1 Ocak 2011 Cumartesi

Felsefe, bilim ve sanatta "mülkiyet" kavramı üzerine...





Felsefe Bilim ve Sanatta Telif Hakları Zındanı...

Sanat üreticilerinin de izleyicilerinin de hep birlikte bu konuda savaşım vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Kapitalist toplumsal yapının sanatçıyı ürününü satarak geçinmeye zorlamasına karşı!.. Toplum, kapitalist dizge dışında yaşadığı çok uzun binyıllar boyunca sanatçısını ürününü satmak zorunda bırakmadı. Ama gene de biz Homeros'tan Yunus'a, Aiskhilos'tan Shakespeare'e, Praxiteles'ten Rodin'e, hiç bir resmini görmemiş olmamıza karşın ressam Apelles'ten Brugel'e sanatçılarımızı biliyoruz. Ürünlerini, araya yüzyıllar ve binyıllar girmesine karşın bizimle paylaşmayı başardılar.

Öyle başardılar ki bunca zamana karşın Ömer Hayyam rubaileri bugün Sevgili Fazıl Say'a bu konuda beste çalışması yapmak için esin kaynağı olabiliyor.

Yalnızca sanatçılar mı? Filozofları, bilim insanlarını da aklınıza getiriniz. Onların da ürünlerini satmak zorunda kalmadıklarını düşünüyorum.

"Yunus Emre hiç bir şiirine fiyat etiketi takmamıştı!.." Takmak zorunda da kalmamıştı.

Fiyat etiketimizi taktığımız anda ne oluyor görüyoruz. Herşeyin sahtesi ortalığı dolduruyor. Bir yanda meyhane ressamları, öte yanda sarhoş eylencesi arabesk ve meyhane şarkıları, daha da ötede salya sümük şiirler... Haydi bırakın bunları bir yana, bütün bu pespayeliğe "sanatçı" adı vermeler...

Savaşmak zorunda kaldığımız yapı bu değil mi? Ama biz toplumu, gerçek sanatçıyı EN ÜST DÜZEYDE yaşatacak yapıya zorlayacak baskı gurubunu sanatçılar ve sanat izleyicileri olarak oluşturmazsak ve paylaşım ürünlerimizi, kapitalizmin bizi zorladığı gibi satarak geçinmeyi savunursak ne aynı mantıkla üretilen arabeskin kökü kesilir, ne pespaye aşk şiirlerinin, ne "piyasa sineması" denen garabetin, düşük düzeyli tv dizilerinin ne de sağda solda gördüğümüz inanılmaz çirkinlikteki leylek, ördek biçimli objelerin!..

Hemen yarından başlayarak ürünlerimizi satmayı bırakalım demiyorum kuşkusuz. Yaşayabildiğimiz, soluk alabildiğimiz dünyayı hemen terk etmeyeceğiz kuşkusuz. Ama geleceğin dünyasını bir sanat dünyası haline getirmek için de "biz ürünlerimizi satarak yaşamak zorunda kalmak istemiyoruz" kampanyası başlatmamız ve çok güçlü ve istikrarlı olarak sürdürmemiz gerekmiyor mu?

Peki bu "internet" denilen "hırsızlık ortamı(!)"nı neden bir "paylaşım ortamı" olarak kullanmıyoruz? Hiç değilse kendini başka yollarla geçindirebilenler tarafından bu yapı başlatılsa diyorum... Neden sattıklarımızın yanında küçük küçük kimi bestelerimizi de internet üzerinden telif istemeden dağıtmaya başlamayalım, üstelik karşı çıkacağımıza bunu çoğaltmaya da çalışmayalım?


Ne dersiniz?


Kimi yinelemeler de olacak galiba ama... Peki, daha açık anlatmaya çalışayım:

1) Sanat yapıtının üretilme amacı yaşamımızı, duyarlığımızı, şu anda dünyada bulunan ve gelecek olan başka benliklerle paylaşmaktır. Öteki üretimlerin ise gereksemeden fazlasının satılması temeldir. Yani başka başka nedenlerle üretilirler. Nefes aldığınızda bedeninizden çıkan nefesi toplayıp satmak gibi bir şeye nasıl kalkışmıyorsak sanat, bilim ve felsefe alanlarındaki ürünlerimizin de tüketim maddeleri gibi ekonominin parçası haline gelmeleri onların niteliklerini değiştirmekte, onları arz-talep doğrultusunda biçimlendirmektedir. Bu alandaki yozlaşmanın nedeni budur.

2) Kapitalist toplum, ihtiyaç duyulan her üründen "kâr" çıkarmaya çalışan, hareketini, yaşamasını "kâr"la sağlayan toplumdur. Temel yapısı, insanların, basitçe bakıldığında, ürettiklerinin gereksemelerinden fazlasını satarak başka gereksemelerini karşılamalarıdır. Üretimi "kâr" belirler. Toplumu yönlendirir, biçimlendirir, dahası oluşturur. Kültürümüz de bu çarkın içine girdiğinde buna göre şekillenir. Kendi gereksememiz devre dışı kalır ve satılabilecek şeyi üretmeye başlarız. Kültür yozlaşmasının, basitçe, temel nedeni budur. Önerdiğim direnme işte bu yapıya karşıdır.

3) Bundan önceki toplumlar Aristokratların yönettiği toplumlardı - "feodalizm" dediğimiz yapı... "Kâr" ölçütüne göre biçimlenmiyordu. İnsanlar kendilerini "kul" görüyorlardı. En üsttekiler, kırallar, sultanlar, çarlar, imparatorlar bile "Allahın kulu" idiler. Yaşamanın yolu, kendi üstündekilerden alınan sadaka mantığındaki mülkler, gelirlerdi. Dünyanın her yerinde böyledir. Ağalar, beyler kendi üstündekilerden bir tür "sadaka" alır, kendi altındakilere bir tür "sadaka" verirdi. Yani alıp verdiklerinin mantığı, "karşılık" yani "bedel" değildi. O yüzden de her "ast" kendini "üst"üne "muhtaç" duyumsardı. Sanat, bilim ve felsefe de ister istemez bu yapı içerisinde oluşuyor, biçimleniyordu. Sarayda ya da bey konaklarında oluşuyor ise... Zaman aktıkça insan, saraylar dışında "kul"dan "birey"e dönmeye yani özgürleşmeye başladı. İngiliz kıralı bile feodal beylerin baskısıyla 1215 yılında "Magna Carta Libertatum / Büyük Özgürlük Bildirgesi"nı imzalamak zorunda kaldı. Sosyal ortamda burjuva hareketinin ilk adımı budur ve kültüreldir. İlginçtir ki Aristokratlar tarafından oluşturulmuştur. Bundan sonra ortaya daha bağımsız, daha kişisel yapıtlar çıkmaya, felsefe ve bilim insanları daha bağımsız çalışmaya, efendilerine bir anlamda "başkaldırma"ya başladı. Müzik, kiliselerden ve camilerden dışarı çıktı, bireyin dünyasına ulaştı. Alain Corneau'nun "Dünyanın Bütün Sabahları" filmi bu dönemi çok güzel anlatır. 13.yy Anadolu devrimi (Hace Bektaş, Ahi Evren Hace Nasiru'd Din - Nasrettin Hoca, Sadrettin Konevi ve hemen arkalarından gelen Yunus Emre tarafından geliştirilmiş ve aktarılmış olan gerçek tasavvuf) 300 yıl kadar sonra da Avrupa'da Renaissance budur (bu arada söylemeliyim: bugün dincilerin bayrak yaptığı Mevlana, bir tasavvuf insanı değil, Anadolu Devrimi'ne karşı bir yalancı tasavvuf oluşturma çabasına girişmiş, batıdaki örneği olan papalığın yenileşmeye karşı savaşımını ve direncini 13 yy Anadolu'sunda oluşturmuş olan kişidir).

4) "Birey"le birlikte "satış" da başladı. Hemen birlikte yozlaşma da... İşte "arabesk"ten şikayetimiz varsa, savaşımımız bu yozlaşmaya karşı olmak durumundadır. "Kâr"dan da özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı temel tutup yeni bir yapı oluşturmak zorundayız. Bu yapının nasıl bir yapı olacağı bizim tarafımızdan bulunacaktır. Şimdi yapıtlarımızı "satma" ve bununla "geçinme"ye karşı durma gereğini biliyoruz. Çünkü özgürlüğümüzü kısıtlayan temel yapı budur.

5) Doğal ki geçinmemizin bir yolunu bulmalı, burnumuzdaki bu "ayıcı halkası"nı fırltaıp atmalıyız. Hem de bu yol bize "üst düzeyde" bir geçim sağlamalıdır. Bulacak olan yine "biz"iz. "Kâr" bağlamından bağımsız üretim ve paylaşım için, teknoloji bize 20 yy sonunda müthiş bir olanak vermiştir. İnternet olanağını kullanmak zorundayız. Dünyada bugün bile bir sürü insan yazılarını, kitaplarını internet yoluyla yazıyor, müziklerini internet yoluyla paylaşıyorlar. Sanat, Bilim ve Felsefe alanlarına yakışan da budur.

Bir itirafta bulunayım: Orhan Gencebay, geçen yıldı galiba, kendi meslek birliği adına tv'de konuşuyordu. Bütün çabalarına karşın, toplanması gereken telifin ancak %7 oranında toplanabildiğini söyledi. İçimden gelen duygu "beter olun!" duygusuydu!

Yok olacaklar!.. Bizim başaramadığımızı gelişen teknoloji yapıyor işte...

6) Çok yakın bir zamanda ne denli "profesyonel" olursa olsun, internet dışında paylaşım alanı kalmayacak. Ya uyum sağlayacağız, ya yok olacağız. O yüzden de doğru olan, direnmek yerine hızla uyum sağlamak değil midir?

Şimdi birkaç yanıt daha:

7) "Yozlaşma" yalnız bizim ülkemizde değildir. Bütün dünyada "Popüler bilim", "Felsefe yaptığını söyleyen bir sürü ukala", "Metal" filan gibi "popüler" alanlarının bütünü yozlaşma alanlarıdır. Bu alanlarda üretilen "meta", alanda kâr görülmediğinde bütünüyle çökecektir. Çok da hayırlı olacaktır. Dahası bu sürecin hızlanmasına yardım etmek durumundayız. Yapıtlarımızı "meta"laşmaktan kurtarmak, yozlaşmayı önlemek ve daha bağımsız olmak istiyorsak!..

8) "Fikri Mülkiyet Hakkı" sözcüklerinin ne ifade ettiğini gayet iyi bildiğimden emin olunuz!.. Benim için, o Arapça üç sözcüğün yan yana gelmesinden oluşan "Fikrî Mülkiyet Hakkı", paylaşmak üzere ürettiğim Felsefe, Bilim ve Sanat alanlarında yapıtlarımızın yozlaşma karşısında korunmasıdır. Filmimin kesilerek yayınlanmamasıdır. Müziğimin izinsiz olarak amacı dışında, sözgelimi tüketim reklamlarında kullanılmaması, besteci ya da yorumcunun yapıtının, burnundaki "geçim" adlı ayıcı halkasının çekiştirilerek, kullanılmaya razı edilememesi için korunmasıdır!.. Hem de öyle yasalarda yazdığı gibi yetmiş yıl falan değil, dünya durdukça!..

Ayrıca:

9) Buna "mülkiyet" adını vermek son derece yanlıştır. Bireysel "mülkiyet", kavramı bu sistemin ürünüdür. Aristokrat toplumlarda "mülkiyet" yalnızca tanrınındır. Hem de bizim "fikrî(!)" alanlarımızda bile... Kapadokya kiliselerinin hiç birinde duvar resimlerinde imza bulamazsınız. Üstelik çeşitli ressamların yapmış olmasına karşın, üslup olarak bile ayırmanız çok zordur. Çünkü onu yapan elin bilinci, kendisinin "tanrının eli" olduğu biçimindedir. Yazılan hiç bir yapıt imzalı değildir. Çünkü tanrı tarafından vahy edilmektedir. Yani vahiy ürünü olan yalnızca Kur'an değildir, bütün sanat, bilim ve felsefe ürünleri vahy edilirse var olur... Avrupa kültürü, Sokrates'ten bu yana gelen 1800 yıllık uykusundan henüz uyanmadan, şiirine ilk imzayı atan, sanatında mahlas kullanan, önce Ahmet Yesevi, sonra da Yunus Emre olmuştur. Yani kendi "birey"liklerinin önce Yesevi ve Yunus tarafından altı çizilmiştir. Hallac-ı Mansur gibi, Ömer Hayyam gibi, Farabi gibi, İbn Sina gibi adını doğrudan yazmadan "birey"liğini belirleyenler yaklaşık 10.yy'dan bu yana vardı. ama 12.yy'da Yesevi ve 13.yy'da Yunus adlarını "mahlas" olarak doğrudan yapıtlarının içine yerleştirmişlerdir.

Bireysel mülkiyet, Aristokrat toplumlarda yalnızca tanrınındır. Çünkü "birey" olan yalnızca O'dur. Günümüzde ise bireysel mülkiyet, toplumsal yapı tarafından kendi ölçütlerine göre dayatılmasıyla ortaya çıkmaktadır. Özgürlük, yapıtın üretilir üretilmez paylaşmanın yolunun bulunması, topluma mal edilmesiyle olanaklıdır. İnternet bunu sağlamaktadır. Tereddütsüz kullanmamız gerekir.

Hiç yorum yok: