8 Aralık 2007 Cumartesi

Ahi Evren'in bir Kitabı Türkçe'de: “TABSİRA"




YAZIYOR!.. YAZIYOR!..
AHİLER PİRİ, DEBBAĞLAR SULTANI
AHİ EVREN ŞEYH NASİRU’D-DİN MAHMUD,
13. YY’DAN YAZIYOR:

“TABSİRATÜ'L-MÜBTEDİ VE TEZKİRETÜ'L-MÜNTEHİ”[*]


Ömer Tuncer
Tasavvufî Düşüncenin Esasları(Ahî Evren)
Doç. Dr. Mikail Bayram
Türkiye Diyanet Vakfı Yayını
Yayın no:165 / Oku Düşün Serisi:28
Kültür Hazinemiz Dizisi:2
ANKARA 1995


En sonunda oldu... Sayın Mikail Bayram, yıllarını verdiği, Ahilik, Ahi Evren, dönemi ve çevresi konularında yıllar yılı yaptığı araştırmalarının ve pek çok saygıdeğer buluşunun sonunda Ahi Evren’in özgün bir kitabını Türkçe’ye kazandırdı ve Diyanet İşleri Başkanlığı da kitabı bastı...

Sayın Mikail Bayram, son on-onbeş yılda yaptığı çalışmalarla Ahî Evren’in yalnızca söylencesel değil, gerçek bir kişi olduğunu, Anadolu’da tasavvufun yeni yeni oluştuğu 13.yy’da dinsel, düşünsel ve politik pek çok şeyin en başında, kaynağında olabileceğini ortaya çıkardı.

Bir tarihçi olarak Sn. Bayram, üzerine düşeni yapmıştır. O kendi alanında daha bu konuda ortaya çıkarılabilecek neler olduğunu araştırmasını kendi bilimsel disiplini doğrultusunda sürdürecek ve öteki disiplinleri de ilgilendirecek kim bilir ne ilgi çekici yeni bilgiler ortaya çıkaracaktır. Ama şu anda, Ali Esat Bozyiğit’in hazırlayıp Kültür Bakanlığı’nın bastığı Ahilik Bibliyografyasında adları bulunan pek çok kitap ve yazının üzerine Sn. Bayram’ın araştırmaları ve Ahî Evren’in adı saptanmış ve çoğunun metni bulunmuş 20 kadar kitabından ilki Türkçe olarak elimizdedir.

Şimdi top, Sosyologlarımızda, Kültür, Bilim ve Din Tarihçilerimizde...

13.yy’ın bu oluşumu ilgili bilim dalları tarafından yeniden incelenmelidir.

Ahîlik, Aristokrasiye karşı kaba bir “isyan” değildir.

Öncelikle Ahîler, Aristokratlar gibi kendilerini Tanrının yer yüzündeki temsilcisi ve vekili saymamaktadır. Tanrı mülkünü yönetmek gibi bir istekleri yoktur. Ellerinde büyük topraklar değil, “örs”, “çekiç” vb araç gereç vardır. Ve bu “mülk”ü, bir insan grubu, dünyada ilk kez, tanrının değil, kendilerinin saymaktadır. “Sermaye” oluşmaktadır.

Büyük Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra tanrının yeni vekili olarak gelen Moğollara karşı, yine ilk kez, bir başkasını “tanrı vekili” saydıklarından değil, ama olası ki “vatan”larını koruma adına direnir, can verirler. Bu uğurda çok yakın dinsel düşüncelere sahip olmalarına karşın Mevlevilerle yıllarca savaşırlar. Bu, öyle kıran kırana bir savaştır ki, Şems’i Tebrizi, Ahî Evren’in emriyle Ahîler tarafından, Ahi Evren ise Mevleviler tarafından öldürülür.

Dünyada Tanrı vekili sıfatı olmadan kurulan ilk iki devlet onların oluşturduğu “Ankara Devleti” ve “Osmanlı Devleti”dir.

Ahîlerin "mülkiyet" konusundaki görüşlerini de Ahi Evren'in, "Ağaz ül Encam"ından (vasiyetname niteliğinde yazı) öğrenebiliyoruz. İlginç olan bu yazının, miras hakkını savunabilmesi ve sultanın ölenin mallarına el koymasını kınayabilmesidir. Miras, "kişisel mülkiyet hakkı" demektir. Oysa "kişi mülkiyeti", daha önceki aristokrat kültürde yer almayan bir kavramdır.

Bütün bu tutamaklar, bize dünyada yeni bir sosyal sınıfın doğma ve siyasal birlik oluşturma çabasını göstermektedir.

İngiltere, 13. yy’da yine aristokratlar arasında imzalanmış “Magna Carta Libertatum / Büyük Özgürlük Beratı” ve daha sonra kurduğu meclisleriyle, siyasal anlamda birey’in “tanrıdan özgürleşmesi” ve “kişi”leşmesi adına bazı adımlar atmıştır.

Anadolu’da yaşanan Ahîlik hareketi, “vatan”, “kişisel mülk”, “siyasal birlik” kavramlarıyla anlatılabilecek atılımları aynı yüzyılda yapmıştır.

Bu adımlar bugünkü burjuva devletlerini, Renaissance, Dinde Reform hareketleri ve günümüzde de Liberalizmi oluşturacak olan hareketlerin öncüleridir.


Bir yönetim boşluğu sırasında, 1265 yılında Ahîlerin ele geçirdiği sanılan Ankara, dünyanın ilk “Burjuva Devleti” sayılmalıdır. Osmanlı Devleti ise, o günkü anlamda “siyasi”lere kurdurulan bir devlet olmuş, Ankara Devleti de 1350’de Osmanlılara katılmıştır.

Ancak o günün siyasileri olan Osmanlı hanedanı, kuruluşundaki Ahî desteğini zaman içinde unutur ve özellikle II.Mehmet’e “Sultan” adını yeniden vererek onu tanrının vekili sayar ve aristokrasiye yeniden döner. Bu özelliği Yavuz Sultan Selim, halifeliği getirerek pekiştirir. Böylece dünyanın ilk Burjuva Devrimi geri dönmüş olur.

Ahî Evren’in, bir bölümü çeviri olan 20 kitabından 16-17 kadarının yerlerinı Sn. Mikail Bayram saptamış ve daha önceki kitaplarında bulunmasına karşın, bir kez daha TASAVVUFİ DÜŞÜNCENİN ESASLARI(AHİ EVREN) adını verdiği kitabının başındaki incelemede bilim dünyasının dikkatine sunmuştur. Umuyorum ki Sn. Bayram, Farsçadan yaptığı bu çevirilerini sürdürecektir. Ancak bu tür metinler, çeşitli dünya görüşüne sahip çeşitli bilim adamlarınca çevrilmeli, ayrı ayrı önemsedikleri noktalar dikkatlere sunulabilmelidir.
Ben, bu yazıda Tabsira (kitabın kısa adı budur) çevirisini okuyunca dikkatimi çeken ve kimisine Sn. Bayram’ın da dikkat çektiği birkaç noktadan söz açmak istiyorum.

“TABSİRATÜ'L-MÜBTEDİ VE TEZKİRETÜ'L-MÜNTEHİ”

Önce, Sn. Mikail Bayram’dan alıntı yaparak son derece önemli bir noktaya değinmek istiyorum:

“Tasavvufun ruhunda dünyaya karşı bir isteksizlik ve dünya meşgalelerinden uzak durma vardır. Bunun tabii sonucu olarak başkalarının sırtından geçinme yoluna sapmalar olmuştur.(...)

Ahîlik cömertlik mesleği olması itibariyle bir yönüyle de elinin emeği ile geçinme ve başkasına yedirme ülküsüdür. Ahi Evren’in şeyhi Evhadü’d-Din’in (...) dilenciliği asla tasvib etmediği menakibnamesinde belirtilmektedir.”
Mevlevilerin de içinde bulunduğu pek çok tasavvuf düşüncesi, bu dünyadan büsbütün uzaklaşmak, en az gerekseme ile yaşamak ve kendini gerçek olan öteki dünyaya hazırlamak gerektiği doğrultusunda görüş oluşturmuştur. Oysa Ahîlik, bu dünyayı da dışta bırakmayan bir düşünce çizgisi geliştirmektedir. Gerçi Tabsira’da zaman zaman her iki bakışa da yer verildiği ve her iki bakışın da dışlanmadığı görülebilmektedir.

Kimi zaman maddi dünyanın yalnızca bir görünüş olduğunu söyler:

Dünyadan sakınınız çünkü o Harut ve Marut adlı meleklerin
sihrinden ibarettir. (S:176)
Dahası, “beden” denilen madde’nin istekleri nedeniyle maddeler dünyasına bağlanmaktan Allah’ın korumasına sığınır:

Allah seni bu gurur ülkesi olan dünyaya meyletmekten korusun. Bil ki, insanoğlu bu beden denilen cismani şekle bağlandıkça ona öyle haller arız olur ki dünya adı verilen geçici zevklere ve maddi alemin kurallarına bağlı kalır. (S:181)

Ama kimi zaman da ruhlar dünyası olan Ahiretin yasalarının madde dünyasında oluştuğunu:

Ahiretin kanunları dünyadan çıkar. Dünya Ahiretin anasıdır. (S:176)

Gelecek için bugünden vazgeçmenin anlamsız olduğunu, gelecekteki ahireti elde etmek için dünyadan yararlanmak gerektiğini, Sonra pişmanlığın hiç bir işe yaramayacağını anlatır:

Fakirlik çatmadan servetinden, hastalanmadan önce sağlığından, ihtiyarlamadan önce gençliğinden, kısacası Ahiretin için dünyadan yararlan. Sakın ha, keşke ihmal etmeseydim durumuna düşmeyesin. Nitekim cehennemdekilerin feryatlarının çoğu keşke ihmal etmeseydim, keşke ihmal etmeseydim..'dir. (S:203)
Ahî Evren Şeyh Nasiru’d-Din Mahmud’un ancak 20 yy’da çağdaş bir insanın gelebileceği düşünsel sınırları kimi zaman yakalayabildiği anlaşılıyor. Sözgelimi “doğruluk” denilen şeyin herkese “göre” başka başka olabileceğini söyleyebiliyor:

Eğer his, dünyasının örtüsünden uzaklaştırılırsa ne olduğun ortaya çıkar. Ateş perest isen Cehennemi, mümin isen Cenneti bulursun.

(...)Kıyamet günü insanlar niyetlerindeki gibi haşrolunacaklardır. (S:191)
Ölümden sonraki gerçek dünya, herkesin kendi doğruları doğrultusunda gerçekleşir.

İnsan düşüncesinin, kişiden bağımsız bir doğrunun olmadığı yolundaki “görelilik” kavramına doğru yönelmeye başladığını da göstermektedir. Kaldı ki dinlerdeki “kıyamet” kavramı da Şeyh Nasiru’d-Din Mahmud’a göre, insanına göre birkaç anlamı ifade eden bir kavramdır:

Kıyamet sözü, gönlü aydın kişilerce birkaç anlamı ifade eden ortak bir kavramdır. Belli bir güne Kıyamet denir ki, buna "büyük Kıyamet" adı verilir. Tabii ölüme de kıyamet denir ki, bu ölüme "küçük kiyamet" adı verilir. "ölen kişinin Kıyametı kopmuş olur".(...) Ermiş kişinin vuslat haline de Kıyamet denir. Bu vuslat halinde iki alem, birlik nuru ile bakan arif kişinin gözünde yok olur. (S:195)
“Görelilik” kavramı, gelecekte insanı “kul” olmaktan kurtarıp kendi başına “birey” olma yoluna doğru yönlendirecek olan kavramdır. Ahi Evren’de henuz tam tamına açık olmasa bile gelecek, insanoğlunun birer “birey” olarak “kişi”leşmesi ile oluşacak ve gelişecektir.

Aristokrasinin “kul” ekini yerine yavaş yavaş burjuvazinin “birey” ekini oluşmakta ve gelişmektedir.

Ancak bu düşünceler tehlikeli düşüncelerdir. Hem okuyup dinleyeceklerin “dinden çıkması” tehlikesi vardır, hem de yanlış anlaşılma sonucunda söyleyenin başına istemediği işler gelebilir. Ama asıl, yanlış anlamalarla yanlış yönlenmeler ortaya çıkabilir.

Şeyh Nasiru’d-Din Mahmud’da her şey öyle açık seçik söylenemez.

Şayet gönül gözü, marifet nuru ile bakacak olursa, bu hususlar akıl ölçülerinden daha iyi aydınlanır. Fakat bu konuda daha fazla bir şey yazıp söyleyemem. Çünkü bunun açıklanması tehlikeli bir durum ve büyük bir makamdır. Gayb cihetinden: "Rablerin Rabbi bunu açıklamış da sana ne oluyor açıklamaya kalkıyorsun?" dendi. (S:144)

Bu büyük sırların açıklanması, irade yularının elden çıkmasına neden olabilir:
Bu makamda çok büyük sırlar var. Duyurulmasında halka zararı faydasından çoktur.(...) Zira korkarım ki irade yuları elden çıkıp...(S:151)

Dahası, düşünülen sırların açıklanması, düşünen insan için tehlikelidir de:

Nice ilim cevherleri var ki, onu ortaya saçarsam, bana sen putperestsin diyeceklerdir.

Müslümanlar kanımın dökülmesini mübah sayacak ve en kötü şeyleri reva göreceklerdir.

Cahiller görüp de fitne çıkarmasınlar diye ilmimin incilerini gizliyorum. (S:161)

Gizliliğin gerekliliği, 15. yy’da yaşamış bir başka mutasavvıf’in Said Emre’nin dizelerinde de görebiliyoruz:

Said sen sırrını cahile dime
Ne bilür sözüni dağdağı hayvan
[1]

Yine gizliligin gerekliliği, Ahi Evren’den yaklaşık 1800 yıl önce yine Anadolu’lu bir filozof, Ephesos’lu Herakleitos tarafından da savunulmakta, dahası uygulanmaktadır.

Herakleitos’dan tasavvuf düşüncesine alınan yalnızca gizlilik değildir.

(...)En büyük ruh (Mikail) bunların başıdır. En yüce makamda bundan daha üstün bir ruh yoktur. Ona bir deyişle(...) "en yüce kalem (kalem-i ala)" diğer bir deyişle de "ilk akıl (akl-ı evvel)" denir ki, Allah ilk önce aklı yarattı(...) Ve buyurdu ki izzet ve celalin hakkı için senden daha şerefli bir varlık yaratmadım. (S:154)

Herakleitos’ta da böyle bir “İlk Akıl” vardır. Herşeyi, bütün evreni saran bir akıl: “Logos”.

Bizi çevreleyen (evren) logos’lu ve us’ludur. Bu tanrısal logos’u (...) solukla içimize çekerek akıllı oluyoruz.[2]

Bu “logos” daha sonra Ephesos’da yazılmış olan Yuhanna İncili’ni ilk ayetlerinde de yer alacak ve tek tanrılı dinlere tanrıyle birlikte “ilk var olan” özellikleriyle girecektir:

1Önce Logos vardı, ve Logos Tanrı ile birlikte idi, ve Logos Tanrı idi. 2O, başlangıçta Tanrı ile birlikte idi. 3Herşey onunla oldu, onsuz hiçbir şey olmadı.4Yaşam onda idi ve yaşam insanların ışığı idi.[3]

İşte bu Logos, daha sonra Hıristiyanlıktaki “Kutsal Ruh” kavramını biçimlendirecek, Anadolu’da tasavvuf düşüncesinin temelini oluşturacaktır. Herakleitos’un Logos’unda bütün zıtlar birliğe ulaşır. Tasavvufta da öyle:

Varlık yokluk birdürür hem işk sevi birdürür
Dünya ahret birdürür ışk-ı enâm içinde
[4]

SAİD EMRE


Antik Anadolu’nun tanrıları, tek tanrılı dinlerin o yüceler yücesi “tek Allah”ına benzemiyordu.
Tanrılar, insanın ya da doğanın kimi özelliklerini simgeliyordu. Sözgelimi baştanrı Zeus, yıldırım salıcıydı, Gaia, Toprak Ana’ydı, Kybele bütün anaları ve analık duygusunu simgeliyordu, Apollon akıl, Artemis, saflık, temizlik, genç kızlık, Aphrodite cinsel ilişki, Eros sevi anlamına geliyordu.

Daha sonra tek tanrılı dinlerde tanrının bu özelliğini yitirdiğini, insanın kimi yanlarını kişileştirme işini yazın sanatının üstlendiğini, özellikle 19 yy’da Dostoyevski ile bunun çok belirginleştiğini görüyoruz.

Ancak Antik Anadolu’dan Bizans’dan geçerek gelen etkiler, Ahi Evren’in, dolayısıyla tasavvufun bu ekinden aldıklarının küçümsenemeyeceğini gösteriyor.
(...)En büyük ruh (Mikail) bunların başıdır.(...) Ona bir deyişle(...) "en yüce kalem (kalem-i ala)" diğer bir deyişle de "ilk akıl (akl-ı evvel)" denir ki, Allah ilk önce aklı yarattı(...)(S:154)

(...)Daha doğrusu herbir şey için bir melek görevlidir. Nitekim peygamber'in sözlerinde "Herşeyin bir meleği vardır" diye geçmektedir(...) Nitekim hadiste de "dağların meleği", "rüzgar meleği", "şimşek ve yıldırım meleği"nden bahsedilmiştir. (S:155)
Şimdi de gelelim Ahî Evren Şeyh Nasiru’d-Din Mahmud’da, gününün sosyolojik yapısına uygun olarak neler bulunabileceğine...

Öncelikle Tabsira’dan değil ama bir başka kitabından, “Letaif-i Hikmet”den yaptığı bir alıntıyla Sn. Mikail Bayram, esnafın gerekliliğini Ahi Evren’in nasıl gördüğünden sözediyor:

Allah insanı medeni tabiatlı yaratmıştır. Bunun manası şudur, Allah insanları yemek, içmek, giymek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, demircilik, marangozluk da bir takım alet ve edevatla yapılabileceği için bu alet ve edevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün sanat kollarının yaşatılmasi gerekir. O halde toplumun bir kesiminin sanatlara yönlendirilmesi ve her birinin belli bir sanatla meşgul olması gerekir ki, toplumun ihtiyaçları görülebilsin. (S:38-39)
Aristokrat bir toplumsal yapı içinde yaşamasına karşın, Burjuvazinin gerekliliğinden sözeden bir 13. yy aydını... Bilindiği gibi Marxçı yaklaşıma göre her sosyal sınıf, gereksemeleri doğrultusunda kendi içinden kendi zıddını oluşturmak zorundadır.

(...)İnsanlardan ise, bazen nikahlanmak, bazen ücretle çalıştırmak ve diğer bazı işlerde yararlanılır.(S:182)
Hele hele Burjuva sınıfının insanların emeğini ücret ödeyerek satın almasının gerektiği...

Oysa Aristokrasi, Anadolu’da uzantıları günümüze değin gelmiş “ağalık” düzenlerinde bile emeği para vererek satın almaz. Emek, köleler tarafından ona sunulmuş bir ayrıcalıktır. O yalnızca emeğini kendisine veren insanlara, kendi ürettiklerinden “yaşayabileceği kadar” ürünü “bırakır”.

Ağaz u Encam’ında insanlar için istediği “miras hakkı” yani mülkiyeti savunuyor olması, esnaf’ı örgütleyen ilk insan olması, “vatan” için savaşan bir topluluğun önderliğini yapması, siyasal anlamda Aristokrasinin savunuculuğunu yapan Mevlevilere karşı yaşamı boyunca savaşım içinde bulunması, “kul” kavramı karşısında insanı “birey” olarak da görmeye başlaması... Onun açtığı yoldan giden Ahîlerin kendi siyasi görüşleri doğrultusunda iki ayrı devlet kurmuş olmaları...

İşte Ahî Evren’i ve Ahîlik örgütünü günümüzde önemli kılan tutamaklar bunlardır.

Sn. Mikail Bayram’a göre Ahî Evren Şeyh Nasiru’d-Din Mahmud, melamilik inancı doğrultusunda kitaplarının hiç birinde adından söz etmemiştir. Tabsira’da, adından değil ama, kendinden söz etmektedir:

Şiddetli zorlanmalar, irade yularını elimden alıyor. "Allah
işinde hükümrandır."(Yusuf Suresi,12/21) Yani kulları üzerinde hüküm vardır. Şu anda hatırımda olmayan şeyler dahi yazılabilir. Onun için açıklamakta olduğum konuya döneyim. Dayanağım hayat sahibi kayyum olan Allah'tır.(S:159)

Takdir sürekli olarak irade yularını elimden alıyor. "allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz."(İnsan Suresi,77/30) gene açıklamakta olduğum Allah'ın fiilleri konusunun geri kalan kısmına dönüyorum. (S:161)
Birbirine bunca yakın sayfalarda “irade yularının elinden kaçtığını”, buna neden olan şeyin “şiddetli zorlanmalar” ve “takdir” olduğunu açıklaması, yazıların ardında gerçekten alçakgönüllü bir “insan” olduğunu gösteriyor.
Sanki acelesi var, bir daha yazma fırsatını ele geçiremeyecekmiş gibi…

Bir yandan yazarken, bir yandan da yazmayı isteyeceği şeylerin dışına çıkmaktan, istemini denetleyememekten korkuyor.

Ahi Evren’in 13. yy’dan bugüne, düşünceleri doğrultusunda kurulmuş 20.yy toplumuna seslenmesini sağlayan Mikail Bayram’a okuyucular olarak ne denli sağol desek yeterli olacağını sanmıyorum. Hem Bayram’ın hem de 13. yy Farsçasını okuyabilen bütün bilim adamlarının konuya ilgi göstereceklerini umuyorum. Kısa zamanda Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’un bütün kitaplarını bugünün Türkçesi ile okuyabileceğimizi ummak istiyorum.
____________________________

[*] Bilim ve Ütopya’nın Aralık 1995, 18. sayısı, 38. sayfada yayınlanmıştır.
[1] Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf / Remzi Kitabevi Ist.1961 / S:283
[2] Walther Kranz, Antik Felsefe / Ist.Üniv.Ed.Fk.Yayını / 2.Bsm.Ist.1976 / S:48-55
[3] Kitab-ı Mukaddes / Yeni Ahit / S:92[4]Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf / Remzi Kitabevi Ist.1961 / S:172

7 Aralık 2007 Cuma

Çok Tanrıdan Tek Tanrıya

TEK TANRILI DİNLERİN TARTIŞMALI ÖZGÜNLÜĞÜ[1]
Ömer Tuncer

· Tek tanrılı dinler gerçekten tek tanrılı midir?
· Çok tanrılı dinlerin tanrıları, tek tanrılı dinlerin kutsal varlıklarından çok mu başkadır?
· "Allah" neden "Şeytan”ı yok edip kurtulmaz?
· "Tek Tanrı” düşüncesi, kutsal kitapların tekelinde midir?
· "Cennet-Cehennem" düşüncesi tek tanrılı dinlere gerçekten gökten zembille (vahiy olarak) mi indi?
· Ayça (hilal) neden islâmın simgesidir?
· Nuh Tufanı öyküsünün kaynağı nedir?
· Neden "Meryem Ana"nın özellikleri ile eski Ephesos'ta "Artemis Ana"nın özellikleri bunca birbirine benziyor?

Bunlar ve ilk elde usa gelmeyen bir çok soru daha... "İnanç gözüyle" bakıldığında, yanıt vermek bir yana, soruları sormak cezalandırılmak için yeter de artar bile...

Özgür, bilimci bir bakışla yanıt aramak Ekin(Kültür) Tarihi'nin görevidir. Bilimsel yöntem her zaman doğru yanıtlar bulabilir mi? Belki de hayır. Tarih biliminin hemen her dalında olduğu gibi, bilim adamı, boşlukları kendi yorumuyla kapatmak zorundadır. Bu yorum, bulunabilecek yeni kanıtlarla, değiştirilmeye açıktır. Bilimin, "bilim" olma özelliği de iste buradan gelir. Bilim dogma değildir, değişmeye de gelişmeye de açıktır.
MUSEVİLİK, ÇOK TANRICILIK İLE İÇ İÇE

Acaba, tek tanrılı dinler, kendilerinin bize söylediği gibi, gerçekten kul tarafından yaratılamayacak denli özgün, eşi-benzeri bulunmayan, hiçbir başka ekinle bağı-bağlantısı olmayan ekinsel yapılar mıdır?İlk tek tanrılı din sayılan Musevîliğin "tek tanrı” düşüncesine ulaşmak için M.Ö.6.yy’ı beklemesi gerekmiştir. Musa Peygamber, inananlarına, düpedüz "Yahova'dan başka tanrı yoktur" diye kestirip atamamıştır:

"(...) karşımda başka ilâhların olmayacaktır. Onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin."(Çıkış 10)

Bu sözler, başka tanrıların varlığını yadsımamak, ama onlara bağlanmamak anlamına gelir. Bu özellikteki inançlara din tarihçileri Henatheizm (çok tanrıya inanıp birine tapınma) adını veriyor.
Ancak Musa’nın yaşadığı M.Ö.13.yy’dan 800 yıl geçtikten sonra yaşamış olan İşaya Peygamber'e göredir ki Yahova şunları söyleyebilmektedir:


"(...)Ben, Rab ben değil miyim ve benden başka Allah, hak Allah ve kurtarıcı
yok; benden başkası yoktur."(İşaya 45)
Gerçekte, tek tanrılı dinlerin tanrısını ilk kez ve bugünkü anlamına en uygun olarak tanımlayan, peygamberlerin hiç biri değil, M.Ö.6.yy’da yaşamış bir Batı Anadolu kocası, Kolophon'lu Xenophanes'tir:
"Tek bir Tanrı (...) en ulu,
Ne kılığı benzer insanlara ne düşündüğü...
Hep göz, hep düşünce hep kulaktır
Hep aynı yerde kalır, hiç kıpırdamaz
(...)
Bir düşünüşte sarsar dünyayı”
Musevilik, ilk zamanlarında çok tanrılı dinlerle iç içedir. Onlarla aynı koşullarda doğmuştur. Yahova, bütün öteki tanrılar gibi, bir budunun tanrısıdır. Budunlar karışıp birleştiğinde o da öteki tanrılarla karışıp birleşecek, çok tanrılı dinin tanrılarından biri olacaktır. Nitekim, bu gerçekleşir de...
Yahudiler Filistin'e geldiğinde orada buldukları tanrılara da tapınmaya başlarlar. Musevîliği öteki tanrılardan arındırma görevi, Musa'dan sonraki peygamberlere düşer.

Peki, ya bugün, tek tanrılı dinler gerçekten tek tanrılı midir? Yoksa Tanrı başkanlığında bir yönetici ruhlar topluluğu mu söz konusudur? Eğer böyle ise bunun çok tanrılı dinlerden ayrılığı nedir? Evrenin yöneticileri arasına, adları "tanrı” olmasa da, Şeytan, Melekler, Cinler, Adem, Havva, Peygamberler, azizler, yatırlar da girmiyor mu? Tek tanrılı dinlerin çok tanrılılardan tek ayrılığı bütün bu kalabalığa "tanrılar” demek yerine "ruhlar" demek dışında nedir ki?
ALLAH-ŞEYTAN ÇATIŞMASININ KÖKENİ

Çok tanrılı dinlerde de Allah-Şeytan çatışması Apollon ile Dionysos arasındadır. Kaldı ki Allah, çok tanrılı dinlerin baş tanrısı olan Zeus'un değil, Apollon ekininin evrimleşmesiyle ortaya çıkar.

· Apollon us(akıl) tanrıdır. Allah da öyle.
· Apollon gün tanrıdır, ışıktır Allah da öyle, nurdur, aydınlıktır...
· Apollon, bilici tanrıdır, geleceği bilendir. Allah da öyle...
· Dionysos, coşku ve ölçüsüzlük tanrısıdır. Şeytan da öyle...
· Dionysos ustan uzaklaştırıcıdır. Şeytan da öyle...
· Dionysos, şiirin, müziğin, tiyatronun ve bütün sanatların tanrısıdır.
Usçu bilgeler (Platon) ve kimi peygamberler (Muhammet) ozanları toplumdan kovar.

Anadolu'da tek tanrılı dinlerin en egemen olduğu dönemlerde bile kimi Dionysos övgüleri Şeytan adıyla günümüze değin gelmiş, üstelik kabul görmüştür:

Dido Sotiriyu, Benden Selam Olsun Anadolu’ya adıyla Türkçe’ye çevrilen belgesel romanında, 1920'lerde İzmir’de yaşayan Rum tüccarın adını Şeytanoğlu olarak verir. Demek ki Anadolu Rumları arasında Şeytan, saygıdeğer bir varlıktır.

Zeybekliğe kabul törenlerinde tan ağarırken zeybek gurubu dağa çıkar. Bir defne ağacının yanında durulur. Zeybek olacak kızan yatağanını çeker, üç kez öper, efenin önünde diz çöker Efe sorar, zeybekler yanıtlar.

Sorulardan biri şudur:

- "Şeytana bel bağlanır mi?"
- "Yardımcımızdır, bağlanır..."

Yeni zeybek yatağanını defneye saplar, andını içer. Defne, mitolojide Apollon'un ağacıdır. Belki de yeni zeybeğin yatağanını defneye saplaması, Apollon'a tepkisini simgelemektedir.

Çoğunluğu Güneydoğu Anadolu'da olmak üzere Kuzey Mezopotamya'da yaşayan bir inanç dizgesine, Yezîdî'lere göre evreni yöneten, adı "Şeytan” olan bir melektir.

Tek tanrılı dinlerin tanrısının bütün baskısına karşın Anadolu insanı, Müslümanıyla Hıristiyanıyla, Dionysos'unu (Şeytan’ını), yani coşkusunu, sevincini, sevgisini; yani yüreğini hiç bir zaman terk etmemiştir.

Oysa Avrupa'da, Ortaçağda "cadı” adı, olasılıkla eski Dionysos tarikatının (Bakkhalar) sürmekte olan uzantılarına bağlı insanlara verilirdi. Böyle bir bağlılık "ruhunu şeytana satmış olarak nitelenirdi. Şeytan’dan kurtulmanın yolu, o insanı yakmaktı.

Apollon inancının tek tanrılı dinleri ne denli etkilediğine, dahası tek tanrılı inanç dizgelerinin birer Apollon inancından başka bir şey olmadığına ilişkin daha pek çok örnek verilebilir.
TEK TANRILI DİNLERDE ANA-TANRIÇA'LAR

Anadolu Ana-Tanrıça'sinin, Kybele, Kübele, Kubaba, Artemis, Hepat, Leto gibi pek çok adının her birinin, tek tanrılı dinlerin içinde kendine özgü bir yeri vardır.

"Kybele", islamiyete "kıble” sözünü verir.

"Kubaba"nin "Kabe" sözünün kökeninde olduğu araştırmacı Raşit Ergener'in bir saptamasıdır.

"Hepat", Hitit ana tanrıçasıdır, Pulasatiler tarafından Filistin'e götürülür ve Adem'le evlendirilerek Havva’yı oluşturur.
"Leto", Kur'an'da adı geçen "Al-Lat"tır. Al-Lat, Al-Uzza ve Kore, Mekke'nin Cahiliye Dönemi’ndeki üç bakire tanrıçasıdır (Lat, hem bakire, hem anadır). Bu üçlemeye "Manat" denir. Haklarında Şeytan Ayetleri indiği söylenen tanrıçalar bunlardır. Ayça(hilal), eski Anadolu'da bakirelik simgesidir. Manat üçlemesini simgelemek üzere, Mekke'nin bayrağında üç ayça bulunur. Bu üç ayça, sonradan Osmanlıların da bayrağını süsleyecek, islamiyetin simgesi olacaktır.

Anadolu'da Persephone'nin kızı olan Kore, Mekkelilere adını verecek, "Kore'nin çocukları” anlamında "Kureyşliler” denecektir. Bugün hala o günlerden kalma bir gelenekle Kabe'nin hizmetini gören müslüman din adamlarına "Beni Şeb'a (Yaşlı kadının çocukları)" denilmektedir.

Kübele biçimindeki söyleniş, Arapların dilinde "Hübel”e dönüşür Mekke'ye en büyük tanrıça yapılır. Kur'an'da, unutturmak için olsa gerek, adı hiç geçmez.

İSLAMİYETİN KÂBE’Sİ, GÖK TAŞININ DÜŞTÜĞÜ YER

Eskilerde, çok eskilerde, tarihi bilinmedik evvel zaman içinde Anadolu ortalarında Pessinus denilen yere bir göktaşı düşer.

Göklerden gelen bu "Kara Taş" alınır, baş köşeye dikilir; Ana-Tanrıça'nın bir işareti, simgesi sayılır.

Ana-Tanrıça katından yere düşmüştür... Belki de Koca Ana, özellikle göndermiştir.

Taşın üstüne bir tapınak yapılır: Evrenin anası için kutsal bir ev...
Bu evin bulunduğu yer, Ana-Tanrıça'nın doğurgan, kutsal göbeği ve Evrenin merkezi sayılır.

Pessinus yüz yıllar, belki de bin yıllar geçtikçe "Kara Taş"ı görmeye gelen hacılarla onlar için yapılan törenler yüzünden yalnızca Orta Anadolu'nun değil, dünyanın en tanınmış yerlerinden biri olur.

Hacerü'l Esved (Kara Taş) de bir gök taşıdır Düştüğü yer, çok tanrılı dinler zamanında kutsal sayılmıştır Üzerinde Cahiliye Dönemi’nde Ana-Tanrıça tapınağı olarak kullanılmış bir yapı, "Kabe" vardır.

Kimi islam inançlarına göre Adem Peygamber, Kara Taş’ı cennetten getirir. Kabe'yi kendine ev olarak yapar. Sonradan İbrahim Peygamber'in yeniden yaptığı Kabe, Allah’ın göklerdeki evinin tam altındadır ve evrenin merkezidir. Namaz kılan insan yüzünü buraya dönmelidir.

"MERYEM ANA" DA ÇOK TANRILILIKTAN GELİYOR

Pessinus'lu Ana-Tanrıça, yalnız Müslümanlığa değil, Hıristiyanlığa da pek çok şey verir. Bunların en önemlisi "Meryem Ana" inancıdır.

Ana-Tanrıça, Artemis adıyla İonya'da Ephesos kentinin en büyük tanrısı sayılırdı. En önemli özelliği üçlek tanrıça (hem genç kız -bakire- hem olgun kadın, hem de ana) olmasıydı.

Ephesos'lu, Hıristiyanlığa karşı 400 yıla yakın Artemis'ini koruyarak direndi. 431 yılında Ephesos'da toplanan konsil Meryem Ana'ya Artemis Ana’nın özelliklerini verdi. Daha doğru bir deyişle Artemis Ana’nın adını değiştirdi, Meryem Ana'ya dönüştürdü. Ephesos'lu, ancak Artemis Ana’sını yitirmeden Hıristiyanlığı kabul edebilirdi.

Tek tanrılı dinlerin Meryem Ana inancı, adı değiştirilip güncelleştirilmiş Artemis Ana inancıdır.

Bu nedenle Meryem Ana da hem "bakire" hem "ana"dır.
Meryem Ana evi, Ephesos'lunun inancına göre Artemis'in doğduğu yer sayılan Ortygia Korusu’ndadır. Bülbül Dağı’ndaki koruda yapılan arkeolojik kazılarda Artemis törenlerinden kalmış dinsel malzeme bulunmuştur. Aynı yerde Artemis'den bu yana süren geleneğe uygun olarak, yılın belli zamanlarında yapılan Meryem Ana törenleri, Ege'li Ortodokslarca günümüzde de sürdürülmektedir.

GILGAMIŞ DESTANI'NDA NUH TUFANI ÖYKÜSÜ

Bütün tek tanrılı dinlerde yer alan Nuh Tufanı öyküsü en eski tek tanrıcı sayılan İbrahim Peygamber'den (ki Tevrat'ta Hititlerle çağdaş gösterilmektedir. - En erken MÖ.18.yy) 700 yıl önceden kaldığı saptanmış olan Gılgamış Destanı tabletlerinde en ince ayrıntısına varasıya anlatılmaktadır. Bu biçimiyle öykü, tipik bir çok tanrıcı Mezopotamya öyküsüdür. Ayrıca Gılgamış Destanı, dünyanın ilk insanından (Adem) da söz etmektedir.

ÇOK TANRILI DİNLERDE CENNET VE CEHENNEM

Eski Mısır dininde Öteki Dünya, bütünüyle Cennet'tir:

"Ölüm gözlerimde bugün
Bir peçe kalkarmış gibi gökyüzünden
Kişi o bildiği amaca erermiş gibi.

Ölüm gözlerimde bugün;
İnsanın göreceği gelmiş gibi yuvasını,
Yıllarca süren bir tutsaklıktan sonra."

(Eski bir Mısır şiirinden)

Eski Anadolu'da ise öteki dünya, bütünüyle Cehennem'dir. Homeros'a göre Hades, "Tanrıların bile tiksindiği çirkef ülke"dir. İnsan ölünce Hades'e gitmeye yargılıdır. İnsanoğlu bundan kaçamaz: Hades'e gidilecek ve eziyet çekilecektir.

Tek tanrılı ve özgün (orijinal) olduğu savındaki dinler, Mısır’ın Cennet'i ile Anadolu'nun Cehennem (Hades)'inde olduğu gibi, bütün temel kavramlarını çok tanrılı dinlerden almıştır. Ayni mantıksal yapıya sahiptir.
Çok tanrılı dinlerle tek tanrılı dinler arasındaki ayırım, kendilerinin iddia ettiği gibi inanç dizgelerinde ve mantık yapılarında değildir. O denli değildir ki, tek tanrıcı kutsal kitaplarda yapılacak çok küçük birkaç sözel değişiklikle karşımıza çok tanrıcı dinlerin inanç dizgesi ve mantığı çıkıvermektedir.

Asıl ayırım, belki de M.O. 5.yy'a değin, insanın evrene karşı merak gereksinimini karşılamak üzere ortaya çıkmış olan çok tanrılı dinsel inanç dizgelerinin, toplumsal yapının değişmesini önlemek amacıyla egemenler (ki o yıllarda gelişmekte olan Aristokrat sınıftır) tarafından kullanılmaya başlanmasıdır. Çok tanrılı dinlerin naiv (çocuksu, saf), sanatsal bile denebilecek yapısı Aristokratlar için yetersiz bulunmuş olmalıdır ki, temelde hiç bir değişikliği olmayan inançlar arasında kendilerine daha çok yetki veren bir dizge yaratarak tek tanrılı dinleri oluşturdular. Üstelik bu yüzden insanların birbirini kırmakta olduğu onları hiç ilgilendirmedi.

İÇİ BOŞALMIŞ TOPLUMSAL KABUK

"Din" toplumsal bir kurumdur ve Aristokrasinin temel tutamağıdır.

Gerçek gereksemeler ortadan kalktıktan sonra bile insanoğlu, kendi yarattığı toplumsal değerleri kolaylıkla temizleyip atamamaktadır. Dahası, yıkılma sürecine giren içeriği yitirilmiş toplumsal değerler, sertleşmekte ve yaşamak için ölüm-kalım savaşı vermektedir.

20.yy'da dinin de durumu budur. Birlikte yaşadığı toplumsal sınıf ortadan kalkmış, gereği kalmamış, soluk alamaz olmuş, içi boşalmış toplumsal bir kabuk!.. Üstelik bilim tarafından sürekli kemirilmekte...

Direnecektir... Direnecek ve kendi yok oluşuyla birlikte, yanında ya da karşısında pek çok insanin yitirilmesine de neden olacaktır. Yapılması gereken, yitirilen insanların en azda tutulmasıdır. Bunun için çağdaş ve insanca politikalar geliştirilmeli, uygulanmalıdır. Din de içinde olmak üzere, çökmekte olan kurumlara karşı savaşım yöntemi bu olmak gerekir. Yoksa onların karşısına geçip ama aynı dilden konuşarak savaşım yapılıyor sanmak, tek tanrılı dinlerin çok tanrılı dinler karşısında yaptığı sözde savaşıma benzer ki boşa kan dökülmesinin ve doğal süreci gerilemek olan bir kurumu bir miktar ilerletmenin ötesinde bir işe yaramaz.

Gerçek düşman din değildir, hele içten dindar hiç değildir. Düşmanların doğru saptanması, dostların doğru saptanması kadar önemlidir.

(Bilim ve Ütopya, 24 Ekim 1993)

=========================
[1] Yazı, Bilim ve Ütopya’nın Aydınlık eki olduğu dönemde 24 Ekim 1993 Sayı:26’da kapak yazısı olarak “Çok Allah’tan Tek Allah’a” adıyla, bir de buna yakın bir zamanda Yalçın Küçük’ün grubunun kısa süreli çıkardığı bir dergide yayınlandı.

2 Aralık 2007 Pazar

Hace Nasiru'd Din Kimdir? / Who is Hodja Nasreddin?


Akşehir'de Nasrettin Hoca'nın kapısı kilitli, her yanı açık türbesi
(gerçek bir mezar değl, "makam"dır)


HACE NASİRÜ’D DİN’İN BİR KÜLTÜR TARİHSEL VARLIK OLARAK DOĞUMU[1]

Ömer TUNCER
I

“CUHA” nedir biliyor musunuz?

Mustafa Nihat Özön’ün Osmanlıca sözlüğünde “Yalancılık ve ikiyüzlülükte ün salmış bir Arap” diye açıklanıyor. 13.yy Anadolu’sunda ise şarlatan, şaklaban, maskara, komik anlamlarında kullanılıyor.

Mevlânâ, Mesnevî’sinde bir düşmanını “yılan”, “ejder”, “Ahî”, “cuha”, “muhannes/alçak, korkak, namert, eşcinsel” diyerek kötülemekte, onun yaşamına ilişkin kimi “hikâye”ler anlatmaktadır. Adını anmaz, yalnızca “Cuha” der.

Sözgelimi, Mesnevi, II.Cilt, 308-310. sayfalardaki öykünün adı, “Babasının cenazesi önünde ağlayan çocuk ve Cuha’nın hikâyesi” başlığını taşıyor. Öykü özetle şöyle:
“Hey baba... Seni nereye götürüyorlar?.. Daracık bir eve gidiyorsun. İçinde ne kilim ne hasır var!.. Gece, lamba yok!.. Gündüz aş yok, ekmek yok!.. Ne dam var, ne eşik, ne komşu!..” Cuha, “VallAhî onu bizim eve götürüyorlar” der. “Baksana bizim evi tarif ediyor!..”
Mesnevi V.Cilt, 879-880. sayfalarda da Cuha’nın kadın kılığında kadınlar meclisine girmesi ve edep dışı davranışlarda bulunması anlatılmaktadır.

Mesnevi IV.Cilt, 1115-1121. sayfalarda ise Cuha’nın karısının Kadı ile arasında geçen gizli aşk serüveni komik bir dille anlatılmaktadır.

Mesnevi V.Cilt, 883-884. sayfalarda ise bu kez “adamın biri” diye anlatılır, evine yarım okka (bir okka 1283 gr.) et getirmiş. Ancak akşam yemeğinde eti göremeyince karısına sormuş. Karısı “kedi yedi” deyince de tutmuş kediyi tartmış. Kedi yarım okka gelince, “Bu, kediyse et nerde; etse kedi nerde?..” diye sormuş...

Halkın ağzında günümüze değin gelen Nasrettin Hoca’nın, Mevlânâ’nın düşmanı Şeyh Nasîrü'd Din Ebü'l Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî, yani Ahî Evren olduğu açıkça anlaşılıyor.

Peki, ne oluyor da Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî’nin aşağılamak için yaşantısını abartarak komik duruma düşürmeye çalıştığı Ahî Evren, önce Hace Nasiru’d Din, günümüzde de Nasrettin Hoca olarak dünya gülmece tarihindeki inanılmaz yerini alıyor?

Önce tarihsel gerçekler:

Gerçekten Ahî Evren ve Babaî ardılı Ahî örgütünü, 13. yy Anadolusu’nda Mevlânâ’ya karşı savaşım içinde görüyoruz. Bu, öyle kıran kırana bir savaşım ki, Ahîler 1247’de, belki de Şeyh Nasîrü'd Din’in de içinde bulunduğu bir komployla Mevlânâ’nın Şeyhi, Şems-i Tebrîzî’yi öldürürler. Bu komplonun içinde Mevlânâ’nın öz oğlu Alaüd Din Çelebi de vardır.

Şeyh Nasîrü'd Din ve Alaüd Din Çelebi bundan sonra artık Selçuklu Başkenti Konya’da tutunamaz ve Kırşehir’e çekilirler. 14 yıl orada yaşar, Anadolu Ahîlerini örgütlerler. 1261 yılında Mevlânâ’nın da onayıyla Kırşehir’in Selçuklu Emîri Nurettin Caca tarafından kanlı bir baskınla öldürülürler.

Mevlânâ’nın öfkesi öyle bir öfkedir ki, Konya’ya getirilen oğlu Alaüd Din Çelebi’nin cenaze namazını kıldırmayı reddeder.

Mevlânâ ile Ahî Evren, Şeyh Nasîrü'd Din’in arasında var olan temel ayrılık sınıfsaldır. Ahîler üretici esnaftır, Aristokratlardan yoksuldur bu nedenle de aşağılanan bir kesimdir. Mevlânâ bu yüzden alaylı bir dille Cuha diyerek Şeyh Nasîrü'd Din’in evinin fakirliğini alaya almaktadır.

Bu kadarla kalsa iyi; Mesnevi’nin bir başka yerinde (IV. Cilt, s:567-570), Onun “pis”liği ile alay eder. Bilindiği gibi Ahî Evren, Debbağlar pîridir, debbağ’dır. Günümüze adı “tabak” olarak gelmiş olan dericilik mesleği, son derece kötü kokan atelyelerde yapılır. Bunu anımsatarak aşağılamak için Mevlânâ, yanılıp attarlar çarşısına giden “debbağ”ın alışık olmadığı misk ve ıtır kokularından dolayı düşüp bayıldığını ve tanıyan biri çıkıp köpek pisliği koklatıncaya değin ayıltılamadığını anlatarak alaya alır.

Ahî Evren’in içinde bulunduğu tasavvuf düşüncesi, Allah’ı evrenin her parçasında, her maddesinde arayan bir dünya görüşü geliştirmiştir (Seyr-i Sülûk-i Âfâkî / Ruhun Nesnel yolu). Bu nedenle de maddeyi dışlamaz, dünyevîdir. Oysa Şems’in ve Mevlânâ’nın geliştirdikleri tasavvuf düşüncesine göre, Allah, yalnızca insanın “kendi beni”nde olabilir. İnsan ancak kendi içine dönerek ona ulaşabilir (Seyr-i Sülûk-i Enfusî / Ruhun Öznel yolu).

Baba İlyas ve ardılları Hacı Bektaş Veli, Taptuk Emre, Yunus Emre, Şeyh Nasîrü'd Din Mahmud, yani Nasreddin Hoca birinci yolu seçmiş olan Sûfîlerdir. Bu ayırım, siyasal çizgilerine değin yansıyacak ve 13. yy Anadolu’sunun temel dünya görüşünü oluşturacak, daha sonra Anadolu Sûfiliğini, yani Bektaşiliği ve bir Türkmen inanç-toplum dizgesi olarak da Aleviliği ortaya çıkaracaktır.

Mevlânâ, son (VI.)cildinin başında, Mesnevi’yi, birileri ile mücadele etmek amacıyla yazdığını söylemektedir. Bu, Anadolu’da 13.yy’da ortaya çıkan ve daha sonra “uluslaşma”yı hazırlayacak olan Türkmencilik akımıyla mücadeledir.

Ahî Evren, Şeyh Nasîrü'd Din Ebü'l Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî’nin, yalnızca Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde değil, kendi kitaplarında, Letaif-i Hikmet ve Letaif-i Gıyasiyye’de de bugüne, Nasrettin Hoca fıkrası olarak ulaşmış öyküler görüyoruz.

Söz gelimi suya düşen birine “ver elini” diye bağıran insanları görünce, “o hiç kimseye hiçbir şeyini vermez” diyerek “al elimi” diye seslenmesi, Letaif-i Hikmet’ten alınmıştır.

Mevlânâ’nın “uhrevî / göksel” bir yaşamı öneren düşünce dizgesinin karşısına, bir halk insanı olarak Nasrettin Hoca’mızın, bildiğimiz, ayakları yere basan yaşam biçimini koyarak güçlendirebilir, fıkralarında karşısındaki Mevlânâ tarzı “yüce”liklerle dalga geçişiyle pekiştirirsek her ikisinin aynı kişi olduğu daha da açıklıkla anlaşılır.

Bu durumda Nasrettin Hoca’nın yaşamının pek çok ayrıntısı da ortaya çıkar. 1171’de Azerbaycan’ın Hoy kentinde doğduğu, ilk eğitimini Azerbaycan’da yaptığını, gençliğini Horasan ve Maveraünnehir’de geçirdiğini ve oradaki bilim adamları ve mutasavvıflarla ilişki içinde olduğunu biliyoruz. Bu arada Debbağlığı da öğrendiği kendine meslek olarak seçtiğini anlıyoruz. 1204 yılı dolaylarında Bağdat’a geldiği, Şeyh Evhadü’d Din Kirmani ile tanışıp ona bağlandığı anlaşılıyor. Sonra Şeyh Evhadü’d Din ve kızı ile birlikte Kayseri’ye gelip yerleşir. Burada şeyhin kızı Fatma Hatun ile evlendiğini, ve Bağdat’ta üyesi olduğu Fütüvvet teşkilatlarına benzer bir kuruluşu Kayseri’deki esnafla birlikte oluşturduğunu ve buna Türkçe olarak “Ahî Teşkilatı” denilmeye başlandığını anlıyoruz.

Debbağlık yapıyor olması, onun yılan derisi gereksemesini karşılamak için yılanlara ilişkin bilgisinin oldukça iyi olduğunu, bu yüzden de “Evren” yani yılan, ejder adıyla anılmaya başlandığını gösteriyor. Hekimlikle yılan ilişkisi, onun hekimlikle de ilgilendiğini gösteriyor. Bu arada hekim ve araştırmacı yanı, İbn-i Sina ile ilgilenmesini ve düşüncelerinden etkilenmesi sonucunu doğuruyor. Daha sonra İbn-i Sina’nın kitaplarına yazılmış bir reddiyeye karşı “Müsari’ül-Müsari” adıyla bir reddiye yazdığını, bir yapıtını da çevirdiğini, başka kitaplarında adı geçen, ancak henûz bulunamayan “İlmü’t Teşrih / Ameliyat Bilimi” adlı bir de kitap yazdığını biliyoruz.

Hace Nasiru’d Din’in karısı Fatma Hatun’un Anadolu Bacıları (Bacıyan-ı Rûm) örgütünün başı olduğunu, kocasının 1261’de öldürülmesinden sonra 20 yılı aşkın Hace Bektaş’ın Sulucakarahöyük’deki dergahının iç işleri sorumlusu olarak yaşadığını anlıyoruz.

Mevlânâ, Aristokrat, ataerkil ekinsel yapının savunucusudur. Bu yüzden, Türkmenler’in kadınlarını da adamdan saymalarını anlayamaz; Cuha’nın karısı ile ilişkisini alaya alır. Kadınlarla erkeklerin “insan” olarak bir arada bulunabileceği, onun Aristokrat kültüründe bulunan bir şey değildir. Bu nedenle Hace Nasiru’d Din’in, Hace Bektaş ve Taptuk Emre’nin de içinde bulunduğu Türkmen geleneğinde kadının da insandan sayılmasını aşağılar. Türkmen sûfîlerini, “değişmez gerçek”in bir yana bırakılmasını, zıtların birliğinin oluşturduğu “güncel doğru”nun akışkanlığının yaşam ilkesi haline getirilmesini anlayamaz.
Bu makama kim ere işbu nakdi kim dere
Varlığın Hakk'a vere cümle âlem içinde
Kim bu sırra ermedi kendözünü görmedi
Bu ışkdan
[2] esrimedi[3] ömrü zalâm[4] içinde
Varlık yokluk birdürür hem ışk sevi birdürür
Dünya ahret birdürür ışk-ı enâm
[5] içinde

SAİD EMRE (13.yy)
13. yy Anadolusu’nda yepyeni bir ekin dizgesinin koca bir yer altı nehri gibi birdenbire yeryüzüne çıkmış olduğunu apaçık görebiliyoruz.

Anlıyoruz ki Anadolu’nun 13. yüzyılı, Türkmen Kocası Hace Nasiru’d Din’in kolaylıkla gülüp geçilemeyen tragedyasının, Baba İlyas’lar, Hace Bektaş’lar, Taptuk Emre’ler, Yunus Emre’ler, Ahî Edebalî’ler tarafından paylaşılmasıyla oluşmaktadır.

Ve 13. yüzyılda Haçlı seferleri nedeniyle Anadolu’da bulunan Avrupa’lı şövalyelerin derinlerdeki, cömertçe paylaşılıvermiş bu tragedyadan paylarına ne düştüğünü, ülkelerine ne götürmüş olabileceklerini, bunların Avrupa’da hangi olaylara yol açmış olabileceğini sorduğumuzda, yüzeysel sezinlemelerimiz bile inanılacak gibi değil!..

Son yıllarda batı dünyasında pek moda olan, yaldızlı esrarengiz, yarı gizli bir yaşam biçimi sanılan sûfîliğin hiç de onların sandığı gibi, çözüldüğünde el çırpılacak yalınkat bir “puzzle” olmadığını, düpedüz topraktan fışkırdığını, gereksemeler üzerine kurulduğunu görüyoruz.

II

Hace Nasiru’d Din’in kültür tarihindeki doğuşu, gülmecenin yeniden doğuşu (renaissance’ı)dur. Doğal ortamında “komedya”yı yaratmış olan insanlık, M.Ö 500’lerde Atina’da Aristokrasinin oluşması sürecine girer, giderek komedyayı “aşağılık” saymaya başlar. Gelmekte olan, aristokrat “kul” kültürüdür. Herkes, bir üstünün kuludur, toplumsal yapı bir kulluk hiyerarşisi biçimine dönüşür. Temel ölçüt güçlülüktir. Fizik gücü daha fazla olan efendidir (kuşkusuz bu durumda erkekler de kadınların “efendi”sidir.).

“Kul” olanın gülme hakkı yoktur. Onlara ilişkin gülme kültürü, “gülmece” oluşturulamaz. Gülmek yalnızca efendilerin hakkıdır. Ama güldürenler yalnızca kulluğun da en alt düzeyinden soytarılar, şaklabanlar, maskaralar, dalkavuklardır. Bu yüzden de onlara her şey yapılabilir; canları yakılabilir, kolları bükülüp kırılabilir, kafaları suya daldırılıp ne kadar süre ölmeden dayanabilecekleri denetlenebilir, boyunları burulup öldürülebilirler. Dahası, birbirleri ile ölümüne dövüştürülebilirler, aslanlara yedirilebilirler…

Aristokratın gülmece(!)si budur…

Bu yüzden Mevlânâ yandaşı olduğu Aristokrat Selçuklu kültürünün verileri ile davranmış, karşıtı olduğu Ahî Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’u şaklaban olarak göstermeye çalışmıştır. Akmakta olan evrensel kültürün değişmekte olduğunun ayırdına varamamıştır. Büyük bir yanlışa düşmüş, insanlık tarihinden silmek istediği Hace Nasiru’d Din, Mevlânâ’nın abartılı gülmeceleriyle yeniden doğmakta olan halk kültürüne (bu kültür o dönem için Burjuva kültürünün ilk adımlarıdır) mâl olmuş ve günümüze değin taşınmıştır.

Kültür tarihinde önce Hallac-ı Mansûr, sonra Ömer Hayyam, İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşt gibi düşünürlerle oluşmaya başladığını bildiğimiz Burjuva kültürü, 13. yy Anadolusunda Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî’nin de hiç istemeden katıldığı bir süreçle derlenip toparlanacak, düzenli bir yapıya kavuşacak, Haçlı şövalyeleriyle taşınacak ve Avrupa “Yeniden Doğuş (Renaissance)”u için çok değerli bir sıçrama noktası olacaktır.

Ankara ve Osmanlı Devletlerini kurmuş olan bu 13.yy Anadolu Türkmen hareketinin, Murat Hüdavendigâr[6]’la başlayıp Sultan Süleyman’la sona eren, Selçuklu-Bizans imzalı Aristokrat karşı-devrimle önü kesilmiştir.

Bu anlayışın sonunda yeniden doğan gülmece kültüründe, yalnızca Hace Nasiru’d Din’in değil, ardından gelen Kaygusuz Abdal’ın payı da az değildir. Avrupa Renaissance’ı Anadolu’da 13. yy’da başlayan bu kültür değişikliğinden el almış, temellerini bunun üstüne kurmuştur. Yazında Montaigne’in “Denemeler”i, Erasmus’un “Deliliğe Övgü”sü, resimde Hans Holbein’in çizimleri, Bosch ve Bruegel’in yapıtları ile Anadolu gülmecesinin üstüne oturmaktadır.

Gülmece böylece, gereğinde dinselliği de içeren, yeniden “insana özgü” bir kültür ürünü olmuştur.
Bir kaz aldım ben karıdan
Boynu da uzun borudan
Kırk abdal kanın kurutan
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

Sekizimiz odun çeker
Dokuzumuz ateş yakar
Kaz kaldırmış başın bakar
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

Kaza verdik birkaç akça
Eti kemiğinden pekçe
Ne kazan kaldı ne kepçe
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

Kaz değilmiş bu be azmış
Kırk yıl Kafdağında gezmiş
Kanadın kuyruğun düzmüş
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

Kazı koyduk bir ocağa
Uçtu gitti bir bucağa
Bu ne haldir hacı ağa
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

Kazımın kanadı selki
Dişi koyun emmiş tilki
Nuh Nebi’den kalmış sanki
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

Kazımın kanadı sarı
Kemiği etinden iri
Sağlık ile satma karı
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

Kazımın kanadı ala
Var yürü git güle güle
Başımıza kalma belâ
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

Suyuna biz saldık bulgur
Bulgur Allah deyi kalgır
Be yârenler bu ne haldir
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

Kaygusuz Abdal nidelim
Ahd ile vefa güdelim
Kaldırıp postu gidelim
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

Kaygusuz Abdal (14.yy)
______________________________
[1] Karikatür Festivali “Karikatür ve Mizah” konulu Bildiriler Kitabı’nda yayınlanmıştır
[2] aşktan
[3] kendinden geçmedi
[4] karanlık
[5] “enâm” iki anlamlı; sözlüğe göre, hem “birkaç sureden oluşan halk için küçük kitap” hem de “halk” anlamına kullanılabiliyor. “Enâm’ın ışığı” yani “kelâm/logos” anlamında olmalıdır.
[6] efendi
===========================================
THE BIRTH OF HACE NASİRU’D DİN AS A CULTURAL AND HISTORICAL PERSONALITY

Ömer TUNCER
English Translation by
Mustafa Özcan

Do you know what CUHA is?

It is defined as ‘an Arab that is famous for being a liar and double–faced, in the Ottoman Turkish dictionary compiled by Mustafa Nihat Özön. In 13th century Anatolian it was used to mean “charlatan”, “buffoon”, “comic”.
Mevlana in Mesnevi tells demeaning stories about one of his enemies, calling him “snake”, “dragon”, “Akhi”, “base”, “coward”, “mean” “homosexual”. He does not mention names but just says “Cuha” For instance, the name of the story on pages 308–310 in Mesnevi Volume II is “The story of Cuha and the kid who is crying in front of his father’s corpse.
The story in short is:

“Oh Dad! Where are they taking you? You are going into a
narrow little house. Inside there is neither a rug no a mat. At night no lamp! No food, no bread in the daytime! No roof, no threshold, no neighbour!”

Cuha says “By God! They are taking him to our house. Look! He is describing our house.”

Mesnevi Volume V, pages 879–880 tells how Cuha takes part in a women’s gathering disguised in women’s clothes and behaves shamelessly.

In Mesnevi Volume IV pp. 1115–1121 the secret love affair between a Judge and Cuha’s wife is told in a comical way.

In Mesnevi Volume V pp. 883–884, he is depicted as the “man” who brings home a pound of meat. When having dinner he notices the absence of the meat and asks his wife about it.

“The cat ate it,” says the wife.

He then puts the cat on the scales, which weighs about half a pound. To his astonishment he exclaims: “If this is the cat, where is the meat? If it is the meat, where is the cat?”

It is clearly understood that the “Nasrettin Hoca” of today’s folklore is Şeyh Nasîrü'd Din Ebü'l Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî; in fact the very “Ahi Evren” himself, - Mevlana’s opponent.

So, how is it that Ahî Evren who is both despised and ridiculed by Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî’ initially becomes Hace Nasirü’d Din, and later takes his incredible place in contemporary world history of humour as Nasrettin Hoca?

First some historical facts:

We know that in 13th century Anatolia, Ahi Evren and his Babai backed Akhi organization, waged war against Mevlana. It was so fierce an onslaught that in 1247 the Akhis killed Mevlana’s Sheik Şems–i Tebrizi. Sheikh Nasirü’d Din was most likely also involved in that conspiracy.
Mevlana’s son Alaüd Din Çelebi also took part in this plot. From then onwards Sheikh Nasirü’d Din and Alaüd Din Çelebi could no longer dwell in Konya, the Seljuk capital, and they retreated to Kırşehir. They lived there for 14 years and organized the Anatolian Akhis.

In 1261, they were unexpectedly raided and killed by Nurettin Caca, the Seljukian Emir of Kırşehir an action which met with Mevlana’s approval.

Mevlana’s rage was so great that he denied his son, Alaü'd Din Çelebi, whose body was brought to Konya, a funeral service.

The primary difference between Mevlânâ and Ahi Evren was that they belonged to different social classes. Akhis were productive tradesman and poorer than the Aristocrats; as such they were subject to harassment. That’s the reason why Mevlânâ makes fun of Sheikh Nasirü’d Din’s poverty by calling him “Cuha” in a sarcastic way.

But it goes further, in another part of the Mesnevi (Vol 4 pp: 567–570) Mevlânâ makes a mockery of Sheikh Nasirü’d Din’s filthiness.

It is known that Ahi Evren was the Master of the tanner’s lodge and himself a tanner. The leather tanners in those days were working their craft in incredibly stinky workshops. By reminding everyone of this, Mevlânâ insults him by saying that by mistake Ahi Evren enters a perfume merchant’s shop and faints due to the aromatic smell of rose-geranium and musk that a tanner is not used to and cannot be revived until an acquaintance lets him smell dogs’ excrement.

The mystic philosophy of Ahi Evren has developed a world perspective that looks for God in any part of nature (Seyr–i Sûlûk–i Afâki). That’s why he does not exclude the “material”; he is “terrestrial”. On the other hand, according to the mystic philosophy of Şems and Mevlânâ, God can only be in one’s “persona”. A man can reach God only by turning into his inner self (Seyr–i Sûlûk–i Enfusi / Spiritual Subjectivism).

Baba İlyas and his followers Hace Bektaş Veli, Taptuk Emre, Yunus Emre, Sheikh Nasirü’d Din Mahmud; that is, Nasrettin Hoca are the “Sufie” that have chosen the first alternative. This difference is reflected in their political convictions and forms the basic Anatolian world vision in the 13th century and later becomes the Anatolian “Sufism” i.e. the Bektashi doctrine and the Turkmen social system of belief and Alevi Shiism.

Mevlânâ in his last Volume (VI) states that he has written Mesnevi as a struggle against some people. This is the struggle against Turkomanism that emerges in the 13th century and lays the foundations of nationalism.

Ahi Evren, Seyh Nasirü’d Din Ebû Hakayık Mahmut b. Ahmet el–Hayi appears not only in Mevlânâ’s Mesnevi but also in his own books “Letaif–i Hikmet and Letaif–i Gıyassiye” in today’s writings called Nasrettin Hoca Jokes.

For example an instance when he sees people shouting to someone that has fallen in water “Give us your hand”.

To this he comments, “He never gives anything to anyone, take my hand!”
This has been quoted from Letaif–i Hikmet.

The contrast between Mevlânâ’s thinking system that proposes a spiritual/celestial life and Nasreddin Hoca’s down to earth way of life is further strengthened by the way he mocks “divinity” which is Mevlânâ’s style in his jokes. It can be concluded that Nasreddin Hoca and Seyh Nasirü’d Din Ebû Hakayık Mahmut b. Ahmet el–Hayi are one and the same.

In this way many details of Nasrettin Hoca’s life can be clarified. We know that he was born in 1171 in Hoy in Azerbaijan, received his initial education in Azerbaijan, spent his youth in Horasan and Maveraünnehir and was in touch with scientists and philosophers there. Meanwhile, he learnt the craft of tanning and chose it as his profession. It is understood that around the year 1204 he came to Baghdad, met Sheikh Evhadü’d Din Kirmani, pledged allegiance to him and became his follower. Later he settled down in Kayseri with the Sheikh and his daughter. We understand that he married Fatma Hatun, the daughter of the Sheikh, and formed a trade guild in Kayseri that resembled the Futuwa Organisation (a semi religious Islamic movement –“Generosity”), of which he was a member in Baghdad and we understand that at a later stage it was called the “Akhi Organization” in Turkish.

As he was a tanner he worked with snakeskins and knew about snakes and how to make use of them; he was called “Evren” meaning a “snake” or a “dragon” As medicine and snakes are inherently linked, his dealings with snakes suggest that he was also interested in that profession. His research in this vocation led to his interest in İbn–i Sina and his being influenced by his philosophy.

Then we also know that in opposition to some criticism written against İbn–i Sina’s book he wrote the criticism called “Müsarilül Müsari”; translated one of İbn–i Sina’s books, and wrote a book titled “İlmü’t Teşrih” / The Science of Operation; which was mentioned in his other books, however it is yet to be discovered.

We know that Fatma Hatun, the wife of Nasreddin Hoca, was the leader of Bacıyan–ı Rum organization (Anatolian Sisterhood) and was in charge of Interior affairs in a Hace Bektaş convent in Sulucakarahöyük for over 20 years after the murder of her husband in 1261.

Mevlânâ is the defender of cultural patriarchy. Therefore, he could not understand why Turkmen women received consideration and respect by their men and he made fun of the relationship between Cuha and his wife. Women as people having an equal role with men in society did not exist in his culture of “Aristocracy”. For this reason, he insults the traditions followed by Turkmens involving Nasirü’d Din, Hace Bektaş and Taptuk Emre. He cannot understand why Turkmen “Sufis” put aside the concept of “unchangeable reality” and espouse the principle of “current truth”.
One who ever attains that sublime rank and acquires its yields
Then in all creation shall divest his entire existence in God.

One who never embraced that mystery has never seen his own essence
He who never got exalted by that light has lived his life in total darkness
Life and death are coextensive, so are the light and love;
Heaven and Earth are coextensive in the light of the Sacred Law.

SAİD EMRE (13th Century)
We can clearly see that a brand new cultural system emerged like a big subterranean river gushing out to the surface in the 13th Century Anatolia. We understand that Anatolia’s 13th century is shaped by people like Baba İlyas, Hace Bektaş, Taptuk Emre, Yunus Emre and Akhi Edebali who shared the tragedy of Türkoman Elder Hace Nasiru’d Din which one finds not so easy to ignore.
Furthermore, in the 13th century what was generously shared with the European Crusader knights who came to Anatolia and what they could have taken back out of this tragedy which was generously shared with them and what effect that could have caused in Europe when questioned, will be beyond our comprehension.

We see that “Sufism” considered superficially mysterious, a half–secretive lifestyle, popular in the west recently, is not necessarily a puzzle applauded when solved but is based on necessities of the nation.

The birth of Hace Nasirü’d Din in cultural history was the renaissance of humour. Humanity, which created the comedy in its natural milieu in 500 B.C. when in the process of forming the Aristocracy in Athena, began to consider humour as insulting. The new culture was an aristocratic culture with everyone as the serf of his superior; the social system turned into a servitude hierarchy. The main criterion is strength. The physically stronger one is the master. (No doubt in this case men are the masters of women).

The “serf” does not have the right to laugh. The culture of humour related to them cannot create humour. To laugh is the right of masters only. But those who make people laugh are still the “serfs” but the lowest caste of serfs i.e. the clowns, the jesters, the buffoons, and the jokers. For this reason, anything could be done to them, their arms could be twisted, their heads could be put into water to test how long they could survive, they could be killed by twisting their necks. Moreover, they could fight to death with each other, could be thrown to lions....

Such is the humour of the aristocrats.

That’s why Mevlana behaved in unison with the values of the Aristocrat Seljuk culture and tried to present his opponent Ahi Evren Sheikh Nasiru’d Din Mahmud as a buffoon. He was not able to realize that the ongoing universal culture had been changing. He was greatly mistaken. Hace Nasiru’d Din, whose name Mevlânâ tried to omit from the history of humanity, became a property of the born again culture of the people (which constitutes the first steps of the Bourgeois culture) and was carried to this present time of ours.

As we know in the 13th Century Anatolia, the Bourgeois Culture started to take shape with philosophers like Hallac-ı Mansûr, Ömer Hayyam, İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşt and with the unwilling contributions of Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî. It reached an orderly state and was transported to the West by the Crusaders to make Europe a very significant springboard for the Renaissance.

This 13th Century Anatolian Turkmen movement that founded Ankara and the Ottoman State, was cut off by the Aristocratic counter-revolution of Seljuks and Byzantium, which started with Murat Hüdavendigâr and came to an end with Sultan Süleyman.

As a consequence not only Hace Nasiru’d Din but Kaygusuz Abdal his successor, have also greatly contributed to the re-birth of the comedy culture. The European Renaissance was influenced by and built its foundations on this changing culture of the 13th Century Anatolia. In Literature the “Essays” of Montague, Erasmus’ “The Praise of Folly”, Hans Holden’s paintings and sketches, the works of Bosch and Bruegel all fit in to the Anatolian comedy.

Thus the comedy has again became a cultural product “unique to man” including religiousness when necessary.

I bought a goose from a woman
Its neck longer than a pipe
It exasperates forty nobles
Some forty days it boiled yet didn’t cook

Eight of us cart the wood
Nine of us light the fire
The goose stares at us its head held high
Some forty days it boiled yet didn’t cook

I bought the goose, I paid some coins
Its flesh was harder than its bones
Neither boiler nor scoop lasted
Some forty days it boiled yet didn’t cook

What a spoiled goose this is
Strolled for forty days around Caucus Mountains
It groomed its wings and tail
Some forty days it boiled yet didn’t cook

We put the goose in a furnace
But it flew off to some place
How terrible my dear fellow
Some forty days it boiled yet didn’t cook

My goose’s wing is yellow
The fox has slaughtered the ewe
As if the goose remains from the days of Noah
Some forty days it boiled yet didn’t cook

My goose’s wing is yellow
It’s bones are thicker than its meat
The woman sold it sound in body
Some forty days it boiled yet didn’t cook

My goose’s wing is speckled
Goodbye to you, happy journey
Don’t you be a burden to us
Some forty days it boiled yet didn’t cook

We mixed bulghur in its broth
The bulghur rises calling God
What is this o my friends I ask you all
Some forty days it boiled yet didn’t cook

I am Kaygusuz Abdal what more can I say
I am bound by oath and loyalty
Let’s pack up the sheepskin rug and go
Some forty days it boiled yet didn’t cook

KAYGUSUZ ABDAL (14.yy)

Sosyokültürel Yapılanmada Gülmece / Humor in the Socio-Cultural Development

Rotterdam'lı Desiderius Erasmus'un
"Deliliğe Övgü" kitabının ilk baskısına
Hans Holbein'ın derkenarı:
"Delilik konuşuyor"

SOSYOKÜLTÜREL YAPILANMADA GÜLMECE, KARİKATÜR VE İNSAN HAKLARI[1]

Ömer TUNCER

Doğuda olsun Batıda olsun, Renaissance’a değin soyluların egemenliğinde yaşayan insanoğlu, içinde yaşadığı kültürel yapıyı “mutlak hakikat” kavramı üzerine kurmuştur. Aristokrat sosyal sınıfın kültür ortamı, “statik”i, “duragan”ı, “değişmeyen”i, yani “mutlak hakikat”i arayan düşünsel bir yapıdır. Bu yapıya göre, “Mutlak hakikat” bizim dışımızda, bizden bağımsız olarak “var”dır. İnsanoğlu’na yalnızca onu bulmak kalır. Ama, “Mutlak hakikat”, insanoğlunun öyle tümüyle ulaşabileceği bir şey değildir. Aklı bunun için yeterli olmaz. “Mutlak hakikat” bütünüyle ancak yaratıcısı olan, yüce varlık tarafından bilinebilir. Yüce varlık, aynı zamanda “mutlak hakikat”in kendisidir de... “Mutlak hakikat”i kavramak, aynı zamanda “yüce yaratıcı”nın kendisini de kavramış olmak demektir.

Toplumsallaştıkça biçimlenen soylu (aristokrat) kültürel yapılanma, “ben”in yaşantısını paylaşmayı amaçlayan sanata izin veremezdi. Çünkü “yüce yaratıcı”dan başka “ben” olamazdı. Bu yüzden “doğal ben”in toplumsallaşması sürecinde resim, yontu, tragedya, mimarlık gibi sanatlar yalnızca “tanrısal ben”i, “yücelik”i konu alıyordu. İnsanoğlu doğallıktan uzaklaştıkça “doğal ben” olmaktan da uzaklaşıyor, “kul” kültürü oluşuyordu. Antik Ege kültüründe Sappho’nun lirik şiiri, insanın doğal gülme duygularını ortaya çıkaran komedya, aşağı bir kültürün ürünü sayılıyordu. Giderek “katharsis/arınma”yı (“doğal”lıktan arınıp “kul”a dönüşme) sağlayan ve insanı “yüce”lik karşısında “boyun eğme”ye yönelten tragedya yüceltilir oldu.

Ardından koca Ortaçağ geldi, “kul” kültürü, insanlığı büsbütün örttü.

İnsanca coşku, sevgi, mutluluk yok edildi; Ortaçağ, “doğal ben” için zorlamaların, yasaklamaların, cezalandırmaların; mutsuzluğun, coşkusuzluğun, asık suratlı insanların çağı oldu. Kul kültürü “ciddiyet”in kültürüydü.

“Kul”, istemese de “ciddi” olmak zorundaydı.

Ama inceden de aksa, “insan”ın oluş süreci önünde sonsuza değin dayanabilecek set yoktur. Sokrates idealizminden bu yana gelişmekte olan koca Ortaçağ yavaş yavaş sona eriyor, daha özgür olan Doğu’dan değişik sesler geliyordu:

“Onun sevgisi üzre ben Hakk’ım.”
Hallac-ı Mansur
(857-922)
“Vasiyet”
Tanrı’dan başka “ben” yoktu. Öyleyse Hallac da aradaki “ciddiyet”i kaldırır atar, yerine coşkuyu, sevgiyi koyar, tanrıyla birleşir, tanrılaşırdı... Böylece kulluktan kurtulur, “ben” olabilirdi...

Ardından Ömer Hayyam, kullarına içkiyi yasaklamış olan tanrıya Ortaçağın ciddiyet sislerinin dağılmaya başladığını, artık kendisinin o kullardan olmadığını haber veriyordu:

Mey kâsemi kırdın, yere vurdun Tanrım
Zevkimden edip sanki ne buldun Tanrım
Gül rengi şarâbım yere döktün tekmil
Zannım bu ki sen de sarhoş oldun Tanrım


Ömer Hayyam (12.yy)
(Çev: Orhan Veli Kanık)
Sonra Anadolu’lu sûfîler geldi. Hace Bektaş’lar, Yunus Emre’ler, Aşık Paşa’lar... “Var olan” tek “birey”in, tanrının benliğiyle birleşip tanrılaşan ama Hallaç’la aynı kaderi paylaşmaktan kurtulamayan Seyyid Nesimî’ler:

Nesîmi oldu Hakk ile Hakk yüzdükleri derisidir.

İnsanoğlunun artık bir “ben”liği vardı.

Önce Yunus, “ben”liğini gösterdi, Şiirine adını, imzasını ilk koyanlardan oldu.

Gülmece ile yoldan saptığını düşünenler insanı şaklabanlıkla suçladılar, alaya aldılar. Onlara göre “kul” olunmazsa “şaklaban” olunurdu, insan için başka bir yol yoktu. “Ben”lik sahibi olma isteği şaklabanlık demekti.

Mesnevi’de(II.Cilt) Mevlânâ(13.yy), “Babasının cenazesi önünde ağlayan çocuk ve Cuha(bir Arap şaklabanı)’nın hikâyesi”ni anlatıyor:

“Hey baba... Seni nereye götürüyorlar?.. Daracık bir eve gidiyorsun. İçinde ne kilim ne hasır var!.. Gece, lamba yok!.. Gündüz aş yok, ekmek yok!.. Ne dam var, ne eşik, ne komşu!..” deyince Cuha, “Vallahi onu bizim eve götürüyorlar” der. “Baksana bizim evi tarif ediyor!..”
Mevlânâ, “kul”luktan kurtulmakta olan Anadolu Sûfilerini küçümsemek ve belki de engel olmak için komik durumlara düşürmeye çalışır. Yine Mesnevi’de (V.Cilt):

Adamın biri diye anlatılır, evine yarım okka (bir okka 1283 gr.) et getirmiş. Ancak akşam yemeğinde eti göremeyince karısına sormuş. Karısı “kedi yedi” deyince de tutmuş kediyi tartmış. Kedi yarım okka gelince, “Bu, kediyse et nerde; etse kedi nerde?..” diye sormuş...
Öyküler bildik... Mevlânâ’nın yerin dibine batırmak için yazdığı şaklaban öykülerindeki “insan” inceliğiyle Nasreddin Hoca, kendi gibi ayakları yere basan Anadolulu tarafından yere göğe sığdırılmaz... Anadolu kültürünün içinde yoğrulur, günümüze değin taşınır. Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü başkanı Prof. Mikâil Bayram’ın “TARİHİN IŞIĞINDA NASREDDİN HOCA VE AHİ EVREN” adlı kitabına göre bu Anadolu’lu can, Hace Nasiru’d Din, Şeyh Nasiru’d Din Mahmud, yani Ahî Evren’dir.

Anadolu Sûfileri “esprit/gülmece”yi gerçek anlamında anladılar, önemsediler. Hace Nasiru’d Din’in kitaplarından “Letâif-i Gıyâsiyye” ve “Letâif-i Hikmet”in adlarındaki “Letâif” sözcüğü, “latifeler” demektir ve “incelikler” anlamına gelmektedir[2].

Şeriat kapısının insanı korkuyla terbiye etmeyi amaçlayan inançları bu incelikten yoksundu:

Sen, türlü yemişlerle, birçok şeylerle aldatılan çocuğa benzersin. (...)Huri, köşkler, ırmaklar, ağaçlar, yemişler ve cümle benzer nimetlerin tümü, düşte gerçekleşir, duyumlarda (hassada) değil.
“Varidat”
Şeyh Bedreddin (14.yy)
Korkutucu tanrı inancını ince ince eleştirenler oldu:

(...)Terazî korsun hevâset tartmağa
Kastedersin beni oda atmağa

Terazî âna gerek bakkaal ola
Yâ bezergân tâcir ü attâr ola

Çün günah murdârların murdârıdır
Hazretinde yâramazlar kârıdır
(...)
Sen basirsin hod bilirsin hâlimi
Pes ne hâcet tartasın a’mâlimi

Geçmedî mi intikaamın öldürüp
Çürütüp gözüme toprak doldurup(...)

Yunus (13.yy)

İnsanoğlu’nun “kul”dan “ben”e dönüşmesi ve tanrılaşması ona her alanda dünyaya egemen olma hakkı tanıdı. Oysa gücünün yetmediği pek çok alan vardı. “Ben”inde eksik bulduğu gücü aklıyla, zekâsıyla tamamlayacaktı:

(...)
Kıldan köprü yaptırmışsın gelsin kulum geçsin deyü
Hele biz şöyle duralım yiğit isen geç e Tanrı

Kaygusuz Abdal (14.yy)
Gülmece, insanın “insanlaşma süreci”nde ortaya çıkmıştır.

Anadolu’dan 100-150 yıl kadar sonra Avrupa’da insanoğlu, Renaissance’da ezik “kul” ciddiyetini terk etmiş “birey benliği”nin ürünü olan inceliğe, gülmeceye yönelmiştir.

İşte Montaigne(16.yy) işte hekimlik:

“Hekiminiz uykuyu, şarabı ve eti sizin için zararlı görüyorsa üzülmeyin; ben size onun gibi düşünmeyen bir başka hekim bulurum.”
İşte Erasmus(16.yy) işte delilik:

“Kadınların, burada söylediklerime kızacak kadar deli olduklarını sanmıyorum. Ben onların cinsindenim, ben Delilik’im. Onların deli olduklarını kanıtlamak, haklarında yapabileceğim en büyük övgü değil midir? Zira işin doğrusuna
bakılacak olursa, erkeklerden sonsuz derecede daha mutlu olmalarını bu deliliğe borçlu değil midirler? Her şeye yeğlemekte haklı oldukları şu büyüleri, en gururlu kıyıcıları kendilerine bağlamaya yarayan şu çekiciliklerini ilk önce delilikten almıyorlar mı?”
Üstelik Erasmus’un “Deliliğe Övgü” adlı kitabı, Hans Holbein’in esprili çizimleriyle, bir tür karikatürle doludur.

Resme “ben” inceliğini katan ilk sanatçılar olarak Hièronymus Bosch (15.yy sonu), Baba Bruegel (16.yy) ile oğullarını görüyoruz.

Bugünkü anlamda karikatürün doğuşu 19.yy’da gerçekleşti. 13.yy’da başlayan ve temelinde “ben” kavramı bulunan kültürel yapılanma süreci, Renaissance’ı, dinde yenileşmeleri oluşturmuş, siyasallaşmış, Burjuva devrimleriyle iktidara gelmişti.

Sosyoloji bilimi, gelişmeyi ve değişmeyi sağlayan “akış”ın, bütün doğayı olduğu gibi toplumları da etkilediği anlaşıldıktan sonra ortaya çıkmıştır. Bilimsel yöntemlerle bakınca, toplumsal gelişmenin, yeni kültürleri oluşturmaya çalışanlarla eski kültürleri taşıyanlar arasındaki çatışmayla ortaya çıktığını görülmüştür. Bu çatışmada, ayrıca, gülmecenin, toplumsal gücü (resmi ideoloji) elinde tutan eski kültürün taşıyıcılarına karşı savaşımda da, yeni kültürün oluşturulmasında da çok etkili olduğu anlaşılmaktadır.

Fransız Devrimiyle başlayan siyasal sürecin Dünya burjuva devrimini gerçekleştirip “ben” temelli kültürünü bütün dünyada siyasal iktidara taşımasından sonra, şaşırtıcı bir biçimde, “birey”in yeniden “kul”a dönüşme tehlikesi ortaya çıktı. Burjuva sınıfının elinde tuttuğu üretim aracı olan “sermaye”nin yönlendirmesiyle davranmak, istediği gibi tüketmek, istediği gibi üretmek, onun oluşturduğu dizgeye göre yaşamak gerekiyordu. Yani Burjuva sınıfı, kendisinin varlık nedeni olan “ben” kültürünü yok etme sürecini başlattı ve bireyin birey olma haklarını elinden alma savaşımına girişti. Sermaye güçlendikçe birey zayıflıyor ve insan olma hakları elinden alınıyordu.

“Ben” kültürünün siyasallaşması sonucunda Fransız Burjuva Devrimi ile ortaya çıkan İnsan Hakları’nın, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası, Birleşmiş Milletler tarafından korunmaya alınması da yeterli olmadı.

Karikatür, çağdaş anlamıyla, bu dönemin “insan”ının hakkını koruma savaşımında kullanılan başarılı bir “savaşım aracı-sanat” olarak, doğdu ve gelişti.

3. Binyılın sonlarına doğru insanlığın nasıl bir kültür içinde olacağını bugünden bilmek zor. Ama insanoğlu nereye doğru ilerlerse ilerlesin karikatür, geleceğin insanı için verilecek bütün savaşımlarda kullanılabilir bir araç, yaşanabilir bir sanat olacak görünüyor. “İnsan”ı geleceğin toplumlarına götürecek kapının açılmasında ve insanlığın bu kapıdan geçmesinde karikatürün görevi ve payı oldukça yüklüdür. Üstelik bu görev artarak sürecek gibi görünüyor.
___________________________
[1] Karikatür Vakfı’nın düzenlediği Karikatür Festili’nin “İnsan Hakları” konulu konferansına sunulmuş bildiridir ve aynı konudaki bildiriler kitabunda yayınlanmıştır.

[2] Dünya mizah tarihi, Mevlevilik, Katoliklik gibi sünnî/ortodoks inanç dizgelerinin aşağıladığı gülmecenin “kaba komiklik / şaklabanlık / cuha” anlamından sıyrılıp “incelik / lâtife” anlamında kullanılması ile başlar. Bunun oluşabilmesi için insanın “kul” olmaktan kurtulup “ben” olabilmesi gerekir.
=============================
The Role of Humor , Caricature and Human Rights in the Socio-Cultural Development

Ömer Tuncer

Translated by:
Ayla İmre Onart
Adnan Adam. Onart

Both in the East and the West, until the Renaissance, people who lived under the domination of the nobles, constructed a cultural structure within which they lived, accepting it as the “absolute truth.” The cultural environment of the aristocratic social class is based on a way of thinking that searches for the “static,” the “immutable,” that is, the “absolute truth.” According to his way of thinking, the “Absolute Truth” exists outside of us, independent of us. People are expected to simply discover it. Reason is not sufficient to achieve this. The “Absolute Truth” can only be known to its creator, to the sublime being. The sublime being is also the “Absolute Truth.” To understand the “Absolute Truth” means also to understand its sublime creator.

The cultural formation of the class of the nobles (of the aristocrats) as it gained social structure, could not leave alone the arts that aim to share the experience of the individual “I,” because there couldn’t be any “I” but the “I” of the sublime being. For that reason, in the socialization process of the “natural I,” artistic endeavors such painting, sculpture, tragedy, architecture could only cover the “divine I” or the “sublime.” The human beings, as they distanced themselves from the nature, they distanced themselves also from being a “natural I,” and creating a culture of “creature.” People were belittling the cultural accomplishments of Antic Aegean culture such as the lyrical poems of Sappho or the comedy that makes us laugh. In time, the tragedy that produces the catharsis/purification (purification from nature in order to become the creature) and pushes man to submit to the sublime has started to gain esteem.

Then came the gigantic Middle Age and the “Servant Culture” became even more dominant.

Humane emotions, love and happiness were destroyed. The Middle Age became the age of coercing the “Natural I,” the age of prohibitions, punishments, unhappiness, apathy, soberness. “Servility” was also the culture of dourness.

“Servants,” whether they liked it or not, were forced to become dour and dull.

No obstacle can forever stop the flow of the “human” process – even a feeble one. The Middle Ages had been evolving ever since the Socratic Idealism’s demise and at that time the voices emanating from the East which had been enjoying more freedoms were diverse and rich.

“I am the Truth rooting in His love.”
Hallac-I Mansur (857-922)
“The Will”

There was no “I” but the divine I. That means Hallac was getting rid of the “dour” and replacing it with passion and love, thus becoming one with the divine and becoming divine.

After Hallac, Omar Khayyam announced to the prohibitionist God that the seriousness of the Middle Ages were dissipating and that he was not one of His serious creatures:

You broke my glass; you threw it to the ground, my God
You spoilt mypleasure, to what end, my God,
You spilled and wasted my rose colored wine
I think you were the drunk one, my God

Omar Khayyam
(12th Century)

Then came the Anatolian Sufis: Hacı Bektaş, Yunus Emre, Aşık Paşa and the others… Seyyid Nesimi who shared the destiny of the Hallac when he merged into the divine to become divine:

Nesimi became the Truth with the Truth
What they flay is just his skin
Man now had an “I.”
First Yunus expressed his “I;” he was the first bard to put his name in his poems.

Those who were considering the humor to be a heresy accused the “man” to be a buffoon and made fun of him. According to them, one had to be either a “creature” or a “buffoon.” There was no middle ground. Claiming an “I” meant the desire to become a “buffoon.”

Rumi (13th century) in his Methnevi (2nd volume) tells the story of a child crying at the funeral of his father and Cuha (a buffoon from Arabia):

“O my father… Where are they taking you? They are taking you to a small house without carpet, without rug. A house where there is no light during the evening, nothing to eat, not even bread during the day. Hearing these words, Cuha says: They must be taking the decease to our place. The kid has been describing our house."
Rumi makes fun of Anatolian Sufis who are in the process of emancipating from being the “creature” and maybe attempts to stop this process. Again in Methnevi (volume V.), we can read:

The husband brings home a pound of meat. But when he does not see any meat in his dinner dish, he asks his wife. The wife replies: The cat ate it. The husband weighs the cat and he observes that the cat weighs just a pound. He asks, if this is the cat where is the meat and if this is meat, where is the cat.
The stories were familiar. Nasreddin Hoca, whom Rumi tries to disgrace, was much loved by the Anatolian people who shared his down-to-earthliness. This tradition melted into the Anatolian culture and reached to our era. Prof. Mikail Bayram, the head of History Department of the Selçuk University, in his book “ Nasreddin Hoca and Ahi Evren from the Perspective of History” observes that this Anatolian figure, Hace Nasiru’d Din, is in reality Şeyh Nasiru’d Din Mahmud, that is Ahi Evren.

The Anatolian Sufis understood really the point of the humor and appreciated it. The books of Hace Nasiru’d Din “Letaif-i Giyasiyye” and “Letaf-i Hikmet” the word “letaif” to mean “joke” and “finesse.”

Sharia on the other hand, who tried to discipline men with fear, did not include anything similar to the ‘finesse’.

You are similar to a child manipulated with the promise of fruits and such things. Angels, palaces, trees, fruits and similar goods exist only in the dreams, not in the senses.
“Varidat” – Şeyh Bedreddın (14th century)

In the mean time, there were those who criticized a God who used fear as his tool to discipline his creatures.

(...)You set a scale to weigh deeds, for your aim
Is to hurl me into Hell’s crackling flame.
A scale is suitable for a grocer,
For a small merchant or a jeweler.
Sin, though, is a vilest, filthiest vice,
The profit of those unworthy of Grace.
You can see everything, you know me-fine;
Then, why must you weigh all these deeds of mine?
Do you still seek revenge though you killed me,
Since I rotted, since darkest soil filled me.(...)
Yunus (13th Century)
Translated by: Talât Halman
The transformation of man from creature to an “I” and to divine gave him a dominant status in all areas. But there were areas beyond his reach.

Wherever he felt short of his goal, he attempted to compensate by using his intelligence:

(…)
You built a bridge from a hair for your creatures to pass
Why don’t you give a try first, our God, the fearless

Kaygusuz Abdal (14th century)
Humor took shape within the process of humanization.

After 100 – 150 years in Europe, during the Renaissance, man leaving behind the serious and bruised “creature/servant” status, moved toward the finesse and the humor that are the product of the emergence of the “individual I.”

Listen to Montaigne (16th century) commenting on medicine:

If your doctor is against sleep, vine and meat, don’t worry I’ll find you another one who would be in favor of these.
Listen to Erasmus (16th century) commenting on folly:

I don’t believe, women are fool enough to be upset with things I write here. I am of their kind, I am the Folly. Isn’t it the highest compliment to women, to prove their folly? After all don’t they owe the fact that that they much more happy than men to their folly? Don’t you think they owe their charm they prefer to anything else and their appeal to the most proud men to the folly?
Moreover Erasmus’ “Praise of Folly” is full of humoristic gravures, some kind of caricatures.

I count among the painters who brought the finesse of “I” to the painting, Hieronymus Bosch (15th century), Bruegel, the father (16th century) and his sons.

The advent of the caricature (cartoon) as we know today happened during the19th century. The cultural formation that had started at 13th century and was based on the concept of the “I”, had created Renaissance, reformation in the religion, underwent a politization and brought to power the bourgeoisie.

Sociology as a science comes into being after our understanding that the process that brings the evolution and the change to the nature is also in the works for the social domain. When the scientific methods are used, it becomes clear that social development happens through the conflict between the ones who work to create a new culture and the ones who attempt to conserve the old culture.

But something very curious happened: after the political process that started with the French Revolution established the culture of “I” in the whole world, the individual risked again to become a “creature/servant” (a subject). What was required now was, to live, to consume, to produce according to the system created by the bourgeoisie who was holding the means of production in its hands. That means the bourgeoisie started to destroy its very reason of existence, and waged the war of taking-away-the-rights of the individual to be an individual. As the capital was getting stronger, the individual was getting weaker and its rights were more and more taken away.

Human rights that had emerged as a result of politization of the culture with French revolution could not be protected after the Second War despite the efforts of the United Nations.

Caricature (or cartoons) in its contemporary meaning became and evolved to be an effective artistic weapon during this period for protecting the human rights.

At the turn of this millennium, it is difficult to predict what type of culture we are going to be in. But whichever direction the human race is going to take, caricature is going to be a weapon in the hands of the humanity of the future to protect its rights. In paving the path that will take the humanity to the societies of the future, caricature will have an important role. Moreover this role seems to be growing every day.