2 Aralık 2007 Pazar

Sosyokültürel Yapılanmada Gülmece / Humor in the Socio-Cultural Development

Rotterdam'lı Desiderius Erasmus'un
"Deliliğe Övgü" kitabının ilk baskısına
Hans Holbein'ın derkenarı:
"Delilik konuşuyor"

SOSYOKÜLTÜREL YAPILANMADA GÜLMECE, KARİKATÜR VE İNSAN HAKLARI[1]

Ömer TUNCER

Doğuda olsun Batıda olsun, Renaissance’a değin soyluların egemenliğinde yaşayan insanoğlu, içinde yaşadığı kültürel yapıyı “mutlak hakikat” kavramı üzerine kurmuştur. Aristokrat sosyal sınıfın kültür ortamı, “statik”i, “duragan”ı, “değişmeyen”i, yani “mutlak hakikat”i arayan düşünsel bir yapıdır. Bu yapıya göre, “Mutlak hakikat” bizim dışımızda, bizden bağımsız olarak “var”dır. İnsanoğlu’na yalnızca onu bulmak kalır. Ama, “Mutlak hakikat”, insanoğlunun öyle tümüyle ulaşabileceği bir şey değildir. Aklı bunun için yeterli olmaz. “Mutlak hakikat” bütünüyle ancak yaratıcısı olan, yüce varlık tarafından bilinebilir. Yüce varlık, aynı zamanda “mutlak hakikat”in kendisidir de... “Mutlak hakikat”i kavramak, aynı zamanda “yüce yaratıcı”nın kendisini de kavramış olmak demektir.

Toplumsallaştıkça biçimlenen soylu (aristokrat) kültürel yapılanma, “ben”in yaşantısını paylaşmayı amaçlayan sanata izin veremezdi. Çünkü “yüce yaratıcı”dan başka “ben” olamazdı. Bu yüzden “doğal ben”in toplumsallaşması sürecinde resim, yontu, tragedya, mimarlık gibi sanatlar yalnızca “tanrısal ben”i, “yücelik”i konu alıyordu. İnsanoğlu doğallıktan uzaklaştıkça “doğal ben” olmaktan da uzaklaşıyor, “kul” kültürü oluşuyordu. Antik Ege kültüründe Sappho’nun lirik şiiri, insanın doğal gülme duygularını ortaya çıkaran komedya, aşağı bir kültürün ürünü sayılıyordu. Giderek “katharsis/arınma”yı (“doğal”lıktan arınıp “kul”a dönüşme) sağlayan ve insanı “yüce”lik karşısında “boyun eğme”ye yönelten tragedya yüceltilir oldu.

Ardından koca Ortaçağ geldi, “kul” kültürü, insanlığı büsbütün örttü.

İnsanca coşku, sevgi, mutluluk yok edildi; Ortaçağ, “doğal ben” için zorlamaların, yasaklamaların, cezalandırmaların; mutsuzluğun, coşkusuzluğun, asık suratlı insanların çağı oldu. Kul kültürü “ciddiyet”in kültürüydü.

“Kul”, istemese de “ciddi” olmak zorundaydı.

Ama inceden de aksa, “insan”ın oluş süreci önünde sonsuza değin dayanabilecek set yoktur. Sokrates idealizminden bu yana gelişmekte olan koca Ortaçağ yavaş yavaş sona eriyor, daha özgür olan Doğu’dan değişik sesler geliyordu:

“Onun sevgisi üzre ben Hakk’ım.”
Hallac-ı Mansur
(857-922)
“Vasiyet”
Tanrı’dan başka “ben” yoktu. Öyleyse Hallac da aradaki “ciddiyet”i kaldırır atar, yerine coşkuyu, sevgiyi koyar, tanrıyla birleşir, tanrılaşırdı... Böylece kulluktan kurtulur, “ben” olabilirdi...

Ardından Ömer Hayyam, kullarına içkiyi yasaklamış olan tanrıya Ortaçağın ciddiyet sislerinin dağılmaya başladığını, artık kendisinin o kullardan olmadığını haber veriyordu:

Mey kâsemi kırdın, yere vurdun Tanrım
Zevkimden edip sanki ne buldun Tanrım
Gül rengi şarâbım yere döktün tekmil
Zannım bu ki sen de sarhoş oldun Tanrım


Ömer Hayyam (12.yy)
(Çev: Orhan Veli Kanık)
Sonra Anadolu’lu sûfîler geldi. Hace Bektaş’lar, Yunus Emre’ler, Aşık Paşa’lar... “Var olan” tek “birey”in, tanrının benliğiyle birleşip tanrılaşan ama Hallaç’la aynı kaderi paylaşmaktan kurtulamayan Seyyid Nesimî’ler:

Nesîmi oldu Hakk ile Hakk yüzdükleri derisidir.

İnsanoğlunun artık bir “ben”liği vardı.

Önce Yunus, “ben”liğini gösterdi, Şiirine adını, imzasını ilk koyanlardan oldu.

Gülmece ile yoldan saptığını düşünenler insanı şaklabanlıkla suçladılar, alaya aldılar. Onlara göre “kul” olunmazsa “şaklaban” olunurdu, insan için başka bir yol yoktu. “Ben”lik sahibi olma isteği şaklabanlık demekti.

Mesnevi’de(II.Cilt) Mevlânâ(13.yy), “Babasının cenazesi önünde ağlayan çocuk ve Cuha(bir Arap şaklabanı)’nın hikâyesi”ni anlatıyor:

“Hey baba... Seni nereye götürüyorlar?.. Daracık bir eve gidiyorsun. İçinde ne kilim ne hasır var!.. Gece, lamba yok!.. Gündüz aş yok, ekmek yok!.. Ne dam var, ne eşik, ne komşu!..” deyince Cuha, “Vallahi onu bizim eve götürüyorlar” der. “Baksana bizim evi tarif ediyor!..”
Mevlânâ, “kul”luktan kurtulmakta olan Anadolu Sûfilerini küçümsemek ve belki de engel olmak için komik durumlara düşürmeye çalışır. Yine Mesnevi’de (V.Cilt):

Adamın biri diye anlatılır, evine yarım okka (bir okka 1283 gr.) et getirmiş. Ancak akşam yemeğinde eti göremeyince karısına sormuş. Karısı “kedi yedi” deyince de tutmuş kediyi tartmış. Kedi yarım okka gelince, “Bu, kediyse et nerde; etse kedi nerde?..” diye sormuş...
Öyküler bildik... Mevlânâ’nın yerin dibine batırmak için yazdığı şaklaban öykülerindeki “insan” inceliğiyle Nasreddin Hoca, kendi gibi ayakları yere basan Anadolulu tarafından yere göğe sığdırılmaz... Anadolu kültürünün içinde yoğrulur, günümüze değin taşınır. Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü başkanı Prof. Mikâil Bayram’ın “TARİHİN IŞIĞINDA NASREDDİN HOCA VE AHİ EVREN” adlı kitabına göre bu Anadolu’lu can, Hace Nasiru’d Din, Şeyh Nasiru’d Din Mahmud, yani Ahî Evren’dir.

Anadolu Sûfileri “esprit/gülmece”yi gerçek anlamında anladılar, önemsediler. Hace Nasiru’d Din’in kitaplarından “Letâif-i Gıyâsiyye” ve “Letâif-i Hikmet”in adlarındaki “Letâif” sözcüğü, “latifeler” demektir ve “incelikler” anlamına gelmektedir[2].

Şeriat kapısının insanı korkuyla terbiye etmeyi amaçlayan inançları bu incelikten yoksundu:

Sen, türlü yemişlerle, birçok şeylerle aldatılan çocuğa benzersin. (...)Huri, köşkler, ırmaklar, ağaçlar, yemişler ve cümle benzer nimetlerin tümü, düşte gerçekleşir, duyumlarda (hassada) değil.
“Varidat”
Şeyh Bedreddin (14.yy)
Korkutucu tanrı inancını ince ince eleştirenler oldu:

(...)Terazî korsun hevâset tartmağa
Kastedersin beni oda atmağa

Terazî âna gerek bakkaal ola
Yâ bezergân tâcir ü attâr ola

Çün günah murdârların murdârıdır
Hazretinde yâramazlar kârıdır
(...)
Sen basirsin hod bilirsin hâlimi
Pes ne hâcet tartasın a’mâlimi

Geçmedî mi intikaamın öldürüp
Çürütüp gözüme toprak doldurup(...)

Yunus (13.yy)

İnsanoğlu’nun “kul”dan “ben”e dönüşmesi ve tanrılaşması ona her alanda dünyaya egemen olma hakkı tanıdı. Oysa gücünün yetmediği pek çok alan vardı. “Ben”inde eksik bulduğu gücü aklıyla, zekâsıyla tamamlayacaktı:

(...)
Kıldan köprü yaptırmışsın gelsin kulum geçsin deyü
Hele biz şöyle duralım yiğit isen geç e Tanrı

Kaygusuz Abdal (14.yy)
Gülmece, insanın “insanlaşma süreci”nde ortaya çıkmıştır.

Anadolu’dan 100-150 yıl kadar sonra Avrupa’da insanoğlu, Renaissance’da ezik “kul” ciddiyetini terk etmiş “birey benliği”nin ürünü olan inceliğe, gülmeceye yönelmiştir.

İşte Montaigne(16.yy) işte hekimlik:

“Hekiminiz uykuyu, şarabı ve eti sizin için zararlı görüyorsa üzülmeyin; ben size onun gibi düşünmeyen bir başka hekim bulurum.”
İşte Erasmus(16.yy) işte delilik:

“Kadınların, burada söylediklerime kızacak kadar deli olduklarını sanmıyorum. Ben onların cinsindenim, ben Delilik’im. Onların deli olduklarını kanıtlamak, haklarında yapabileceğim en büyük övgü değil midir? Zira işin doğrusuna
bakılacak olursa, erkeklerden sonsuz derecede daha mutlu olmalarını bu deliliğe borçlu değil midirler? Her şeye yeğlemekte haklı oldukları şu büyüleri, en gururlu kıyıcıları kendilerine bağlamaya yarayan şu çekiciliklerini ilk önce delilikten almıyorlar mı?”
Üstelik Erasmus’un “Deliliğe Övgü” adlı kitabı, Hans Holbein’in esprili çizimleriyle, bir tür karikatürle doludur.

Resme “ben” inceliğini katan ilk sanatçılar olarak Hièronymus Bosch (15.yy sonu), Baba Bruegel (16.yy) ile oğullarını görüyoruz.

Bugünkü anlamda karikatürün doğuşu 19.yy’da gerçekleşti. 13.yy’da başlayan ve temelinde “ben” kavramı bulunan kültürel yapılanma süreci, Renaissance’ı, dinde yenileşmeleri oluşturmuş, siyasallaşmış, Burjuva devrimleriyle iktidara gelmişti.

Sosyoloji bilimi, gelişmeyi ve değişmeyi sağlayan “akış”ın, bütün doğayı olduğu gibi toplumları da etkilediği anlaşıldıktan sonra ortaya çıkmıştır. Bilimsel yöntemlerle bakınca, toplumsal gelişmenin, yeni kültürleri oluşturmaya çalışanlarla eski kültürleri taşıyanlar arasındaki çatışmayla ortaya çıktığını görülmüştür. Bu çatışmada, ayrıca, gülmecenin, toplumsal gücü (resmi ideoloji) elinde tutan eski kültürün taşıyıcılarına karşı savaşımda da, yeni kültürün oluşturulmasında da çok etkili olduğu anlaşılmaktadır.

Fransız Devrimiyle başlayan siyasal sürecin Dünya burjuva devrimini gerçekleştirip “ben” temelli kültürünü bütün dünyada siyasal iktidara taşımasından sonra, şaşırtıcı bir biçimde, “birey”in yeniden “kul”a dönüşme tehlikesi ortaya çıktı. Burjuva sınıfının elinde tuttuğu üretim aracı olan “sermaye”nin yönlendirmesiyle davranmak, istediği gibi tüketmek, istediği gibi üretmek, onun oluşturduğu dizgeye göre yaşamak gerekiyordu. Yani Burjuva sınıfı, kendisinin varlık nedeni olan “ben” kültürünü yok etme sürecini başlattı ve bireyin birey olma haklarını elinden alma savaşımına girişti. Sermaye güçlendikçe birey zayıflıyor ve insan olma hakları elinden alınıyordu.

“Ben” kültürünün siyasallaşması sonucunda Fransız Burjuva Devrimi ile ortaya çıkan İnsan Hakları’nın, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası, Birleşmiş Milletler tarafından korunmaya alınması da yeterli olmadı.

Karikatür, çağdaş anlamıyla, bu dönemin “insan”ının hakkını koruma savaşımında kullanılan başarılı bir “savaşım aracı-sanat” olarak, doğdu ve gelişti.

3. Binyılın sonlarına doğru insanlığın nasıl bir kültür içinde olacağını bugünden bilmek zor. Ama insanoğlu nereye doğru ilerlerse ilerlesin karikatür, geleceğin insanı için verilecek bütün savaşımlarda kullanılabilir bir araç, yaşanabilir bir sanat olacak görünüyor. “İnsan”ı geleceğin toplumlarına götürecek kapının açılmasında ve insanlığın bu kapıdan geçmesinde karikatürün görevi ve payı oldukça yüklüdür. Üstelik bu görev artarak sürecek gibi görünüyor.
___________________________
[1] Karikatür Vakfı’nın düzenlediği Karikatür Festili’nin “İnsan Hakları” konulu konferansına sunulmuş bildiridir ve aynı konudaki bildiriler kitabunda yayınlanmıştır.

[2] Dünya mizah tarihi, Mevlevilik, Katoliklik gibi sünnî/ortodoks inanç dizgelerinin aşağıladığı gülmecenin “kaba komiklik / şaklabanlık / cuha” anlamından sıyrılıp “incelik / lâtife” anlamında kullanılması ile başlar. Bunun oluşabilmesi için insanın “kul” olmaktan kurtulup “ben” olabilmesi gerekir.
=============================
The Role of Humor , Caricature and Human Rights in the Socio-Cultural Development

Ömer Tuncer

Translated by:
Ayla İmre Onart
Adnan Adam. Onart

Both in the East and the West, until the Renaissance, people who lived under the domination of the nobles, constructed a cultural structure within which they lived, accepting it as the “absolute truth.” The cultural environment of the aristocratic social class is based on a way of thinking that searches for the “static,” the “immutable,” that is, the “absolute truth.” According to his way of thinking, the “Absolute Truth” exists outside of us, independent of us. People are expected to simply discover it. Reason is not sufficient to achieve this. The “Absolute Truth” can only be known to its creator, to the sublime being. The sublime being is also the “Absolute Truth.” To understand the “Absolute Truth” means also to understand its sublime creator.

The cultural formation of the class of the nobles (of the aristocrats) as it gained social structure, could not leave alone the arts that aim to share the experience of the individual “I,” because there couldn’t be any “I” but the “I” of the sublime being. For that reason, in the socialization process of the “natural I,” artistic endeavors such painting, sculpture, tragedy, architecture could only cover the “divine I” or the “sublime.” The human beings, as they distanced themselves from the nature, they distanced themselves also from being a “natural I,” and creating a culture of “creature.” People were belittling the cultural accomplishments of Antic Aegean culture such as the lyrical poems of Sappho or the comedy that makes us laugh. In time, the tragedy that produces the catharsis/purification (purification from nature in order to become the creature) and pushes man to submit to the sublime has started to gain esteem.

Then came the gigantic Middle Age and the “Servant Culture” became even more dominant.

Humane emotions, love and happiness were destroyed. The Middle Age became the age of coercing the “Natural I,” the age of prohibitions, punishments, unhappiness, apathy, soberness. “Servility” was also the culture of dourness.

“Servants,” whether they liked it or not, were forced to become dour and dull.

No obstacle can forever stop the flow of the “human” process – even a feeble one. The Middle Ages had been evolving ever since the Socratic Idealism’s demise and at that time the voices emanating from the East which had been enjoying more freedoms were diverse and rich.

“I am the Truth rooting in His love.”
Hallac-I Mansur (857-922)
“The Will”

There was no “I” but the divine I. That means Hallac was getting rid of the “dour” and replacing it with passion and love, thus becoming one with the divine and becoming divine.

After Hallac, Omar Khayyam announced to the prohibitionist God that the seriousness of the Middle Ages were dissipating and that he was not one of His serious creatures:

You broke my glass; you threw it to the ground, my God
You spoilt mypleasure, to what end, my God,
You spilled and wasted my rose colored wine
I think you were the drunk one, my God

Omar Khayyam
(12th Century)

Then came the Anatolian Sufis: Hacı Bektaş, Yunus Emre, Aşık Paşa and the others… Seyyid Nesimi who shared the destiny of the Hallac when he merged into the divine to become divine:

Nesimi became the Truth with the Truth
What they flay is just his skin
Man now had an “I.”
First Yunus expressed his “I;” he was the first bard to put his name in his poems.

Those who were considering the humor to be a heresy accused the “man” to be a buffoon and made fun of him. According to them, one had to be either a “creature” or a “buffoon.” There was no middle ground. Claiming an “I” meant the desire to become a “buffoon.”

Rumi (13th century) in his Methnevi (2nd volume) tells the story of a child crying at the funeral of his father and Cuha (a buffoon from Arabia):

“O my father… Where are they taking you? They are taking you to a small house without carpet, without rug. A house where there is no light during the evening, nothing to eat, not even bread during the day. Hearing these words, Cuha says: They must be taking the decease to our place. The kid has been describing our house."
Rumi makes fun of Anatolian Sufis who are in the process of emancipating from being the “creature” and maybe attempts to stop this process. Again in Methnevi (volume V.), we can read:

The husband brings home a pound of meat. But when he does not see any meat in his dinner dish, he asks his wife. The wife replies: The cat ate it. The husband weighs the cat and he observes that the cat weighs just a pound. He asks, if this is the cat where is the meat and if this is meat, where is the cat.
The stories were familiar. Nasreddin Hoca, whom Rumi tries to disgrace, was much loved by the Anatolian people who shared his down-to-earthliness. This tradition melted into the Anatolian culture and reached to our era. Prof. Mikail Bayram, the head of History Department of the Selçuk University, in his book “ Nasreddin Hoca and Ahi Evren from the Perspective of History” observes that this Anatolian figure, Hace Nasiru’d Din, is in reality Şeyh Nasiru’d Din Mahmud, that is Ahi Evren.

The Anatolian Sufis understood really the point of the humor and appreciated it. The books of Hace Nasiru’d Din “Letaif-i Giyasiyye” and “Letaf-i Hikmet” the word “letaif” to mean “joke” and “finesse.”

Sharia on the other hand, who tried to discipline men with fear, did not include anything similar to the ‘finesse’.

You are similar to a child manipulated with the promise of fruits and such things. Angels, palaces, trees, fruits and similar goods exist only in the dreams, not in the senses.
“Varidat” – Şeyh Bedreddın (14th century)

In the mean time, there were those who criticized a God who used fear as his tool to discipline his creatures.

(...)You set a scale to weigh deeds, for your aim
Is to hurl me into Hell’s crackling flame.
A scale is suitable for a grocer,
For a small merchant or a jeweler.
Sin, though, is a vilest, filthiest vice,
The profit of those unworthy of Grace.
You can see everything, you know me-fine;
Then, why must you weigh all these deeds of mine?
Do you still seek revenge though you killed me,
Since I rotted, since darkest soil filled me.(...)
Yunus (13th Century)
Translated by: Talât Halman
The transformation of man from creature to an “I” and to divine gave him a dominant status in all areas. But there were areas beyond his reach.

Wherever he felt short of his goal, he attempted to compensate by using his intelligence:

(…)
You built a bridge from a hair for your creatures to pass
Why don’t you give a try first, our God, the fearless

Kaygusuz Abdal (14th century)
Humor took shape within the process of humanization.

After 100 – 150 years in Europe, during the Renaissance, man leaving behind the serious and bruised “creature/servant” status, moved toward the finesse and the humor that are the product of the emergence of the “individual I.”

Listen to Montaigne (16th century) commenting on medicine:

If your doctor is against sleep, vine and meat, don’t worry I’ll find you another one who would be in favor of these.
Listen to Erasmus (16th century) commenting on folly:

I don’t believe, women are fool enough to be upset with things I write here. I am of their kind, I am the Folly. Isn’t it the highest compliment to women, to prove their folly? After all don’t they owe the fact that that they much more happy than men to their folly? Don’t you think they owe their charm they prefer to anything else and their appeal to the most proud men to the folly?
Moreover Erasmus’ “Praise of Folly” is full of humoristic gravures, some kind of caricatures.

I count among the painters who brought the finesse of “I” to the painting, Hieronymus Bosch (15th century), Bruegel, the father (16th century) and his sons.

The advent of the caricature (cartoon) as we know today happened during the19th century. The cultural formation that had started at 13th century and was based on the concept of the “I”, had created Renaissance, reformation in the religion, underwent a politization and brought to power the bourgeoisie.

Sociology as a science comes into being after our understanding that the process that brings the evolution and the change to the nature is also in the works for the social domain. When the scientific methods are used, it becomes clear that social development happens through the conflict between the ones who work to create a new culture and the ones who attempt to conserve the old culture.

But something very curious happened: after the political process that started with the French Revolution established the culture of “I” in the whole world, the individual risked again to become a “creature/servant” (a subject). What was required now was, to live, to consume, to produce according to the system created by the bourgeoisie who was holding the means of production in its hands. That means the bourgeoisie started to destroy its very reason of existence, and waged the war of taking-away-the-rights of the individual to be an individual. As the capital was getting stronger, the individual was getting weaker and its rights were more and more taken away.

Human rights that had emerged as a result of politization of the culture with French revolution could not be protected after the Second War despite the efforts of the United Nations.

Caricature (or cartoons) in its contemporary meaning became and evolved to be an effective artistic weapon during this period for protecting the human rights.

At the turn of this millennium, it is difficult to predict what type of culture we are going to be in. But whichever direction the human race is going to take, caricature is going to be a weapon in the hands of the humanity of the future to protect its rights. In paving the path that will take the humanity to the societies of the future, caricature will have an important role. Moreover this role seems to be growing every day.

Hiç yorum yok: