8 Aralık 2007 Cumartesi

Ahi Evren'in bir Kitabı Türkçe'de: “TABSİRA"




YAZIYOR!.. YAZIYOR!..
AHİLER PİRİ, DEBBAĞLAR SULTANI
AHİ EVREN ŞEYH NASİRU’D-DİN MAHMUD,
13. YY’DAN YAZIYOR:

“TABSİRATÜ'L-MÜBTEDİ VE TEZKİRETÜ'L-MÜNTEHİ”[*]


Ömer Tuncer
Tasavvufî Düşüncenin Esasları(Ahî Evren)
Doç. Dr. Mikail Bayram
Türkiye Diyanet Vakfı Yayını
Yayın no:165 / Oku Düşün Serisi:28
Kültür Hazinemiz Dizisi:2
ANKARA 1995


En sonunda oldu... Sayın Mikail Bayram, yıllarını verdiği, Ahilik, Ahi Evren, dönemi ve çevresi konularında yıllar yılı yaptığı araştırmalarının ve pek çok saygıdeğer buluşunun sonunda Ahi Evren’in özgün bir kitabını Türkçe’ye kazandırdı ve Diyanet İşleri Başkanlığı da kitabı bastı...

Sayın Mikail Bayram, son on-onbeş yılda yaptığı çalışmalarla Ahî Evren’in yalnızca söylencesel değil, gerçek bir kişi olduğunu, Anadolu’da tasavvufun yeni yeni oluştuğu 13.yy’da dinsel, düşünsel ve politik pek çok şeyin en başında, kaynağında olabileceğini ortaya çıkardı.

Bir tarihçi olarak Sn. Bayram, üzerine düşeni yapmıştır. O kendi alanında daha bu konuda ortaya çıkarılabilecek neler olduğunu araştırmasını kendi bilimsel disiplini doğrultusunda sürdürecek ve öteki disiplinleri de ilgilendirecek kim bilir ne ilgi çekici yeni bilgiler ortaya çıkaracaktır. Ama şu anda, Ali Esat Bozyiğit’in hazırlayıp Kültür Bakanlığı’nın bastığı Ahilik Bibliyografyasında adları bulunan pek çok kitap ve yazının üzerine Sn. Bayram’ın araştırmaları ve Ahî Evren’in adı saptanmış ve çoğunun metni bulunmuş 20 kadar kitabından ilki Türkçe olarak elimizdedir.

Şimdi top, Sosyologlarımızda, Kültür, Bilim ve Din Tarihçilerimizde...

13.yy’ın bu oluşumu ilgili bilim dalları tarafından yeniden incelenmelidir.

Ahîlik, Aristokrasiye karşı kaba bir “isyan” değildir.

Öncelikle Ahîler, Aristokratlar gibi kendilerini Tanrının yer yüzündeki temsilcisi ve vekili saymamaktadır. Tanrı mülkünü yönetmek gibi bir istekleri yoktur. Ellerinde büyük topraklar değil, “örs”, “çekiç” vb araç gereç vardır. Ve bu “mülk”ü, bir insan grubu, dünyada ilk kez, tanrının değil, kendilerinin saymaktadır. “Sermaye” oluşmaktadır.

Büyük Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra tanrının yeni vekili olarak gelen Moğollara karşı, yine ilk kez, bir başkasını “tanrı vekili” saydıklarından değil, ama olası ki “vatan”larını koruma adına direnir, can verirler. Bu uğurda çok yakın dinsel düşüncelere sahip olmalarına karşın Mevlevilerle yıllarca savaşırlar. Bu, öyle kıran kırana bir savaştır ki, Şems’i Tebrizi, Ahî Evren’in emriyle Ahîler tarafından, Ahi Evren ise Mevleviler tarafından öldürülür.

Dünyada Tanrı vekili sıfatı olmadan kurulan ilk iki devlet onların oluşturduğu “Ankara Devleti” ve “Osmanlı Devleti”dir.

Ahîlerin "mülkiyet" konusundaki görüşlerini de Ahi Evren'in, "Ağaz ül Encam"ından (vasiyetname niteliğinde yazı) öğrenebiliyoruz. İlginç olan bu yazının, miras hakkını savunabilmesi ve sultanın ölenin mallarına el koymasını kınayabilmesidir. Miras, "kişisel mülkiyet hakkı" demektir. Oysa "kişi mülkiyeti", daha önceki aristokrat kültürde yer almayan bir kavramdır.

Bütün bu tutamaklar, bize dünyada yeni bir sosyal sınıfın doğma ve siyasal birlik oluşturma çabasını göstermektedir.

İngiltere, 13. yy’da yine aristokratlar arasında imzalanmış “Magna Carta Libertatum / Büyük Özgürlük Beratı” ve daha sonra kurduğu meclisleriyle, siyasal anlamda birey’in “tanrıdan özgürleşmesi” ve “kişi”leşmesi adına bazı adımlar atmıştır.

Anadolu’da yaşanan Ahîlik hareketi, “vatan”, “kişisel mülk”, “siyasal birlik” kavramlarıyla anlatılabilecek atılımları aynı yüzyılda yapmıştır.

Bu adımlar bugünkü burjuva devletlerini, Renaissance, Dinde Reform hareketleri ve günümüzde de Liberalizmi oluşturacak olan hareketlerin öncüleridir.


Bir yönetim boşluğu sırasında, 1265 yılında Ahîlerin ele geçirdiği sanılan Ankara, dünyanın ilk “Burjuva Devleti” sayılmalıdır. Osmanlı Devleti ise, o günkü anlamda “siyasi”lere kurdurulan bir devlet olmuş, Ankara Devleti de 1350’de Osmanlılara katılmıştır.

Ancak o günün siyasileri olan Osmanlı hanedanı, kuruluşundaki Ahî desteğini zaman içinde unutur ve özellikle II.Mehmet’e “Sultan” adını yeniden vererek onu tanrının vekili sayar ve aristokrasiye yeniden döner. Bu özelliği Yavuz Sultan Selim, halifeliği getirerek pekiştirir. Böylece dünyanın ilk Burjuva Devrimi geri dönmüş olur.

Ahî Evren’in, bir bölümü çeviri olan 20 kitabından 16-17 kadarının yerlerinı Sn. Mikail Bayram saptamış ve daha önceki kitaplarında bulunmasına karşın, bir kez daha TASAVVUFİ DÜŞÜNCENİN ESASLARI(AHİ EVREN) adını verdiği kitabının başındaki incelemede bilim dünyasının dikkatine sunmuştur. Umuyorum ki Sn. Bayram, Farsçadan yaptığı bu çevirilerini sürdürecektir. Ancak bu tür metinler, çeşitli dünya görüşüne sahip çeşitli bilim adamlarınca çevrilmeli, ayrı ayrı önemsedikleri noktalar dikkatlere sunulabilmelidir.
Ben, bu yazıda Tabsira (kitabın kısa adı budur) çevirisini okuyunca dikkatimi çeken ve kimisine Sn. Bayram’ın da dikkat çektiği birkaç noktadan söz açmak istiyorum.

“TABSİRATÜ'L-MÜBTEDİ VE TEZKİRETÜ'L-MÜNTEHİ”

Önce, Sn. Mikail Bayram’dan alıntı yaparak son derece önemli bir noktaya değinmek istiyorum:

“Tasavvufun ruhunda dünyaya karşı bir isteksizlik ve dünya meşgalelerinden uzak durma vardır. Bunun tabii sonucu olarak başkalarının sırtından geçinme yoluna sapmalar olmuştur.(...)

Ahîlik cömertlik mesleği olması itibariyle bir yönüyle de elinin emeği ile geçinme ve başkasına yedirme ülküsüdür. Ahi Evren’in şeyhi Evhadü’d-Din’in (...) dilenciliği asla tasvib etmediği menakibnamesinde belirtilmektedir.”
Mevlevilerin de içinde bulunduğu pek çok tasavvuf düşüncesi, bu dünyadan büsbütün uzaklaşmak, en az gerekseme ile yaşamak ve kendini gerçek olan öteki dünyaya hazırlamak gerektiği doğrultusunda görüş oluşturmuştur. Oysa Ahîlik, bu dünyayı da dışta bırakmayan bir düşünce çizgisi geliştirmektedir. Gerçi Tabsira’da zaman zaman her iki bakışa da yer verildiği ve her iki bakışın da dışlanmadığı görülebilmektedir.

Kimi zaman maddi dünyanın yalnızca bir görünüş olduğunu söyler:

Dünyadan sakınınız çünkü o Harut ve Marut adlı meleklerin
sihrinden ibarettir. (S:176)
Dahası, “beden” denilen madde’nin istekleri nedeniyle maddeler dünyasına bağlanmaktan Allah’ın korumasına sığınır:

Allah seni bu gurur ülkesi olan dünyaya meyletmekten korusun. Bil ki, insanoğlu bu beden denilen cismani şekle bağlandıkça ona öyle haller arız olur ki dünya adı verilen geçici zevklere ve maddi alemin kurallarına bağlı kalır. (S:181)

Ama kimi zaman da ruhlar dünyası olan Ahiretin yasalarının madde dünyasında oluştuğunu:

Ahiretin kanunları dünyadan çıkar. Dünya Ahiretin anasıdır. (S:176)

Gelecek için bugünden vazgeçmenin anlamsız olduğunu, gelecekteki ahireti elde etmek için dünyadan yararlanmak gerektiğini, Sonra pişmanlığın hiç bir işe yaramayacağını anlatır:

Fakirlik çatmadan servetinden, hastalanmadan önce sağlığından, ihtiyarlamadan önce gençliğinden, kısacası Ahiretin için dünyadan yararlan. Sakın ha, keşke ihmal etmeseydim durumuna düşmeyesin. Nitekim cehennemdekilerin feryatlarının çoğu keşke ihmal etmeseydim, keşke ihmal etmeseydim..'dir. (S:203)
Ahî Evren Şeyh Nasiru’d-Din Mahmud’un ancak 20 yy’da çağdaş bir insanın gelebileceği düşünsel sınırları kimi zaman yakalayabildiği anlaşılıyor. Sözgelimi “doğruluk” denilen şeyin herkese “göre” başka başka olabileceğini söyleyebiliyor:

Eğer his, dünyasının örtüsünden uzaklaştırılırsa ne olduğun ortaya çıkar. Ateş perest isen Cehennemi, mümin isen Cenneti bulursun.

(...)Kıyamet günü insanlar niyetlerindeki gibi haşrolunacaklardır. (S:191)
Ölümden sonraki gerçek dünya, herkesin kendi doğruları doğrultusunda gerçekleşir.

İnsan düşüncesinin, kişiden bağımsız bir doğrunun olmadığı yolundaki “görelilik” kavramına doğru yönelmeye başladığını da göstermektedir. Kaldı ki dinlerdeki “kıyamet” kavramı da Şeyh Nasiru’d-Din Mahmud’a göre, insanına göre birkaç anlamı ifade eden bir kavramdır:

Kıyamet sözü, gönlü aydın kişilerce birkaç anlamı ifade eden ortak bir kavramdır. Belli bir güne Kıyamet denir ki, buna "büyük Kıyamet" adı verilir. Tabii ölüme de kıyamet denir ki, bu ölüme "küçük kiyamet" adı verilir. "ölen kişinin Kıyametı kopmuş olur".(...) Ermiş kişinin vuslat haline de Kıyamet denir. Bu vuslat halinde iki alem, birlik nuru ile bakan arif kişinin gözünde yok olur. (S:195)
“Görelilik” kavramı, gelecekte insanı “kul” olmaktan kurtarıp kendi başına “birey” olma yoluna doğru yönlendirecek olan kavramdır. Ahi Evren’de henuz tam tamına açık olmasa bile gelecek, insanoğlunun birer “birey” olarak “kişi”leşmesi ile oluşacak ve gelişecektir.

Aristokrasinin “kul” ekini yerine yavaş yavaş burjuvazinin “birey” ekini oluşmakta ve gelişmektedir.

Ancak bu düşünceler tehlikeli düşüncelerdir. Hem okuyup dinleyeceklerin “dinden çıkması” tehlikesi vardır, hem de yanlış anlaşılma sonucunda söyleyenin başına istemediği işler gelebilir. Ama asıl, yanlış anlamalarla yanlış yönlenmeler ortaya çıkabilir.

Şeyh Nasiru’d-Din Mahmud’da her şey öyle açık seçik söylenemez.

Şayet gönül gözü, marifet nuru ile bakacak olursa, bu hususlar akıl ölçülerinden daha iyi aydınlanır. Fakat bu konuda daha fazla bir şey yazıp söyleyemem. Çünkü bunun açıklanması tehlikeli bir durum ve büyük bir makamdır. Gayb cihetinden: "Rablerin Rabbi bunu açıklamış da sana ne oluyor açıklamaya kalkıyorsun?" dendi. (S:144)

Bu büyük sırların açıklanması, irade yularının elden çıkmasına neden olabilir:
Bu makamda çok büyük sırlar var. Duyurulmasında halka zararı faydasından çoktur.(...) Zira korkarım ki irade yuları elden çıkıp...(S:151)

Dahası, düşünülen sırların açıklanması, düşünen insan için tehlikelidir de:

Nice ilim cevherleri var ki, onu ortaya saçarsam, bana sen putperestsin diyeceklerdir.

Müslümanlar kanımın dökülmesini mübah sayacak ve en kötü şeyleri reva göreceklerdir.

Cahiller görüp de fitne çıkarmasınlar diye ilmimin incilerini gizliyorum. (S:161)

Gizliliğin gerekliliği, 15. yy’da yaşamış bir başka mutasavvıf’in Said Emre’nin dizelerinde de görebiliyoruz:

Said sen sırrını cahile dime
Ne bilür sözüni dağdağı hayvan
[1]

Yine gizliligin gerekliliği, Ahi Evren’den yaklaşık 1800 yıl önce yine Anadolu’lu bir filozof, Ephesos’lu Herakleitos tarafından da savunulmakta, dahası uygulanmaktadır.

Herakleitos’dan tasavvuf düşüncesine alınan yalnızca gizlilik değildir.

(...)En büyük ruh (Mikail) bunların başıdır. En yüce makamda bundan daha üstün bir ruh yoktur. Ona bir deyişle(...) "en yüce kalem (kalem-i ala)" diğer bir deyişle de "ilk akıl (akl-ı evvel)" denir ki, Allah ilk önce aklı yarattı(...) Ve buyurdu ki izzet ve celalin hakkı için senden daha şerefli bir varlık yaratmadım. (S:154)

Herakleitos’ta da böyle bir “İlk Akıl” vardır. Herşeyi, bütün evreni saran bir akıl: “Logos”.

Bizi çevreleyen (evren) logos’lu ve us’ludur. Bu tanrısal logos’u (...) solukla içimize çekerek akıllı oluyoruz.[2]

Bu “logos” daha sonra Ephesos’da yazılmış olan Yuhanna İncili’ni ilk ayetlerinde de yer alacak ve tek tanrılı dinlere tanrıyle birlikte “ilk var olan” özellikleriyle girecektir:

1Önce Logos vardı, ve Logos Tanrı ile birlikte idi, ve Logos Tanrı idi. 2O, başlangıçta Tanrı ile birlikte idi. 3Herşey onunla oldu, onsuz hiçbir şey olmadı.4Yaşam onda idi ve yaşam insanların ışığı idi.[3]

İşte bu Logos, daha sonra Hıristiyanlıktaki “Kutsal Ruh” kavramını biçimlendirecek, Anadolu’da tasavvuf düşüncesinin temelini oluşturacaktır. Herakleitos’un Logos’unda bütün zıtlar birliğe ulaşır. Tasavvufta da öyle:

Varlık yokluk birdürür hem işk sevi birdürür
Dünya ahret birdürür ışk-ı enâm içinde
[4]

SAİD EMRE


Antik Anadolu’nun tanrıları, tek tanrılı dinlerin o yüceler yücesi “tek Allah”ına benzemiyordu.
Tanrılar, insanın ya da doğanın kimi özelliklerini simgeliyordu. Sözgelimi baştanrı Zeus, yıldırım salıcıydı, Gaia, Toprak Ana’ydı, Kybele bütün anaları ve analık duygusunu simgeliyordu, Apollon akıl, Artemis, saflık, temizlik, genç kızlık, Aphrodite cinsel ilişki, Eros sevi anlamına geliyordu.

Daha sonra tek tanrılı dinlerde tanrının bu özelliğini yitirdiğini, insanın kimi yanlarını kişileştirme işini yazın sanatının üstlendiğini, özellikle 19 yy’da Dostoyevski ile bunun çok belirginleştiğini görüyoruz.

Ancak Antik Anadolu’dan Bizans’dan geçerek gelen etkiler, Ahi Evren’in, dolayısıyla tasavvufun bu ekinden aldıklarının küçümsenemeyeceğini gösteriyor.
(...)En büyük ruh (Mikail) bunların başıdır.(...) Ona bir deyişle(...) "en yüce kalem (kalem-i ala)" diğer bir deyişle de "ilk akıl (akl-ı evvel)" denir ki, Allah ilk önce aklı yarattı(...)(S:154)

(...)Daha doğrusu herbir şey için bir melek görevlidir. Nitekim peygamber'in sözlerinde "Herşeyin bir meleği vardır" diye geçmektedir(...) Nitekim hadiste de "dağların meleği", "rüzgar meleği", "şimşek ve yıldırım meleği"nden bahsedilmiştir. (S:155)
Şimdi de gelelim Ahî Evren Şeyh Nasiru’d-Din Mahmud’da, gününün sosyolojik yapısına uygun olarak neler bulunabileceğine...

Öncelikle Tabsira’dan değil ama bir başka kitabından, “Letaif-i Hikmet”den yaptığı bir alıntıyla Sn. Mikail Bayram, esnafın gerekliliğini Ahi Evren’in nasıl gördüğünden sözediyor:

Allah insanı medeni tabiatlı yaratmıştır. Bunun manası şudur, Allah insanları yemek, içmek, giymek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, demircilik, marangozluk da bir takım alet ve edevatla yapılabileceği için bu alet ve edevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün sanat kollarının yaşatılmasi gerekir. O halde toplumun bir kesiminin sanatlara yönlendirilmesi ve her birinin belli bir sanatla meşgul olması gerekir ki, toplumun ihtiyaçları görülebilsin. (S:38-39)
Aristokrat bir toplumsal yapı içinde yaşamasına karşın, Burjuvazinin gerekliliğinden sözeden bir 13. yy aydını... Bilindiği gibi Marxçı yaklaşıma göre her sosyal sınıf, gereksemeleri doğrultusunda kendi içinden kendi zıddını oluşturmak zorundadır.

(...)İnsanlardan ise, bazen nikahlanmak, bazen ücretle çalıştırmak ve diğer bazı işlerde yararlanılır.(S:182)
Hele hele Burjuva sınıfının insanların emeğini ücret ödeyerek satın almasının gerektiği...

Oysa Aristokrasi, Anadolu’da uzantıları günümüze değin gelmiş “ağalık” düzenlerinde bile emeği para vererek satın almaz. Emek, köleler tarafından ona sunulmuş bir ayrıcalıktır. O yalnızca emeğini kendisine veren insanlara, kendi ürettiklerinden “yaşayabileceği kadar” ürünü “bırakır”.

Ağaz u Encam’ında insanlar için istediği “miras hakkı” yani mülkiyeti savunuyor olması, esnaf’ı örgütleyen ilk insan olması, “vatan” için savaşan bir topluluğun önderliğini yapması, siyasal anlamda Aristokrasinin savunuculuğunu yapan Mevlevilere karşı yaşamı boyunca savaşım içinde bulunması, “kul” kavramı karşısında insanı “birey” olarak da görmeye başlaması... Onun açtığı yoldan giden Ahîlerin kendi siyasi görüşleri doğrultusunda iki ayrı devlet kurmuş olmaları...

İşte Ahî Evren’i ve Ahîlik örgütünü günümüzde önemli kılan tutamaklar bunlardır.

Sn. Mikail Bayram’a göre Ahî Evren Şeyh Nasiru’d-Din Mahmud, melamilik inancı doğrultusunda kitaplarının hiç birinde adından söz etmemiştir. Tabsira’da, adından değil ama, kendinden söz etmektedir:

Şiddetli zorlanmalar, irade yularını elimden alıyor. "Allah
işinde hükümrandır."(Yusuf Suresi,12/21) Yani kulları üzerinde hüküm vardır. Şu anda hatırımda olmayan şeyler dahi yazılabilir. Onun için açıklamakta olduğum konuya döneyim. Dayanağım hayat sahibi kayyum olan Allah'tır.(S:159)

Takdir sürekli olarak irade yularını elimden alıyor. "allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz."(İnsan Suresi,77/30) gene açıklamakta olduğum Allah'ın fiilleri konusunun geri kalan kısmına dönüyorum. (S:161)
Birbirine bunca yakın sayfalarda “irade yularının elinden kaçtığını”, buna neden olan şeyin “şiddetli zorlanmalar” ve “takdir” olduğunu açıklaması, yazıların ardında gerçekten alçakgönüllü bir “insan” olduğunu gösteriyor.
Sanki acelesi var, bir daha yazma fırsatını ele geçiremeyecekmiş gibi…

Bir yandan yazarken, bir yandan da yazmayı isteyeceği şeylerin dışına çıkmaktan, istemini denetleyememekten korkuyor.

Ahi Evren’in 13. yy’dan bugüne, düşünceleri doğrultusunda kurulmuş 20.yy toplumuna seslenmesini sağlayan Mikail Bayram’a okuyucular olarak ne denli sağol desek yeterli olacağını sanmıyorum. Hem Bayram’ın hem de 13. yy Farsçasını okuyabilen bütün bilim adamlarının konuya ilgi göstereceklerini umuyorum. Kısa zamanda Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’un bütün kitaplarını bugünün Türkçesi ile okuyabileceğimizi ummak istiyorum.
____________________________

[*] Bilim ve Ütopya’nın Aralık 1995, 18. sayısı, 38. sayfada yayınlanmıştır.
[1] Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf / Remzi Kitabevi Ist.1961 / S:283
[2] Walther Kranz, Antik Felsefe / Ist.Üniv.Ed.Fk.Yayını / 2.Bsm.Ist.1976 / S:48-55
[3] Kitab-ı Mukaddes / Yeni Ahit / S:92[4]Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf / Remzi Kitabevi Ist.1961 / S:172

Hiç yorum yok: