün komedisi, artık Charlie Chaplin'in komedisinden, Shakespeare'in komedisinden niteliksel olarak farklıdır ve çok büyük oranda, gerçek gereksemenin değil, kendi oluşturduğu istemin ürünüdür. İsmail Dümbüllü komedisi ile bugünkü Cem Yılmaz komedisine yalnızca bakıvermek aradaki nitelik farkının açıkça ortaya çıkmasını sağlayacaktır.

Arabesk, pek çoksanat alanını kullanan öteki "sunum" alanlarında olduğu gibi, bu yapının yozlaşmış sonucudur. Türkü'nün insanca "yanık"lığını "ezik"liğe dönüştürmüş olan yapıdır. Yanıklığın başkaldırısını taşımaz. Caz müziğindeki, biraz da karikatürle kardeş olan komedi içindeki başkaldırıyı da taşımaz. Eziklik, bu ezikliğin kabullenilmişliğini içinde barındırır. Karikatür sanatının ardına sığınarak aynı yapının geliştirdiği Gırgır ve ardılları ile aynı çizgide, aynı durağanlıktadır.

Geleceğin dünyasını oluşturmak için bu yapının mutlaka ve hızla ayırdına varmamız gerektiğini düşünüyorum. Kapitalizmin güdümlü "sunum-istem" yapısının ardındaki "güdüm"ü ortaya çıkarmak ve herkesin önünde ipliğini pazara çıkarmanın zamanı gelmiş geçmekte olduğunu düşünüyorum. Yok edilmeye çalışılan ve gerçek gereksemelerle oluşmuş her türlü sanat kanalının açık tutulmasının günümüz aydınının görevi olduğunu düşünüyorum.

Dünyada burjuva devrimleriyle aristokrasiyi alaşağı ederek burjuva düzenini oluşturmuş olan yapı, kendi çöküş sürecini yavaşlatmak için, yine kendi oluşturduğu "birey" dünyasının zayıflıklarını da kullanarak yeni ve yapay bir "kul düzeni" oluşturmuştur, bunu olabildiğince uzun yaşatmak için de elinden geleni yapmaktadır.

Kültürel ya da siyasal, her alanda geliştireceğimiz politikaların, yozlaştırmaya karşı savaşım politikaları olması gerektiğini düşünüyorum.

* * *

Toplum olarak yaşayan insanlık olarak, bugüne değin yaşadığımız ve dönemini kapattığımız Aristokrat egemenliğinin ve şu anda yaşadığımız Burjuva egemenliğinin yola çıktığı temel kavramların kültüre yansıması kaçınılmazdır. Eğer siz kendinizi "kul" duyumsuyorsanız, efendi Tanrı tarafından yetkilendirilenlerin yaşamakta olduğu saraydan aldığınız "ulufe"yle geçinirsiniz. Sultanın yediği domatesi de siz yetiştiriyor olsanız, bu, efendinize karşı sorumlu olduğunuz bir iştir, size bunun karşılığında herhangi bir şey verilmek zorunda değildir. Yaşamak için gerekseme duyduğunuz altın, akçe, para, neyse, size ulufe olarak verilir. Bu yapının üzerine koca bir kültür oluşur. Bu, Aristokrat kültürdür. "Ekmek yediğimiz kapıya ihanet edilmez" anlayışı bu dönemden günümüze gelmiştir. Yalnız klasik müzik değil, kültür alanlarının hepsi Aristokrasinin kucağında büyür, başka bir şansı yoktur. Ama Akış içinde, söz gelimi Beethoven'da bireysel başkaldırıyı bulursunuz.

Şu anda öğrendiğim bir haberi tam da bu alanın içine alıp bakalım: Başbakan efendi, yeni açılan stadta kendisini protesto edenleri "nankörlük"le suçlamış!.. Aristokrat kültürden günümüze sıçrayan bir anlayışın ürünü işte. Aristokratlığa özenen, Anadolu insanının son derece başarılı biçimde kavramlaştırdığı "sonradan görme" bir başbakan, yaptığı herşeyin kendi görevi olduğunun, eşşek gibi bunu yapmak zorunda olduğunun bilincine varamıyor ve ulufe verdiğini sanıyor. Oysa bugünün olması gereken yöneticisi her zaman yönetilenlerin hizmetinde olmak ve ne yapsa yeterli olmayacağının bilincinde olmak zorundadır. Daha buna benzer öyle çok örnek var ki...

Sözünü ettiğim "Dünyanın Bütün Sabahları" adlı film, işte tam bu kültürün değişmesi sırasında, hala müzikle soluyan, müzikle yaşayabilen bir bestecinin yaşamındaki isyanı ve iç çatışmaları inanılmaz bir başarı ve güzellikle anlatmaktadır.

Eğer Burjuva egemenliğinde yaşıyorsanız, o zaman sizde "birey" olmanın bilinci gelişmiştir. Zaten "birey bilinci" gelişmeden Burjuva Devrimi yapma şansınız da yoktur. İçinde yaşadığınız kültür de "birey" olmanız üzerine kuruludur. Özgür olmak işte bu "birey olma"nın size verdiği bir haktır. O zaman yetiştirdiğiniz domatesi Cumhurbaşkanına da verseniz karşılığını alırsınız. Aldığınız para "ulufe" değil, karşılıktır ("ücret", "fiyat", her neyse). Toplumsal yapınız da bu "karşılık"ın devindirmesiyle yaşam kazanabilir ancak.

Gelelim sanat ya da halk müziği kavramlarına. Dünyanın her yerinde bunların her ikisi de Aristokrat kültürün egemen olduğu zamandan gelir ve dinsel kökenlidir. Yani "kul"luğunuzu müzik ve dansdan oluşan törenlerle belirler, gösterirsiniz.

Anadolu'da bu ayırım çok belirgindir. Çünkü özellikle Osmanlı, yaşamı boyunca iki ayrı dinsel yapının etkisindedir. Türkmen Alevi inancı ve Saray Sünni inancı. Osmanlı tarihi boyunca birbiri ile çatışmış olan iki ayrı inanç dizgesi. Bu dizgenin içinde birey kültürünün gelişmeye başlaması ile de din dışı, "birey"i önde tutan müzik de bir yandan gelişmiştir.

Aynı yapı Avrupa kültüründe de var. Ama Avrupa'da dinsel ayırım, Alevilik-Sünnilik denli keskin ve birbiri ile savaşan kültürel yapılar olmadığı için Anadolu'daki gibi keskin çizgilerle ayrılmamıştır. Protestan'lığın ortaya çıkmasından sonra bile her iki dinsel kültür, Aristokratların arasında, Katolik papalıkla Feodal beylerin arasında kalmıştır. Bu dönemde halk müzikleri Evensel müziğin içine kadar girer. Birçok örnek var. Süitlerin hepsi, çeşitli halk müzikleriyle kuruludur. Beethoven'in 6 numaralı Pastoral senfonisinde köylülerin dansları vardır vb..

Emperyalist yöneticiler ve faşistler sizin Klasik Batı müziği adını verdiğiniz Evrensel müziği yaşayarak değil, aynen biraz önce sözünü ettiğim başbakanın tavrıyla, kendilerini "efendi" gösterebilmek için "sonradan görme" edasıyla benimser. Bunu en iyi anlatan film, Aristokrat kökenli bir Marxist olan Luchino Visconti'nin "Leopar" filmidir. Garibaldi'nin önderdiğindeki İtalyan Burjuva Devrimi sırasında hala yaşamakta olan gerçek Aristokratlarla, kendini Aristokrat göstermeye çalışan Burjuvaların altını inanılmaz bir başarıyla çizer, kültürel alt yapılarını ve yaşama biçimlerini anlatır.

Kemalist dönemin uygulamalarını hatasıyla sevabıyla anlamalıyız kuşkusuz. Ancak söylediğim şey, onu doğru sosyolojik yerine oturtarak değerlendirmenin gerekliliğidir. Sanıyorum bu tutum, bizim dünya görüşümüz gereği mutlaka yapmamız gereken bir şeydir. Yoksa yalnızca öfkelerimiz, kızgınlıklarımız bizi yanlışa götürür. Bugün yapılmakta olan pek çok yanlışın ve ön yargılarımızın kökeninde de bu tutum vardır diye düşünüyorum.

Arabeskin ortaya çıktığı dönemi ben çok iyi anımsayacak yaştayım. Yasaklamalar yerine dinlenen Arap radyolarının payı hiç ama hiç yoktur. Arabesk, sözünü ettiğiniz yasaklamalardan 35 yıl kadar geçtikten sonra, 1965'den sonra Türkçe sözlü popüler müzikle aynı dönemde ortaya çıkmıştır. Amaç, sözünü ettiğiniz dünya pop müziği ile aynıydı: "meta üretimi" dolayısıyla kâr ve geçim sağlamak!.. Hepsi budur!.. O dönemde böyle bir yasaklamanın izi bile kalmamıştı. Bunun açık tanığıyım.

Özetle, artık burjuva ulus (ya da "kimlik") arasındaki ayırımları ve çatışmaları terk etmediğimiz ve geleceğe dönük "insan" temelli yapılanmaları oluşturmak için emek vermediğimiz sürece hiç bir ulusun ya da "kimlik"in başarılı olması olasığı yoktur. "İnsan" için oluşacak toplumları ortaya çıkarmak zorundayız. Birbirinden ayrı "halklar" değil (bunun gerçek anlamı "uluslar"dır), halk, yani "yönetilenler"in toplumunu oluşturmak zorundayız.

Başka bir çıkar yolumuz olmadığını düşünüyorum.
 
* * *
 
"Sanat" kavramının "zenaat"den ayrı olarak 17 yy'da söylenmiş olmasından daha çok ne zaman başladığını ve insanların -17. yüzyılda - adı konulmuş olan o kavramda sözü edilen olguya ne zaman gerekseme duyduklarına bakmak gerektiğini düşünüyorum.

Bu bağlamda:

a) Sanat -adı ne zaman konulmuş olursa olsun-, bize değin ulaştığı kadarıyla, mağara çağında, mağara resimlerindeki stilizasyonlarla başlamıştır.

b) Aristokrat sınıfın bütünüyle egemen olmasından hemen önce, Renaissance sonrası "birey"sel sanatın öncüleri denebilecek yapıtlar ortaya konulmuştur. En önemli örnekleri şiirde Homeros, Sappho vb; düzyazıda Herodotos, Felsefede Sokrates öncesi Anadolulu düşünürler ("felsefe" adı daha sonra Helenler tarafından konulacaktır); öteki sanatlarda resimde Girit ve Pompei duvar resimlerinde görülmektedir. Yontuda ise Helen okulu, Aphrodisias okulu gibi akımlar bile gelişmiştir.

c) Aristokrasinin oturması ile "birey" olan, olabilenin yalnızca "tanrı" olduğu, geri kalan herkesin kendini "kul" olarak benimsediği bir kültürel yapıda, yaratıların bütünü tanrı tarafından vahyedilmiş olandı. Şiir yalnızca kutsal kitaplardı (ünlü örneği: Kur'an'ın şairleri lanetlediğidir). O da tanrı tarafından yazılır ve vahyedilirdi. Anadolu'da 13.yy'a, Yunus Emre'ye değin sanat ya da felsefe, yaratıların hiç biri imzalanmazdı. İmzalamak "günah" sayılırdı.

d) Renaissance'da yeniden doğan "birey"dir (bu doğumun nasıl olduğu konusunda bkz: http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadoluda-yeniden-dou.html ).

e) Sözünü ettiğiniz "deha"lar elbette hayatlarını soyluların dizi dibinde geçireceklerdi. Başka türlü yaşama şansı yoktu. Aynen bugün de sanat yapacakların yapıtlarını satarak geçinmek zorunda oldu gibi. Döneminin yapısında "birey"in zorlanması doğaldır.

f) Sanat yapıtlarında "isyan"ın görülmesi için "birey" kültürünün başlamış olması gerekmiştir. Örnek olarak: Beethoven'in tek Operası "Fidelio"nun öyküsüne bir bakmak yeterli olacaktır. Osmanlı'da isyan şiirleri yüzünden kellesinden olmuş Divan şairi az değildir. Kanuni'nin oğlu Şehzade Mustafa'yı öldürtmesi üzerine onu önder sayan bir kadın şairin Kanuni'ye isyanını geçende bir tv programında bir tarih hocasından dinledim. Sultan'ın gözdesi Hurrem'e "Rus Cadısı" diyecek denli kişiseldir, ama başkaldırıdır...

Zulmedip ol nev civana eyledin cevr-i feza
Boynuna taktın kemendi canına kıldın eza
Merhametsiz şah-ı alem, n’etti sultan Mustafa
Bir Rus cadısının sözün kulağına koyup
Nekr ü ale alunuben ol acuzeye uyup
Şevkat imandır bilurken kılmadın havf ü Hüda
g) Anadolu Halk müzikleri konusunda çok haklısınız. Ancak Anadolu özel bir durumdur. Osmanlı'nın kuruluşunu gerçekleştirmiş olan 13.yy kültürünün Aristokrat karşı devrime direnişi söz konusudur. Ayrıca bunu yapabilmek için bir başka "egemen"in kulluğunu kabul etmek zorunda oldukları da gözden kaçmamalıdır: Pir Sultan'ın şiirlerindeki "şah"ın Şah İsmail olduğunu unutmamak gerekir. Bunu Pir Sultan'ı aşağılamak için söylemiyorum. Hem bir başka türlü davranmayı bilecekleri yeni bir kültür henuz gelişmemişti, hem de "şah"da bulmayı umduıkları şey 13.yy Anadolu kültürüydü ki doğmakta olan "birey" kültüründen çok güçlü ögeler içeriyordu (bkz: yukarıda sözü geçen yazı).

Özetlersem: değerlendirmelerimizi yaparken "akış"ı temel almadığımız kanısındayım. Bu da doğaldır. Yaşadığımız dönemde Marxist kurama karşın, "akış"ı temel alan geleceğin kültürünü henuz oluşturamadığımızı görmek zor değildir. En önemli görevimizin bunu yapmak olduğunu düşünüyorum.

Gelelim "emperyalizm" ve "müzik" sorununa:

a) Dönemimizde "emperyalizm"in artık uluslar arasında değil sınıflar arasında olduğunu baştan saptamakta yarar var. Bu bağlamda "biz"i sömürmekte olan düşmanımız artık "Amerika" ya da "Avrupa Birliği"nin ulusları ya da ülkeleri değil, Türkiye burjuvazisinin de içinde olduğu sermaye sınıfı, yani dünya burjuvazisidir.

b) Sömürülmekte olan "biz" ise yalnızca Türkiye'de yaşayan "üretime emeğiyle katılanlar" ya da "emeğiyle geçinenler" değil, Amerika ve Avrupa dahil bütün dünyada yaşamakta olan "emeğiyle geçinenler", sömürü bağlamında ele alırsak "tüketiciler"dir.

c) Emperyalizmi hala "uluslar arasında yaşanan sömürü" olarak gösterme politikasının başarılması için avuç dolusu para döken, çünkü "tüketiciler"i olabildiğince uzun süre sömürmeye devam etmek isteyen Emperyalist yapı da, onun sanmamızı istediği gibi "ülkeler" ya da "uluslar" değil, sermayenin ta kendisidir (Biraz daha ileri gidersek bunun sermaye sahibi insanlar bile değil, sermaye düzeninin mekanik yapısından geldiğini, yaşamak için buna gereksemesi olduğunu görmemiz olasıdır. Bu konu daha ayrıntılı araştırılmaya gerek duymaktadır. Şimdilik konumuz değildir).

Bu saptamaları yaptıktan sonra birez daha ileri gidersek:

a) Klasik Batı Müziği adını verdiğiniz müzik, bugün artık "bilim" gibi akademik bir yapıdır. Avrupa kilise müziğinden yola çıkmış, Aristokrat kültürün egemen olduğu dönemde saraylarda dolanmış olmakla birlikte Barok dönem yaşamakla bugün artık Halk müzikleri de içinde olmak üzere bütün dünya müziklerini kapsayan evensel bir müziğe dönüşmüştür.

b) Bunun emperyalizm ile ilgisi yoktur. Dünyanın her yanındaki bilimin, iletişimin gelişmesi sonucunda bir araya gelmesine benzetebiliriz. Evrensel müzik artık dinsel müzikleri de, saray müziklerini de, halk müziklerini (Sarasate'nin "Zigeunerweisen" ya da "Gipsy Airs"ini internette aratabilirsiniz) de kapsayan ve onların üzerinde yer alan gelişkin, Evrensel bir sanat türüdür, Evrensel ya da Akademik müzik demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Artık Ruhi Su'nun bütün türkülerinde, Fazıl Say'ın "Kara Toprak"ında Anadolu halk müziğini, yine Fazıl Say'ın İstanbul Senfonisinde (http://vimeo.com/18362962) hem saray müziğini hem de halk müziğini bulabilirsiniz.

c) Tanımını yukarıda vermeye çalıştığım, sınıflar arasındaki sömürü düzeni olarak Emperyalizm'in tıkamaya çalıştığı, insanı "insan" yapan yol budur. Kendini evrenselleştirerek (global sermaye), durmadan büyümek zorunda olması nedeniyle sınırları ortadan kaldırmaya çalışan sermaye, "insan"ların evrenselleşmesini (klasik anlamda Marxist enternasyonalizm) olabildiğince durdurmaya çalışmakta, bunu da "ulusal" sınırları olabildiğince uzun süre sağlamlaştırıp ayakta tutarak, dahası henuz oluşmamış sınırları oluşturmaya çalışarak, bunun için özel politikalar geliştirerek yapmaktadır. Bu politikaların en yaygın uygulananı ise ulusların birbirine düşürülmesidir. Böylece de silah tüketimini de olabildiğince uzun süre ayakta tutarak bir taşla birden fazla kuş vurmaktadır.

"İnsanlık" olarak içine düşürüldüğümüz, ama hızla kurtulmamız gereken tuzak budur!..

* * *

Sanatın doğal bir gerekseme sonucunda ortaya çıkmış olduğunu ve günümüze değin biyolojik (burada beyin) gelişmeye koşut olarak da çağlar içinde geliştiğini söyleyebiliriz.

Ancak kültürel değişiklikler de sanatın biçimini etkilemiştir ister istemez. Kimi zaman şaman doktorun hastasını iyileştirmek için doğal güçlere duasındaki içtenlikte, kimi zaman Afrika kabilesinde kurbanın (insan ya da hayvan) kendisini bağışlamasında söyleme gücünün yeterli olmadığı ortamlarda, kimi zaman mağara duvarına, ama belki de yine ava gitmeden önce, doğal güçlere haber göndermek amacıyla, dans, müzik, ya da resim sanatları gelişir. Bugün gördüğümüze göre yapılan danslar, çıkarılan sesler ya da çizilen ya da boyanan şekiller, hepsi insan beyninin ürünü olan soyutlama adını verebileceğimiz bir etkinliktir. Bunu oluşturan da insan beynidir. Belki de insanın bir tanımını da "soyutlama yapabilen hayvandır" diye vermek çok da yanlış olmaz...

İnsan beyni birçok soyutlama yapar. Bunların hepsi de "sanat" olmak zorunda değildir. Söz gelimi "dil" de bir soyutlamadır. Bilimlerin kullandığı kimi kavramlar da soyutlamalardır. Özellikle de matematik ve geometri, bütün işlemlerini soyutlamalar üzerinden yapar.

Ama "sanat" bütün bunlardan ayrı olarak "yaşam"ın paylaşılması için yapılan soyutlamadır. Ortaya çıkış biçiminde "coşku" vardır. Bilimsel soyutlamaları ise "akıl" var eder. Her iki soyutlama türü de bir "dil" oluşturmak için var olmuştur. Bunlardan biri duyunun, öteki duyarlığın dilidir. Duyusal dilin amacı bilgi aktarmak, duyarlığın amacı ise yaşamı paylaşmak, başka güçlere (insan, doğa, tanrı) paylaşmak istediklerini aktarmaktır. Ancak ne yapsa buna gücü tam olarak yetmemektedir. Çünkü duyarlık içseldir ve bunu dışsallaştırmak için mutlaka dış evrenin elemanlarına gerek vardır (Prof.Dr.Necdet Sumer - Bilim ve Ütopya Eylül 2003 Sayı:111 "Sanatsal Etkinliğin Doğası Üzerine" - mesajları şişirmemek için eklemiyorum. İsteyenlere yazıyı gönderebilirim). Bütün sanatların işlenebilen yanı bu dışsal yanıdır. Aslına bakarsanız sanatları birbirinden ayıran da yalnızca bu yandır.

Yani hangi sanat ve hangi dönem olursa olsun, sanatın özü aynıdır ve "insan"dır. Hiç kuşkusuz, kültüründen etkilendiği biçimiyle insan, siyasal yapısıyla, beğenileriyle, nefretleriyle, isyanlarıyla, hoşlanmalarıyla "insan yaşantıları"...

Elbette dışsal olan yan da kendi kültüründen etkilenecektir. Egemenlerin, halkın ya da sınıfların kültürü bu yanında kalacaktır. Ahmet Haşim'te var olan hüzün, her ne denli ona "ikinci serseri" adını takmış da olsa Nazım Hikmet'te de bir başka biçimde var olacaktır.

Gerçek Sanatın "egemen"i "egemen olmayan"ı, ya kendi biçiminde ya da üreten insanın yaşama biçimindedir. Dünyanın hiç bir yerinde, bu arada Osmanlı sarayında da, halk kökenli sanatlar ile saray kökenli sanatları birbirinden ayırmaya ve birinden yana tavır almaya ne hakkımız, ne de şansımız vardır. Divan şiirimiz de, Saray müziğimiz de bizimdir, halk şiirimiz, halk müziğimiz de (buradaki "biz" yalnızca benim gibi Anadolulu olanlar değil, bütün dünyada yaşayan "biz"dir)... En içten duygularını en bireysel duyarlıklarını paylaşan müzik de "biz"imdir, inandığı politik görüşe insanları çekmek için ajitasyon amacıyla yapılmış olanı da...

"Biz"im olmayan sanat var mıdır? sorusunun yanıtı bu durumda zor değildir: "Biz"im olmayan sanat, aynı zamanda sanat olmayandır. Kişisel olarak benim sorunum bu noktada. "Biz"im sanatımıza benzer dışsal ögelerle ve yalnızca "dışsal ögelerle" oluşturulan "meta"lara benim itirazım. Tek ölçütüm de bu. Arabesk'i değerlendirmemde de ölçütüm yine budur. Burada "egemenler" tam olarak devrededir. Bugünün egemeni olan Burjuva kültürü, kendi ekonmik yapısına uygun olarak, "insan olan"ın kültürünü geliştirmemesi için önünü kesmeye çalışmakta, sanatın içeriğini yok ederek yalnızca "biçim"den, yani kendi istediği dışsal ögelerden oluşan yapay bir sanat görüntüsü oluşturmaya çalışmaktadır.

Kültürlere bakarak yapılan Batı-Doğu ayırımları olsun, ulusal sınırlar olsun, ulusal kültür ayırımları olsun, biraz geri çekilip bakınca "yapay" ayırımlardır. Bu bağlamda, artık dünyanın üzerinde hangi kaynaktan gelmiş olursa olsun, müziği doğduğu kaynaklara göre birbirinden ayırmak, geleceği değil, geçmişi ölçüt alarak değerlendirmek anlamına gelmektedir. Egemenlerin ekmeğine yağ süren ve kurtulmamız gereken "tuzak" budur. Bu bağlamda Sibirya Yakut'larının boğaz çalmasıyla Afrika tam tamlarını, ya da Amerikan Zencilerinin pamuk tarlalarında söyledikleri şarkıları, blues'u ya da onlardan gelişmiş olan klasik cazı nasıl birbirinin devamı olarak görebiliyorsak Barok dönemi yaşamış olan Evrensel müziği de Emperyalistlerin müziği diye dışta tutamayız. Onun içinde yaşanmış olan gelişmişlik elbette dünyanın bu yöresinde yaşamakta olan insanların müziğini de içine alacak ve geleceğe doğru götürecektir.

Yani dışsal, biçimsel yanı üzerinde yapay olarak yürütilen bu tartışmaları uzatmadan dünyanın bizim yaşadığımız yöresinde gelişmiş olan halk ya da saray müziği de içinde olmak üzere "içsel" yapısının hangi dışsal ögelerle geliştirilebileceği üzerinde çalışmak gerektiği kanısındayım. Günümüzde bunu yapabilen de kökeni ne olursa olsun, Evrensel müziktir. Ticari olmaktan arınmış, para kazanmak için yapılmayan ama gene de yapılma savaşımı sürdürülen evrensel müzik. Artık bu, ne batı ne doğu, ne İtalyan, ne Japon, ne Türk ne Afrika; ama hem doğu, hem batı, hem İtalyan, hem Japon, hem Türk, hem Afrika müziğidir. Hem de bunlardan kaynaklanan her türlü müziktir. Geleceğin dünyasında hepimiz "bir"iz.

İşte "sol" bu dünyayı yaratmanın, geleceği kurmanın kavgasıdır. Bu tutum dışında kalan her türlü geçmişe bağlı düşünsel yapı, "sağ"da kalır. İstesek de istemesek de... Şu "egemen"den geliyor, şu "halk"tan falan gibi ayırımlarla özellikle sanata bakamayız. Buradaki ana ayırım ürettiğimiz sanatın, o egemenin sosyal dünyasında nasıl bir yerde oturduğudur. Bunun en uc örneği, Hitler'in belgeselcisi Leni Riefenstahl'ın yaptığı belgesellerdir. Onu, Hitler'in propaganda belgeselcisi diye hiç bir belgeselci yok saymaz, sayamaz. Vardır ve tarihte bir yerdedir. Bugünün belgeselinin oluşmasında onun da önemli bir payı vardır.

Tam bu noktada sevgili Can Yücel'in kendi sesinden Ezra Pound üzerine bir konuşmasını metne ekleyeyim:
Pound; Ezra (1885-1972)
Kendisi Amerikalı. Ama daha ziyade tarihe, şiir tarihine sahip çıkan soylu bir Avrupalı. Pound'un Çin geleneği içinden umulmadık parodiler yaratmasına da engel değildir elbet. İmgeci diye adlandırılan bir okulun elebaşı mevkisi. Gene de Eluard düzeyinde bir büyük şairin arkadaşı, yürek destekleyicisidir. Pound'un İkinci Dünya Harbi'nde Roma Radyosu'nda Faşizm adına yaptığı sözcülük, bu büyük şairin gözümüzden silinmesine yol açmış olsa bile, Pound'u bu naneye sürükleyen şey, Burjuvaziye, Kapitalizme, tefeci Yahudiliğe karşı duyduğu öfkedir. Bunun da kefaretini, uzun süre, bir Amerikan akıl hastahanesinde yatarak çekmiştir, bir kafes içinde. Cantos adlı uzun şiiri, sanırım azgın Amerikalıların ya da Faşistlerin değil, Dünya'da sömürüye karşı çıkanların baş üstünde tutacağı kitaplardan biridir.
Kolaylıkla cazı da , bütün öteki yerel müzikleri de içerecek biçimde müzikler bestelenebilir. Fazıl Say'ın "İstanbul Senfonisi"ni bu yapıya yine kolaylıkla örnek gösterebilirim. Koca bir orkestranın içinde Osmanlı Saray müziğinin çalgıları son derece "iyi" yerleştirilmiş ve yama gibi de kalmamıştır. Kaldı ki, sizin de söylediğiniz gibi Cazın da bu tür bir kapsayıcılığı vardır. Bütün bunlar yapılmadan önce, 1950'li yılların başında Dave Bruebeck'in İzmir'de kısa süreli bir bulunuşu sırasında duyduğu 9/8'lik aksak ritmle hemen bir küçük beste yaptığını ve "Blue Rondo a la Turk" adını verdiğini de anımsatmak isterim. Oldukça çok örnek aklıma gelmekle birlikte bir de Üzeyir Hacıbeyov'un Fuzuli'nin ünlü şiirinden besteleyip 1908 yılında Bakü'de sahnelediği "Leyla ve Mecnun" adlı operasının bütün aryalarının tar eşliğinde ve bildiğimiz türkü sesiyle okunmakta olduğunu ve inanılmaz güzellikte bir beste olduğunu örneklemek isterim.

"Seçkinler" kavramı üzerinde de durmak isterim. Böyle bir sosyolojik kavram yoktur. Aristokratların egemen olduğu dönemde seçkinler onlardır, Burjuvaların egemen olduğu dönemde de onlar... Oysa tarih içinde bu hangi sınıftan gelmiş olan müziğe "seçkinlerin müziği" diyebileceğiz, ben bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Hala Kızılbaş nefeslerinin en yaygınlıkla kullanılanları Hatayî, yani Şah İsmail'indir. Ve kendi döneminde açık-seçik bir "seçkin"dir. Yukarıda örnekledim, Beethoven'ın söz gelimi 3. Senfonisi olan Eroika, yeni geçmiş ve döneminin "seçkin"lerine karşı yapılmış olan Fransız Devrimi'nde Aristokratlara karşı Burjuva'ların egemen olmasını kutlamak için yazılmış ve dönemin burjuva önderi olduğunu sandığı Napoleon Bonaparte'a adanmıştı. Ama Napoleon'un bir "sonradan görme" olarak kendini İmparator ilan edeceği politikalar geliştirmekte olduğunu anlayınce bu adamasını geri çekmişti. Tek operası olan Fidelio'nun da bütünüyle gününün "seçkin"leri olan Aristokratlara karşı verilmekte olan savaşımı anlattığını söylemek isterim. Şimdi bunlara nasıl kolayca "seçkinlerin müziği" adını verebileceğiz? Koca Sovyet besteci Shostakovich'in neredeyse bütünüyle devrimi anlatan müziklerini hiç saymıyorum. Özellikle 5 ve 11 numaralı senfonilerini mutlaka dinlemenizi öneririm.

"Klasik Batı Müziği" diye geleneksel bir ad taktığımız müzik, bütün yerel müzikleri de kapsayan, Barok dönem yaşamışlığın gelişkinliğini de taşıyan ve her kanaldan gelen müzikçinin kullanabileceği özellikler katılan, daha önemlisi üzerine daha da araştırma ve katkı yapılabilecek olan Akademik müziktir. Yalnızca "onu mu sevsem, bunu mu sevsem"e verilecek bir yanıtla ortaya çıkan bir seçme değildir. Söz konusu olan, "eşit" anlayışlar arasındaki farklar değildir, işlenmişliktir. Hekimlikte geleneksel kırıkçı-çıkıkçılarla (ki çok iyi anımsarım, onlar da çok başarılıydı) ortopedist hekimler arasında nasıl bir ayırım varsa onun gibi...

a) Müzik, bütün sanatlar gibi bir araçtır. İnsanın kendisini paylaşmaya çalıştığı bir araç. Döneminin seçkinleri ya da halkı, kendilerini her türlü müzikle anlatmaya çalışabilirler. Tek başına "müzik" kavramına "sosyalist" denemez. Kim kullanırsa onundur. Şiire sosylisttir denilebilir mi Ahmet Haşim ya da Nazım Hikmet arasında şiir değeri bakımından bir ayırım var mıdır?

b) Müzik de, nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, "gelişkinliği" üzerinden değerlendirilmelidir. Hangi müziği kullandığımız önemli değildir. Müzik de, kökeni ne olursa olsun, bütün sanatlarda olduğu gibi, sosyal sınıfların kültürlerine göre biçimlenir.

c) Müzikle ilgilenen sosyalistlerin Akademik Müzik dinliyor olmakla aristokratlaşması da olanaklı değildir. Dahası, belki de insanın insanlaşmasına, her türlü müziği yapıyor ya da dinliyor olması katkıda bulunabilir. Yeter ki burjuva yozlaşmasının içinde olmasın, "müzikmiş gibi" görünen, ve insanların gelişmesine engel olan yapılar karşımıza çıkmasın. Günümüzde bunları ayırmanın en önemli yolu, burjuva ekonomik yapısının çarkları arasında, "meta" olarak üretilmiş olmaları ile belirlenir. Bu konuda haklısınız. Ticari yozlaşmaya izin vermeyen bir yapının temel alınmasının yolu, bunu doğru ayırdetmekten geçmektedir. Yozlaşmış bir müzikten yararlanarak halka ulaşmaya çalışmak, halkı (yani yönetilenleri) gerçekten terk edilmişlikleri içinde bırakmış olmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Bunun en belirgin örneği de bir tür arabesk olan Gırgır dergisi ve ardıllarının ortaya çıkardığı ve adlarına karikatür dediği çizimlerdir.

"Aşağılamak" gibi bir niyetim yok. Tam tersine çok ciddiye alıyor ve karşısına geçip savaşım vermek gerektiğini, ilerlemenin, geleceğin sanat-mış gibi görünen engellerini ortadan kaldırmak gerektiğini düşünüyorum. Geleceğe ilerlemenin yolu budur.

Kendi zamanımızın "seçkinler(!)"ini yaratma savaşımı vermenin zamanı gelmedi mi: "seçkin" olmayan kimsenin kalmadığı bir zaman?



16 Ocak 2011 Pazar

Kültürel yozlaşmanın Sosyolojik alt yapısı üzerine...


"GELECEĞİMİZİN SABAHLARI İÇİN..."

"Ucube"nin asıl adreslerinden biri: "Arabesk"!..

Batı ya da doğu diye iki ayrı kültür olmadığı gibi, iki ayrı müzik türü de yoktur. Değişim ve gelişim çizgisinin ayrı noktalarına ulaşmış kültürler, müzikler vardır.

Dünyanın her yerinde müzik aynı gereksemeden doğar, aynı kanaldan gelir, toplumların yaşam biçimlerine göre biçimlenir. Toplumları ve yaşam biçimlerini biribirinden ayıran ölçüt dönemin kültürüyle belirlenir. Bu kültürel ölçüt, sosyolojinin verilerine göre, Aristokrat ümmet toplumlarında "din", günümüz Burjuva toplumlarında "millet/ulus"dur. Yanyana yaşayan toplumlar birbirinin kültürünü etkiler, yeni sentezler oluşturur.

Avrupa'da gelişen müzik, Renaissance sonrası 16-18 yy'lar arasında "Barok" dönemden geçerek Ortaçağ dinsel aristokrat yapısını geride bırakmıştır. Bireyin dünyasına girmiş, müzik de Aristokrat kültürden Burjuva kültürüne geçmiştir. Müzik araştırmaları bulunan Prof.Dr. Necdet Sumer'e göre Avrupa'da gelişen müziğin niteliksel ayrılığının kökeninde "Barok dönemi yaşamış olması, bu dönemin kattıkları" vardır. Sevgili Sumer'in düşüncesine ek olarak "Renaissance sonrası Burjuva kültürüne koşut olarak nitelik değiştirmiş ve dönemin gereksemesini karşılamak üzere 'birey' dünyasına dönmüş olmasındandır" denilebilir. Geçiş döneminin sosyolojik, kültürel ve bireysel özellikleri bütün incelikleriyle Alain Corneau'nun 1991 yapımı "Tous les Matins du Monde / Dünyanın Bütün Sabahları" adlı filminde 17 yy bestecisi Sainte Colombe'un yaşamı özelinde büyük bir ustalıkla anlatılır. http://www.imdb.com/title/tt0103110/

Anadolu'da Aristokrat "kul kültürü"nün sonlanması ve Burjuva "birey kültürü"ne geçiş sürecinde karşımıza iki biçimde çıkar. Biri, hızını Aristokrat kültürden alan, onun üzerine oturan burjuva müziği, öteki burjuva ticari yapısının etkisiyle ortaya çıkan "satılabilir" ya da "satışa gelebilir" bir "meta" olarak müzik. Yozlaşma, ikinci yolun üzerinde, "yeterli kültürel alt yapıya sahip olmayan ve yalnızca satılmak için yapılan müzik" alanında görülür!..

Kemalist dönemin kültür üzerine, bu arada müzik üzerine etkisini bugünden bakarak ve bugünün değer yargılarıyla ölçüp biçerek, "Türk müziği yasaklanmıştır" diye yüzeysel değerlendirmeler yapmak doğru olmaz. Osmanlı aristokrasisinin bürokrasi kültürünün üstüne oturmuş ve işlerlik geleneğini zorunlu olarak Osmanlı "kul kültürü"nden almış olan Kemalist bürokrasinin çalkantılı geçiş döneminde yanlışlar yapılmış olması doğaldır. Her devrimden sonra bir "devrimin yerine oturma süresi" gerekmiştir. 20.yy Anadolu Devrimi, dünyadaki son burjuva devrimidir. Bu dönemde insanlığın burjuva devrimlerinin deneyimine sahip olması nedeniyle, Kemalist Burjuva Devrimi'nde geçiş süreci, olabilecek en kısa sürede aşılma yoluna girmiştir. Neler yaşandığını elbette tarihçiler açıkça araştırmalıdır. Ama bu, Kemalist Burjuva Devrimi'nin akış içindeki doğru yeri gözetilmeden, mahkum edilmesi gerektiği ön yargısıyla yapılmamalıdır.

Osmanlı'nın kuruluşunda, özünü oluşturan, ama sonradan Aristokrat karşı devrimle önü kesilen Burjuva kültürü, sosyolojik bakımdan, ama dar bir bakışla "batıcı" yanılsamasıyla adlandırılan hareketlerin ilkinden, Lâle Devri'nden sonra gelişir. Klasik Türk Müziğinin içinde oluşan "Şarkı formu" ile ortaya çıkmakta ve dönemden etkilenen yaşama biçimine koşut yeni bir tür, "eğlence müziği" oluşmaktadır. Bu formda, Dede Efendi gibi Klasik Türk Müziğinin değerli bestecileri bile, öteki bestelerinin ağırlığında olmayan, oldukça hafif, şarkı formunda eğlence müzikleri besteleyeceklerdir. 20. yüzyıla yaklaştıkça, burjuva "bireysel" yaşam biçiminin daha da egemen olmasına koşut, bu tür, kendini yavaş yavaş "Klasik Türk Müziği" adını verebileceğimiz Aristokrat kültürden gelen müzikten ayıracak, yeni yaşam biçimine koşut olarak arasına bir yandan "Longa"lar, "Sirto"lar gibi eğlence müzikleri ile de birleşecektir ("Fasıl" denilen ve disipline edilmemiş şarkı formu yorumlarının da bu dönemde yaygınlaşmış olduğuna dikkat çekmek gerekir). Rum ve Türk eğlence müziklerinin ve dillerinin karmaşasından oluşan Rembetiko (ya da Rebetiko) bu dönemde ortaya çıkar. Aynı dönem, İslam ilahilerinin arasında bir tür serbest okuma sayılabilecek Gazellerin, ustası olan hafızlar tarafından, "bülbül sesli" gibi eğlenceyi çağrıştırır nitelemelerle bir tür eğlence müziğine dönüştüğü dönemdir.

20.yy ortalarına doğru, öteki kültür alanları -söz gelimi Edebiyatta Yahya Kemal- ile koşutluk içinde Münir Nurettin gibi, şarkı formunun klasikleri yetişecek (söz-beste ortaklıkları bu durumun özel bir kanıtı gibidir), daha sonra bunlara, klasik ile popüler arasındaki kültür ayırımı gözardı edilerek "neo-klasik" adı verilebilecektir.

1950'li yıllarda gazinoların gelişmesi ile eğlence müziği para getirmeye -rant sağlamaya- başlar, 1960'dan sonra 45'lik plakların çıkması ve taksilere takılan 45'lik plakçalarların "avazeleri" ile gazinodan gelen Zeki Müren'in yanına Halk Müziğinin gazino kanadından gelen Muzaffer Akgün'ün katılmasıyla, rant ve yozlaşma doruklarına ulaşır.

Arabesk denilen ve son günlerin moda deyimiyle "ucube(!)" müzik bu dönemin devamı olarak ortaya çıkacaktır. Bu ucubede, halk müziğinin "yanık"lığı (Anadolu türküsü bestelenmez, "yakılır") "ezik"liğe dönüşecek Arap müziği ticari "talep/istem"ine uyarak Arap tınılarına yaklaşacak ve Arabesk adını alacaktır.

Öte yandan, günümüzde, Burjuva kapitalist yapının ancak, "kâr ederek geçim sağlama" ve dolayısıyla "daha çok tüketme" ölçütleriyle devinebiliyor olduğunu göz önünde tutarak, insanın doğal gereksemesi olan sanatın, "sunum-istem / arz-talep" çarkları arasına sıkışmış olduğunu kolaylıkla görebiliriz. Kuşkusuz bu yapının oluşmasında, "istem/talep"in önemli bir payı vardır ("halk böyle istiyor" kolaycılığı), ancak bunun özgür bir istem olduğu söylenemez. Oluşmasında, tüketiciyi kolayca üretilebilir olana yönlendirmek, gereksemedan çok daha fazlasını tüketmesini sağlamak ve tüketimi olabildiğince uzun süre diri tutmak üzere çeşitli Burjuva/Kapitalist mekanizmaların geliştirilmekte ve işletilmekte olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu mekanizmaların ilk organize kaynağının, Hitler'in propaganda bakanı Göbbels'in oluşturduğu "Büyük Yalan kuramı" olduğu unutulmamalıdır. Ardından, adı önce "reklamcılık" olmuş, şimdilerde "halkla ilişkiler" adı verilmiştir. Bu adın oluşmasında da "büyük yalan kuramı"nın önemli payı olduğu açıktır. Yani kapitalist yapı bu iş için para dökmekte, başarılı da olmaktadır. Yöneldiği kitle ise örgütlenmemesi ve durumun ayırdına varamaması için özel önlemler alınan "tüketici"dir, "biz"iz!.. Üstelik dökülen para, maliyetlere yansıyan bizim paramız, yani emeğimizdir!..

Ne gazino kültürü, ne de Arabesk; Karagöz'ün, orta oyununun, kuklanın, gezici tiyatro turuplarının, doğal süreç içinde gerçek gereksemeden oluşmuş "gerçek eğlence kültürü"nden gelmez. Ve tabii kökeninde, Aşık Veysel'in gerçek gereksemelere oturmuş olan nefesleri de bulunmaz. Bunların kendi aktıkları yol üzerinde gelişebilecekleri ve gelişkin bir kültürün oluşabileceği tehlikesi, önünün kesilmesi gereğini doğurmuş, burjuva kapitalist yapı, kendi hareketlendiricisi olan "kâr" doğrultusunda "halkla ilişkiler" kuramını da alabildiğine kullanarak önünü kesme (ya da hiç değilse denetim altına alma) operasyonu gereğince uygulamalarını yapıtların içine yerleştirmeye başlamıştır. Hal Ashby'nin "Being There / Merhaba Dünya"sı gibi dirençli birkaç olumlu örnek dışında bugünün komedisinin, artık Shakespeare'in komedyalarıyla da Charlie Chaplin'in komedisiyle de, niteliksel olarak hiç bir ilgisi yoktur. Bugünün komedisi çok büyük oranda, gerçek gereksemenin değil, Burjuva kapitalist dizgenin kendi oluşturduğu "yapay istem/talep"in ürünüdür. Belirli yaş üstündekilerin hâlâ anımsayabildiği Dümbüllü İsmail komedisi ile bugünkü Cem Yılmaz komedisi arasındaki nitelik farkı açıklıkla ortadadır...

Arabesk, pek çok kültür dalını kullanan ticari "sunum/arz" alanlarında olduğu gibi, bu yapının sonucu, yozlaştırmasıdır. Ne "yanık"lığın insanca başkaldırısını ne caz müziğindeki, biraz da karikatürle kardeş, başkaldırıyı taşır. Arabeskin özündeki "eziklik", içinde, bu ezikliğin kabullenilmişliğini barındırır. Karikatür sanatının ardına sığınarak "satılabilir" ve "kâr getirebilir" kılınan Gırgır ve salkım saçak ardılları ile aynı popüler çizgide, aynı durağanlıkta, aynı yozlaşma sürecinin ulaştığı noktadadır.

Geleceğin dünyasını oluşturmak için bu yapının mutlaka ve hızla ayırdına varılması gerekir. Kapitalizmin güdümlü "sunum-istem" yapısının ardındaki "güdüm"ü görünür kılmak ve herkesin önünde ipliğini pazara çıkarmanın zamanı hızla geçmektedir. Yok edilmeye çalışılan ve gerçek gereksemelerle oluşmuş, sanat, bilim, felsefe gibi  her türlü yaratı kanalının açık tutulması için verilmesi gereken savaşım, günümüz aydınının görevidir.

 
Sonuç olarak:

Söz konusu yozlaşma, dünya burjuva kültürünün yarattığı ticari müziğin yozlaşma süreci (popüler müzik) ile de önemli koşutluklar içermektedir ve bu açıdan da ele alınmalı ve incelenmelidir.

Burjuva devrimleriyle aristokrasiyi alaşağı ederek kendi düzenini oluşturmuş olan yapı, çöküş sürecini yavaşlatmak için, yine kendi oluşturduğu "birey" dünyasının zayıflıklarını kullanarak yeni ve yapay bir "kul düzeni" oluşturmuştur. Bunu olabildiğince uzun yaşatmak için de elinden geleni yapmaktadır.

Kültürel ya da siyasal, her alanda geliştireceğimiz politikaların, yozlaştırmaya karşı savaşım politikaları olması gerekmektedir.

1 Ocak 2011 Cumartesi

Aradığımız nedir? "Mutluluk" mu, "mutsuz olmama" mı?

                                 fotoğraf:  Ceren Tuncer                                     

Hasan Ersel'in Açık Radyo'da yaptığı "Mutluluk İktisadı" konulu konuşma üzerine... (30 Aralık 2010)
http://www.archive.org/download/Ekonot30Aralik2010/Ekonot20101230.mp3
(Sevgili Hasan Ersel'in izniyle yayınlanmıştır)


Sn Hasan Ersel,


Bilmiyorum yayın sırasında mesajı alabiliyor musunuz?

"Mutluluk" ve "mutlu olmak" olmak kavramlarını ele almak yerine,

""Mutsuzluk" ve "mutsuz olmamak" kavramları açısından yaklaşsanız sanırım daha doğru yerlere varacaksınız?

Sevgiler,

Ömer Tuncer.



Sayin Tuncer,

Mesajinizi aksam okuyabildim. Oncelikle ilgi gosterip, yazdiginiz icin cok tesekkur ederim.


Onerinizin basit bir olumsuzlama olmadiginin farkindayim. Once, dogru olmasina ragmen, yuzeysel kalacak olan bir yanit vereyim: Terimleri ben secmedim. Ikitisatta boyle bir alan olusmus durumda: "Economics of Happiness". Bunu "mutluluk iktisadı" olarak Türkçelestirdim.


Konunun ozune iliskin yanitima gelince, o da soyle: "Mutluluk durumundan" soz edince sanki insanin mutlu oldugu bir nokta oldugu ve bunu bildigimiz gibi bir sonuca varmak da olanakli. Bu da pek gercekci gorunmuyor. Aslinda iktisatta (neoklasik iktisadi kastediyorum), bu tur bir yaklasima "fayda" baglaminda basvurulmus ve insanin "mutlak olarak en cok fayda sagladigi durum" biciminde bir tanim verilmistir. Iktisatcilar buna "bliss point" adini vermisler. Galiba bunun anlamına uygun Turkce karsiligi "Cennetin verecegi mutluluk noktasi" olmali. Iktisatcilar bu kavrami ortaya atmakla birlikte, bunun bir insanin butce sinirlari icinde olamayacagi varsayimini yaparak, daha fazla tuketim yapmanin kisinin faydasini azalttigi durumu disarida birakmislar. Bu da rekabetci piyasada dengenin ozellikleri uzerinde yapilan calismalarda onemli bir yer tutan "doymazlik" varsayimini temellendirmistir.


Bu tur dussel bir durumun ele alinmadigini belirtmek icin konusmamda iki noktanin altini cizmeye calistim. Bunlardan birisi kisinin "ifade edilen tercihleri ile aciklanan seçimleri" arasinda fark olmasi. Verdigim basit ornekte "Tahiti'de tatil yapmak istedigini" ifade eden kisinin acikladigi tercihi "Istanbul'da tatil yapmak". Cunku ilkini yapamiyacagini biliyor. Istanbuli, yapabilecekleri arasindaki secimi. Bu konunun kisi icin onemli oldugunu dusunurseniz, tercihi ile secimi arasinda fark olmasinin onun mutsuz oldugunu gosterecegi varsayilabilir. Psikoloji alaninda yapilan calismalarda bu farkin yarattigi mutsuzlugun derecesini olcmege calisiliyor. Dolayisiyla bu yonteme basvurarak "mutsuzlugun azaltilmasi" olgusu ele alinabilir. Mutsuzlugun azaltilmasinin uc noktasi ise sizin ifade ettiginiz "mutsuz olmama" durumudur. O da kisinin ifade edilen tercihinin acikladigi secimi ile ayni olmasi anlamina gelecektir.


Ikinci vurguladigim nokta ise, bir eylemin kisiyi "mutlu edip etmedigini" saptamaya calismak yerine "mutlulugunu artirip artirmadigina" bakmakti. Bu bir yontem sorunu. Yakin yillarda, ozellikle iktisadi adalet baglaminda, gundeme gelen bir konu. Benim yakinlik duydugum gorus, ilkinin yapilamayacagi ama ikincisinin, psikolojinin bulgularina dayanilarak, yapilabilecegi gorusu.


En iyi dilekerimle yeni yiliniz kutluyorum.


Saygilarimla,


Hasan Ersel


Sevgili Hasan Ersel,


Benim kısa önerimi, emek verip uzun uzun yanıtlamış olmanıza içtenlikle teşekkür ederim.
Ekonomiden anlamam. Çok da anlamaya çalışmam galiba. Ama bu kez "mutluluk" kavramının ekonomiyle ilişkisi beni doğrudan ilgilendirdi. Sözünü etmeye çalıştığım bir olumsuzlama değil, içinden çıkılamaz gibi görünen kimi konulara çözüm önerisiydi yalnızca. Hani matematikte öğretirlerdi "Olmayana ergi yöntemi" diye bir şey; onun gibi... Konuşmanızın birkaç yerinde duydum: "mutlu olma" yerine "mutsuz olmama" deseniz çözülecek. Bu, "mutluluk iktisadı" gibi bir konu başlığı altında da yapmanıza bir engel olmadığı kanısıydayım.
Ekonomiden bağımsız olarak durumu şöyle görüyorum: "Mutluluk", sürekli yaşanan bir durum, dolayısıyla sürekliliği olan bir kavram değil. Bir tırmanma, en üst noktaya ulaşmış olma durumudur. O güne kadar olan özlemlerinizin yerine geldiği bir durumdur. Sonra insan psikolojisi daha yukarılara tırmanmak için sizi bulunduğunuz yerde "normal"e, yani "sıfır" noktasına geri getirir. Orası hem o anda bulunduğunuz yerdir, hem de yeni sıfır noktanızdır. Yani o noktada "mutluluk"unuz azalır ve sona erer.  Üniversiteden mezun olursunuz, çok mutlusunuzdur. İki ay sonra iş bulmaya çalışırsınız mutsuzsunuzdur. İş bulduğunuzda yine mutlu olursunuz, sonra işinizden memnun olmazsınız, yine mutsuzluk gelir. Sevgiliniz olur mutlu, rutin anlaşmazllıklarla mutsuz, evlenirsiniz mutlu, geçimsizliklerle mutsuz olunur. Dorukları sıfır noktalarına indirgedikten sonra artık o noktadan aşağı inmiyor olmak "mutluluk" değil, "huzur"dur. Yani "mutluluk" üzerine düşünürken temel kavram, "mutsuz olmamak" olmalıdır.
Sanırım ekonomide de böyle. "Mutluluk" üzerinden değerlendirmeler oldukça zor, çünkü "duragan/statik" bir durum değil. "Mutluluk" kavramıyla anlatmaya çalıştığımız duragan nokta ise "sıfır/huzur noktası". Yoksa "Evlillikte mutlu olmak" diye bir şey olabilir mi? Ama "mutsuz olmamak" diye bir durum olabilir. Yani "huzur" olanaklı bir durumdur. Ve "mutluluk" diye asıl aradığımız şey de sıfır noktasıdır. "Mutluluk" sıfır noktasından "mutsuzluk"a doğru kaymaya başladığımızda bozulur.
Bu anlattıklarımı sanırım ekonomiye de uyarlamak ve yine de "mutluluk ekonomisi" demek yanlış olmaz. Söz gelimi, yeni iş bulmuş bir insanın mutluluğu ile on yıldır aynı işte çalışmış bir insanın mutsuzluğu aynı noktada buluşur. Bu durumu ekonomik ayrıntılara uyarlamak artık sanıyorum benim yapabileceğim bir şey değil. Ama sanırım pergelin sivri ucunu koyarak ölçü vermek, ölçüt koymak için hareketsiz, sağlam bir nokta arıyorsak o nokta "mutluluk" değil, "mutluluk durumu"nun sıfır noktası, yani "huzur"dur. Ancak sivri ucu oraya koyarsak ölçütler koyabilir, ölçümler alabiliriz.

Yinelersem: "mutluluk" üzerine -bilimsel ya da değil- düşünürken ele almamız gereken kavramın "mutluluk" değil, "mutsuz olmama" olduğunu düşünmemin nedeni budur.

İstesem de istemesem de sizin kültürle iç içe anlatımlarınızla yavaş yavaş iktisat öğrenmeye başlıyorum galiba. Bu da beni "mutlu ediyor" :-) ...


İnsanlığın mutsuzluklara akmayacağı pek çok yeni yıllar dileği ile...


Sevgiler,

Ömer Tuncer.

Felsefe, bilim ve sanatta "mülkiyet" kavramı üzerine...





Felsefe Bilim ve Sanatta Telif Hakları Zındanı...

Sanat üreticilerinin de izleyicilerinin de hep birlikte bu konuda savaşım vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Kapitalist toplumsal yapının sanatçıyı ürününü satarak geçinmeye zorlamasına karşı!.. Toplum, kapitalist dizge dışında yaşadığı çok uzun binyıllar boyunca sanatçısını ürününü satmak zorunda bırakmadı. Ama gene de biz Homeros'tan Yunus'a, Aiskhilos'tan Shakespeare'e, Praxiteles'ten Rodin'e, hiç bir resmini görmemiş olmamıza karşın ressam Apelles'ten Brugel'e sanatçılarımızı biliyoruz. Ürünlerini, araya yüzyıllar ve binyıllar girmesine karşın bizimle paylaşmayı başardılar.

Öyle başardılar ki bunca zamana karşın Ömer Hayyam rubaileri bugün Sevgili Fazıl Say'a bu konuda beste çalışması yapmak için esin kaynağı olabiliyor.

Yalnızca sanatçılar mı? Filozofları, bilim insanlarını da aklınıza getiriniz. Onların da ürünlerini satmak zorunda kalmadıklarını düşünüyorum.

"Yunus Emre hiç bir şiirine fiyat etiketi takmamıştı!.." Takmak zorunda da kalmamıştı.

Fiyat etiketimizi taktığımız anda ne oluyor görüyoruz. Herşeyin sahtesi ortalığı dolduruyor. Bir yanda meyhane ressamları, öte yanda sarhoş eylencesi arabesk ve meyhane şarkıları, daha da ötede salya sümük şiirler... Haydi bırakın bunları bir yana, bütün bu pespayeliğe "sanatçı" adı vermeler...

Savaşmak zorunda kaldığımız yapı bu değil mi? Ama biz toplumu, gerçek sanatçıyı EN ÜST DÜZEYDE yaşatacak yapıya zorlayacak baskı gurubunu sanatçılar ve sanat izleyicileri olarak oluşturmazsak ve paylaşım ürünlerimizi, kapitalizmin bizi zorladığı gibi satarak geçinmeyi savunursak ne aynı mantıkla üretilen arabeskin kökü kesilir, ne pespaye aşk şiirlerinin, ne "piyasa sineması" denen garabetin, düşük düzeyli tv dizilerinin ne de sağda solda gördüğümüz inanılmaz çirkinlikteki leylek, ördek biçimli objelerin!..

Hemen yarından başlayarak ürünlerimizi satmayı bırakalım demiyorum kuşkusuz. Yaşayabildiğimiz, soluk alabildiğimiz dünyayı hemen terk etmeyeceğiz kuşkusuz. Ama geleceğin dünyasını bir sanat dünyası haline getirmek için de "biz ürünlerimizi satarak yaşamak zorunda kalmak istemiyoruz" kampanyası başlatmamız ve çok güçlü ve istikrarlı olarak sürdürmemiz gerekmiyor mu?

Peki bu "internet" denilen "hırsızlık ortamı(!)"nı neden bir "paylaşım ortamı" olarak kullanmıyoruz? Hiç değilse kendini başka yollarla geçindirebilenler tarafından bu yapı başlatılsa diyorum... Neden sattıklarımızın yanında küçük küçük kimi bestelerimizi de internet üzerinden telif istemeden dağıtmaya başlamayalım, üstelik karşı çıkacağımıza bunu çoğaltmaya da çalışmayalım?


Ne dersiniz?


Kimi yinelemeler de olacak galiba ama... Peki, daha açık anlatmaya çalışayım:

1) Sanat yapıtının üretilme amacı yaşamımızı, duyarlığımızı, şu anda dünyada bulunan ve gelecek olan başka benliklerle paylaşmaktır. Öteki üretimlerin ise gereksemeden fazlasının satılması temeldir. Yani başka başka nedenlerle üretilirler. Nefes aldığınızda bedeninizden çıkan nefesi toplayıp satmak gibi bir şeye nasıl kalkışmıyorsak sanat, bilim ve felsefe alanlarındaki ürünlerimizin de tüketim maddeleri gibi ekonominin parçası haline gelmeleri onların niteliklerini değiştirmekte, onları arz-talep doğrultusunda biçimlendirmektedir. Bu alandaki yozlaşmanın nedeni budur.

2) Kapitalist toplum, ihtiyaç duyulan her üründen "kâr" çıkarmaya çalışan, hareketini, yaşamasını "kâr"la sağlayan toplumdur. Temel yapısı, insanların, basitçe bakıldığında, ürettiklerinin gereksemelerinden fazlasını satarak başka gereksemelerini karşılamalarıdır. Üretimi "kâr" belirler. Toplumu yönlendirir, biçimlendirir, dahası oluşturur. Kültürümüz de bu çarkın içine girdiğinde buna göre şekillenir. Kendi gereksememiz devre dışı kalır ve satılabilecek şeyi üretmeye başlarız. Kültür yozlaşmasının, basitçe, temel nedeni budur. Önerdiğim direnme işte bu yapıya karşıdır.

3) Bundan önceki toplumlar Aristokratların yönettiği toplumlardı - "feodalizm" dediğimiz yapı... "Kâr" ölçütüne göre biçimlenmiyordu. İnsanlar kendilerini "kul" görüyorlardı. En üsttekiler, kırallar, sultanlar, çarlar, imparatorlar bile "Allahın kulu" idiler. Yaşamanın yolu, kendi üstündekilerden alınan sadaka mantığındaki mülkler, gelirlerdi. Dünyanın her yerinde böyledir. Ağalar, beyler kendi üstündekilerden bir tür "sadaka" alır, kendi altındakilere bir tür "sadaka" verirdi. Yani alıp verdiklerinin mantığı, "karşılık" yani "bedel" değildi. O yüzden de her "ast" kendini "üst"üne "muhtaç" duyumsardı. Sanat, bilim ve felsefe de ister istemez bu yapı içerisinde oluşuyor, biçimleniyordu. Sarayda ya da bey konaklarında oluşuyor ise... Zaman aktıkça insan, saraylar dışında "kul"dan "birey"e dönmeye yani özgürleşmeye başladı. İngiliz kıralı bile feodal beylerin baskısıyla 1215 yılında "Magna Carta Libertatum / Büyük Özgürlük Bildirgesi"nı imzalamak zorunda kaldı. Sosyal ortamda burjuva hareketinin ilk adımı budur ve kültüreldir. İlginçtir ki Aristokratlar tarafından oluşturulmuştur. Bundan sonra ortaya daha bağımsız, daha kişisel yapıtlar çıkmaya, felsefe ve bilim insanları daha bağımsız çalışmaya, efendilerine bir anlamda "başkaldırma"ya başladı. Müzik, kiliselerden ve camilerden dışarı çıktı, bireyin dünyasına ulaştı. Alain Corneau'nun "Dünyanın Bütün Sabahları" filmi bu dönemi çok güzel anlatır. 13.yy Anadolu devrimi (Hace Bektaş, Ahi Evren Hace Nasiru'd Din - Nasrettin Hoca, Sadrettin Konevi ve hemen arkalarından gelen Yunus Emre tarafından geliştirilmiş ve aktarılmış olan gerçek tasavvuf) 300 yıl kadar sonra da Avrupa'da Renaissance budur (bu arada söylemeliyim: bugün dincilerin bayrak yaptığı Mevlana, bir tasavvuf insanı değil, Anadolu Devrimi'ne karşı bir yalancı tasavvuf oluşturma çabasına girişmiş, batıdaki örneği olan papalığın yenileşmeye karşı savaşımını ve direncini 13 yy Anadolu'sunda oluşturmuş olan kişidir).

4) "Birey"le birlikte "satış" da başladı. Hemen birlikte yozlaşma da... İşte "arabesk"ten şikayetimiz varsa, savaşımımız bu yozlaşmaya karşı olmak durumundadır. "Kâr"dan da özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı temel tutup yeni bir yapı oluşturmak zorundayız. Bu yapının nasıl bir yapı olacağı bizim tarafımızdan bulunacaktır. Şimdi yapıtlarımızı "satma" ve bununla "geçinme"ye karşı durma gereğini biliyoruz. Çünkü özgürlüğümüzü kısıtlayan temel yapı budur.

5) Doğal ki geçinmemizin bir yolunu bulmalı, burnumuzdaki bu "ayıcı halkası"nı fırltaıp atmalıyız. Hem de bu yol bize "üst düzeyde" bir geçim sağlamalıdır. Bulacak olan yine "biz"iz. "Kâr" bağlamından bağımsız üretim ve paylaşım için, teknoloji bize 20 yy sonunda müthiş bir olanak vermiştir. İnternet olanağını kullanmak zorundayız. Dünyada bugün bile bir sürü insan yazılarını, kitaplarını internet yoluyla yazıyor, müziklerini internet yoluyla paylaşıyorlar. Sanat, Bilim ve Felsefe alanlarına yakışan da budur.

Bir itirafta bulunayım: Orhan Gencebay, geçen yıldı galiba, kendi meslek birliği adına tv'de konuşuyordu. Bütün çabalarına karşın, toplanması gereken telifin ancak %7 oranında toplanabildiğini söyledi. İçimden gelen duygu "beter olun!" duygusuydu!

Yok olacaklar!.. Bizim başaramadığımızı gelişen teknoloji yapıyor işte...

6) Çok yakın bir zamanda ne denli "profesyonel" olursa olsun, internet dışında paylaşım alanı kalmayacak. Ya uyum sağlayacağız, ya yok olacağız. O yüzden de doğru olan, direnmek yerine hızla uyum sağlamak değil midir?

Şimdi birkaç yanıt daha:

7) "Yozlaşma" yalnız bizim ülkemizde değildir. Bütün dünyada "Popüler bilim", "Felsefe yaptığını söyleyen bir sürü ukala", "Metal" filan gibi "popüler" alanlarının bütünü yozlaşma alanlarıdır. Bu alanlarda üretilen "meta", alanda kâr görülmediğinde bütünüyle çökecektir. Çok da hayırlı olacaktır. Dahası bu sürecin hızlanmasına yardım etmek durumundayız. Yapıtlarımızı "meta"laşmaktan kurtarmak, yozlaşmayı önlemek ve daha bağımsız olmak istiyorsak!..

8) "Fikri Mülkiyet Hakkı" sözcüklerinin ne ifade ettiğini gayet iyi bildiğimden emin olunuz!.. Benim için, o Arapça üç sözcüğün yan yana gelmesinden oluşan "Fikrî Mülkiyet Hakkı", paylaşmak üzere ürettiğim Felsefe, Bilim ve Sanat alanlarında yapıtlarımızın yozlaşma karşısında korunmasıdır. Filmimin kesilerek yayınlanmamasıdır. Müziğimin izinsiz olarak amacı dışında, sözgelimi tüketim reklamlarında kullanılmaması, besteci ya da yorumcunun yapıtının, burnundaki "geçim" adlı ayıcı halkasının çekiştirilerek, kullanılmaya razı edilememesi için korunmasıdır!.. Hem de öyle yasalarda yazdığı gibi yetmiş yıl falan değil, dünya durdukça!..

Ayrıca:

9) Buna "mülkiyet" adını vermek son derece yanlıştır. Bireysel "mülkiyet", kavramı bu sistemin ürünüdür. Aristokrat toplumlarda "mülkiyet" yalnızca tanrınındır. Hem de bizim "fikrî(!)" alanlarımızda bile... Kapadokya kiliselerinin hiç birinde duvar resimlerinde imza bulamazsınız. Üstelik çeşitli ressamların yapmış olmasına karşın, üslup olarak bile ayırmanız çok zordur. Çünkü onu yapan elin bilinci, kendisinin "tanrının eli" olduğu biçimindedir. Yazılan hiç bir yapıt imzalı değildir. Çünkü tanrı tarafından vahy edilmektedir. Yani vahiy ürünü olan yalnızca Kur'an değildir, bütün sanat, bilim ve felsefe ürünleri vahy edilirse var olur... Avrupa kültürü, Sokrates'ten bu yana gelen 1800 yıllık uykusundan henüz uyanmadan, şiirine ilk imzayı atan, sanatında mahlas kullanan, önce Ahmet Yesevi, sonra da Yunus Emre olmuştur. Yani kendi "birey"liklerinin önce Yesevi ve Yunus tarafından altı çizilmiştir. Hallac-ı Mansur gibi, Ömer Hayyam gibi, Farabi gibi, İbn Sina gibi adını doğrudan yazmadan "birey"liğini belirleyenler yaklaşık 10.yy'dan bu yana vardı. ama 12.yy'da Yesevi ve 13.yy'da Yunus adlarını "mahlas" olarak doğrudan yapıtlarının içine yerleştirmişlerdir.

Bireysel mülkiyet, Aristokrat toplumlarda yalnızca tanrınındır. Çünkü "birey" olan yalnızca O'dur. Günümüzde ise bireysel mülkiyet, toplumsal yapı tarafından kendi ölçütlerine göre dayatılmasıyla ortaya çıkmaktadır. Özgürlük, yapıtın üretilir üretilmez paylaşmanın yolunun bulunması, topluma mal edilmesiyle olanaklıdır. İnternet bunu sağlamaktadır. Tereddütsüz kullanmamız gerekir.