Akşehir'de Nasrettin Hoca'nın kapısı kilitli, her yanı açık türbesi
(gerçek bir mezar değl, "makam"dır)
HACE NASİRÜ’D DİN’İN BİR KÜLTÜR TARİHSEL VARLIK OLARAK DOĞUMU[1]
Ömer TUNCER
I
“CUHA” nedir biliyor musunuz?
Mustafa Nihat Özön’ün Osmanlıca sözlüğünde “Yalancılık ve ikiyüzlülükte ün salmış bir Arap” diye açıklanıyor. 13.yy Anadolu’sunda ise şarlatan, şaklaban, maskara, komik anlamlarında kullanılıyor.
Mevlânâ, Mesnevî’sinde bir düşmanını “yılan”, “ejder”, “Ahî”, “cuha”, “muhannes/alçak, korkak, namert, eşcinsel” diyerek kötülemekte, onun yaşamına ilişkin kimi “hikâye”ler anlatmaktadır. Adını anmaz, yalnızca “Cuha” der.
Sözgelimi, Mesnevi, II.Cilt, 308-310. sayfalardaki öykünün adı, “Babasının cenazesi önünde ağlayan çocuk ve Cuha’nın hikâyesi” başlığını taşıyor. Öykü özetle şöyle:
“Hey baba... Seni nereye götürüyorlar?.. Daracık bir eve gidiyorsun. İçinde ne kilim ne hasır var!.. Gece, lamba yok!.. Gündüz aş yok, ekmek yok!.. Ne dam var, ne eşik, ne komşu!..” Cuha, “VallAhî onu bizim eve götürüyorlar” der. “Baksana bizim evi tarif ediyor!..”
Mesnevi V.Cilt, 879-880. sayfalarda da Cuha’nın kadın kılığında kadınlar meclisine girmesi ve edep dışı davranışlarda bulunması anlatılmaktadır.
Mesnevi IV.Cilt, 1115-1121. sayfalarda ise Cuha’nın karısının Kadı ile arasında geçen gizli aşk serüveni komik bir dille anlatılmaktadır.
Mesnevi V.Cilt, 883-884. sayfalarda ise bu kez “adamın biri” diye anlatılır, evine yarım okka (bir okka 1283 gr.) et getirmiş. Ancak akşam yemeğinde eti göremeyince karısına sormuş. Karısı “kedi yedi” deyince de tutmuş kediyi tartmış. Kedi yarım okka gelince, “Bu, kediyse et nerde; etse kedi nerde?..” diye sormuş...
Halkın ağzında günümüze değin gelen Nasrettin Hoca’nın, Mevlânâ’nın düşmanı Şeyh Nasîrü'd Din Ebü'l Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî, yani Ahî Evren olduğu açıkça anlaşılıyor.
Peki, ne oluyor da Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî’nin aşağılamak için yaşantısını abartarak komik duruma düşürmeye çalıştığı Ahî Evren, önce Hace Nasiru’d Din, günümüzde de Nasrettin Hoca olarak dünya gülmece tarihindeki inanılmaz yerini alıyor?
Önce tarihsel gerçekler:
Gerçekten Ahî Evren ve Babaî ardılı Ahî örgütünü, 13. yy Anadolusu’nda Mevlânâ’ya karşı savaşım içinde görüyoruz. Bu, öyle kıran kırana bir savaşım ki, Ahîler 1247’de, belki de Şeyh Nasîrü'd Din’in de içinde bulunduğu bir komployla Mevlânâ’nın Şeyhi, Şems-i Tebrîzî’yi öldürürler. Bu komplonun içinde Mevlânâ’nın öz oğlu Alaüd Din Çelebi de vardır.
Şeyh Nasîrü'd Din ve Alaüd Din Çelebi bundan sonra artık Selçuklu Başkenti Konya’da tutunamaz ve Kırşehir’e çekilirler. 14 yıl orada yaşar, Anadolu Ahîlerini örgütlerler. 1261 yılında Mevlânâ’nın da onayıyla Kırşehir’in Selçuklu Emîri Nurettin Caca tarafından kanlı bir baskınla öldürülürler.
Mevlânâ’nın öfkesi öyle bir öfkedir ki, Konya’ya getirilen oğlu Alaüd Din Çelebi’nin cenaze namazını kıldırmayı reddeder.
Mevlânâ ile Ahî Evren, Şeyh Nasîrü'd Din’in arasında var olan temel ayrılık sınıfsaldır. Ahîler üretici esnaftır, Aristokratlardan yoksuldur bu nedenle de aşağılanan bir kesimdir. Mevlânâ bu yüzden alaylı bir dille Cuha diyerek Şeyh Nasîrü'd Din’in evinin fakirliğini alaya almaktadır.
Bu kadarla kalsa iyi; Mesnevi’nin bir başka yerinde (IV. Cilt, s:567-570), Onun “pis”liği ile alay eder. Bilindiği gibi Ahî Evren, Debbağlar pîridir, debbağ’dır. Günümüze adı “tabak” olarak gelmiş olan dericilik mesleği, son derece kötü kokan atelyelerde yapılır. Bunu anımsatarak aşağılamak için Mevlânâ, yanılıp attarlar çarşısına giden “debbağ”ın alışık olmadığı misk ve ıtır kokularından dolayı düşüp bayıldığını ve tanıyan biri çıkıp köpek pisliği koklatıncaya değin ayıltılamadığını anlatarak alaya alır.
Ahî Evren’in içinde bulunduğu tasavvuf düşüncesi, Allah’ı evrenin her parçasında, her maddesinde arayan bir dünya görüşü geliştirmiştir (Seyr-i Sülûk-i Âfâkî / Ruhun Nesnel yolu). Bu nedenle de maddeyi dışlamaz, dünyevîdir. Oysa Şems’in ve Mevlânâ’nın geliştirdikleri tasavvuf düşüncesine göre, Allah, yalnızca insanın “kendi beni”nde olabilir. İnsan ancak kendi içine dönerek ona ulaşabilir (Seyr-i Sülûk-i Enfusî / Ruhun Öznel yolu).
Baba İlyas ve ardılları Hacı Bektaş Veli, Taptuk Emre, Yunus Emre, Şeyh Nasîrü'd Din Mahmud, yani Nasreddin Hoca birinci yolu seçmiş olan Sûfîlerdir. Bu ayırım, siyasal çizgilerine değin yansıyacak ve 13. yy Anadolu’sunun temel dünya görüşünü oluşturacak, daha sonra Anadolu Sûfiliğini, yani Bektaşiliği ve bir Türkmen inanç-toplum dizgesi olarak da Aleviliği ortaya çıkaracaktır.
Mevlânâ, son (VI.)cildinin başında, Mesnevi’yi, birileri ile mücadele etmek amacıyla yazdığını söylemektedir. Bu, Anadolu’da 13.yy’da ortaya çıkan ve daha sonra “uluslaşma”yı hazırlayacak olan Türkmencilik akımıyla mücadeledir.
Ahî Evren, Şeyh Nasîrü'd Din Ebü'l Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî’nin, yalnızca Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde değil, kendi kitaplarında, Letaif-i Hikmet ve Letaif-i Gıyasiyye’de de bugüne, Nasrettin Hoca fıkrası olarak ulaşmış öyküler görüyoruz.
Söz gelimi suya düşen birine “ver elini” diye bağıran insanları görünce, “o hiç kimseye hiçbir şeyini vermez” diyerek “al elimi” diye seslenmesi, Letaif-i Hikmet’ten alınmıştır.
Mevlânâ’nın “uhrevî / göksel” bir yaşamı öneren düşünce dizgesinin karşısına, bir halk insanı olarak Nasrettin Hoca’mızın, bildiğimiz, ayakları yere basan yaşam biçimini koyarak güçlendirebilir, fıkralarında karşısındaki Mevlânâ tarzı “yüce”liklerle dalga geçişiyle pekiştirirsek her ikisinin aynı kişi olduğu daha da açıklıkla anlaşılır.
Bu durumda Nasrettin Hoca’nın yaşamının pek çok ayrıntısı da ortaya çıkar. 1171’de Azerbaycan’ın Hoy kentinde doğduğu, ilk eğitimini Azerbaycan’da yaptığını, gençliğini Horasan ve Maveraünnehir’de geçirdiğini ve oradaki bilim adamları ve mutasavvıflarla ilişki içinde olduğunu biliyoruz. Bu arada Debbağlığı da öğrendiği kendine meslek olarak seçtiğini anlıyoruz. 1204 yılı dolaylarında Bağdat’a geldiği, Şeyh Evhadü’d Din Kirmani ile tanışıp ona bağlandığı anlaşılıyor. Sonra Şeyh Evhadü’d Din ve kızı ile birlikte Kayseri’ye gelip yerleşir. Burada şeyhin kızı Fatma Hatun ile evlendiğini, ve Bağdat’ta üyesi olduğu Fütüvvet teşkilatlarına benzer bir kuruluşu Kayseri’deki esnafla birlikte oluşturduğunu ve buna Türkçe olarak “Ahî Teşkilatı” denilmeye başlandığını anlıyoruz.
Debbağlık yapıyor olması, onun yılan derisi gereksemesini karşılamak için yılanlara ilişkin bilgisinin oldukça iyi olduğunu, bu yüzden de “Evren” yani yılan, ejder adıyla anılmaya başlandığını gösteriyor. Hekimlikle yılan ilişkisi, onun hekimlikle de ilgilendiğini gösteriyor. Bu arada hekim ve araştırmacı yanı, İbn-i Sina ile ilgilenmesini ve düşüncelerinden etkilenmesi sonucunu doğuruyor. Daha sonra İbn-i Sina’nın kitaplarına yazılmış bir reddiyeye karşı “Müsari’ül-Müsari” adıyla bir reddiye yazdığını, bir yapıtını da çevirdiğini, başka kitaplarında adı geçen, ancak henûz bulunamayan “İlmü’t Teşrih / Ameliyat Bilimi” adlı bir de kitap yazdığını biliyoruz.
Hace Nasiru’d Din’in karısı Fatma Hatun’un Anadolu Bacıları (Bacıyan-ı Rûm) örgütünün başı olduğunu, kocasının 1261’de öldürülmesinden sonra 20 yılı aşkın Hace Bektaş’ın Sulucakarahöyük’deki dergahının iç işleri sorumlusu olarak yaşadığını anlıyoruz.
Mevlânâ, Aristokrat, ataerkil ekinsel yapının savunucusudur. Bu yüzden, Türkmenler’in kadınlarını da adamdan saymalarını anlayamaz; Cuha’nın karısı ile ilişkisini alaya alır. Kadınlarla erkeklerin “insan” olarak bir arada bulunabileceği, onun Aristokrat kültüründe bulunan bir şey değildir. Bu nedenle Hace Nasiru’d Din’in, Hace Bektaş ve Taptuk Emre’nin de içinde bulunduğu Türkmen geleneğinde kadının da insandan sayılmasını aşağılar. Türkmen sûfîlerini, “değişmez gerçek”in bir yana bırakılmasını, zıtların birliğinin oluşturduğu “güncel doğru”nun akışkanlığının yaşam ilkesi haline getirilmesini anlayamaz.
Bu makama kim ere işbu nakdi kim dere
Varlığın Hakk'a vere cümle âlem içinde
Kim bu sırra ermedi kendözünü görmedi
Bu ışkdan[2] esrimedi[3] ömrü zalâm[4] içinde Varlık yokluk birdürür hem ışk sevi birdürür
Dünya ahret birdürür ışk-ı enâm[5] içinde
SAİD EMRE (13.yy)
13. yy Anadolusu’nda yepyeni bir ekin dizgesinin koca bir yer altı nehri gibi birdenbire yeryüzüne çıkmış olduğunu apaçık görebiliyoruz.
Anlıyoruz ki Anadolu’nun 13. yüzyılı, Türkmen Kocası Hace Nasiru’d Din’in kolaylıkla gülüp geçilemeyen tragedyasının, Baba İlyas’lar, Hace Bektaş’lar, Taptuk Emre’ler, Yunus Emre’ler, Ahî Edebalî’ler tarafından paylaşılmasıyla oluşmaktadır.
Ve 13. yüzyılda Haçlı seferleri nedeniyle Anadolu’da bulunan Avrupa’lı şövalyelerin derinlerdeki, cömertçe paylaşılıvermiş bu tragedyadan paylarına ne düştüğünü, ülkelerine ne götürmüş olabileceklerini, bunların Avrupa’da hangi olaylara yol açmış olabileceğini sorduğumuzda, yüzeysel sezinlemelerimiz bile inanılacak gibi değil!..
Son yıllarda batı dünyasında pek moda olan, yaldızlı esrarengiz, yarı gizli bir yaşam biçimi sanılan sûfîliğin hiç de onların sandığı gibi, çözüldüğünde el çırpılacak yalınkat bir “puzzle” olmadığını, düpedüz topraktan fışkırdığını, gereksemeler üzerine kurulduğunu görüyoruz.
II
Hace Nasiru’d Din’in kültür tarihindeki doğuşu, gülmecenin yeniden doğuşu (renaissance’ı)dur. Doğal ortamında “komedya”yı yaratmış olan insanlık, M.Ö 500’lerde Atina’da Aristokrasinin oluşması sürecine girer, giderek komedyayı “aşağılık” saymaya başlar. Gelmekte olan, aristokrat “kul” kültürüdür. Herkes, bir üstünün kuludur, toplumsal yapı bir kulluk hiyerarşisi biçimine dönüşür. Temel ölçüt güçlülüktir. Fizik gücü daha fazla olan efendidir (kuşkusuz bu durumda erkekler de kadınların “efendi”sidir.).
“Kul” olanın gülme hakkı yoktur. Onlara ilişkin gülme kültürü, “gülmece” oluşturulamaz. Gülmek yalnızca efendilerin hakkıdır. Ama güldürenler yalnızca kulluğun da en alt düzeyinden soytarılar, şaklabanlar, maskaralar, dalkavuklardır. Bu yüzden de onlara her şey yapılabilir; canları yakılabilir, kolları bükülüp kırılabilir, kafaları suya daldırılıp ne kadar süre ölmeden dayanabilecekleri denetlenebilir, boyunları burulup öldürülebilirler. Dahası, birbirleri ile ölümüne dövüştürülebilirler, aslanlara yedirilebilirler…
Aristokratın gülmece(!)si budur…
Bu yüzden Mevlânâ yandaşı olduğu Aristokrat Selçuklu kültürünün verileri ile davranmış, karşıtı olduğu Ahî Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’u şaklaban olarak göstermeye çalışmıştır. Akmakta olan evrensel kültürün değişmekte olduğunun ayırdına varamamıştır. Büyük bir yanlışa düşmüş, insanlık tarihinden silmek istediği Hace Nasiru’d Din, Mevlânâ’nın abartılı gülmeceleriyle yeniden doğmakta olan halk kültürüne (bu kültür o dönem için Burjuva kültürünün ilk adımlarıdır) mâl olmuş ve günümüze değin taşınmıştır.
Kültür tarihinde önce Hallac-ı Mansûr, sonra Ömer Hayyam, İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşt gibi düşünürlerle oluşmaya başladığını bildiğimiz Burjuva kültürü, 13. yy Anadolusunda Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî’nin de hiç istemeden katıldığı bir süreçle derlenip toparlanacak, düzenli bir yapıya kavuşacak, Haçlı şövalyeleriyle taşınacak ve Avrupa “Yeniden Doğuş (Renaissance)”u için çok değerli bir sıçrama noktası olacaktır.
Ankara ve Osmanlı Devletlerini kurmuş olan bu 13.yy Anadolu Türkmen hareketinin, Murat Hüdavendigâr
[6]’la başlayıp Sultan Süleyman’la sona eren, Selçuklu-Bizans imzalı Aristokrat karşı-devrimle önü kesilmiştir.
Bu anlayışın sonunda yeniden doğan gülmece kültüründe, yalnızca Hace Nasiru’d Din’in değil, ardından gelen Kaygusuz Abdal’ın payı da az değildir. Avrupa Renaissance’ı Anadolu’da 13. yy’da başlayan bu kültür değişikliğinden el almış, temellerini bunun üstüne kurmuştur. Yazında Montaigne’in “Denemeler”i, Erasmus’un “Deliliğe Övgü”sü, resimde Hans Holbein’in çizimleri, Bosch ve Bruegel’in yapıtları ile Anadolu gülmecesinin üstüne oturmaktadır.
Gülmece böylece, gereğinde dinselliği de içeren, yeniden “insana özgü” bir kültür ürünü olmuştur.
Bir kaz aldım ben karıdan
Boynu da uzun borudan
Kırk abdal kanın kurutan
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Sekizimiz odun çeker
Dokuzumuz ateş yakar
Kaz kaldırmış başın bakar
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Kaza verdik birkaç akça
Eti kemiğinden pekçe
Ne kazan kaldı ne kepçe
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Kaz değilmiş bu be azmış
Kırk yıl Kafdağında gezmiş
Kanadın kuyruğun düzmüş
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Kazı koyduk bir ocağa
Uçtu gitti bir bucağa
Bu ne haldir hacı ağa
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Kazımın kanadı selki
Dişi koyun emmiş tilki
Nuh Nebi’den kalmış sanki
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Kazımın kanadı sarı
Kemiği etinden iri
Sağlık ile satma karı
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Kazımın kanadı ala
Var yürü git güle güle
Başımıza kalma belâ
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Suyuna biz saldık bulgur
Bulgur Allah deyi kalgır
Be yârenler bu ne haldir
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Kaygusuz Abdal nidelim
Ahd ile vefa güdelim
Kaldırıp postu gidelim
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Kaygusuz Abdal (14.yy)
______________________________
[1] Karikatür Festivali “Karikatür ve Mizah” konulu Bildiriler Kitabı’nda yayınlanmıştır[5] “enâm” iki anlamlı; sözlüğe göre, hem “birkaç sureden oluşan halk için küçük kitap” hem de “halk” anlamına kullanılabiliyor. “Enâm’ın ışığı” yani “kelâm/logos” anlamında olmalıdır.
===========================================
THE BIRTH OF HACE NASİRU’D DİN AS A CULTURAL AND HISTORICAL PERSONALITY
Ömer TUNCER
English Translation by
Mustafa Özcan
Do you know what CUHA is?
It is defined as ‘an Arab that is famous for being a liar and double–faced, in the Ottoman Turkish dictionary compiled by Mustafa Nihat Özön. In 13th century Anatolian it was used to mean “charlatan”, “buffoon”, “comic”.
Mevlana in Mesnevi tells demeaning stories about one of his enemies, calling him “snake”, “dragon”, “Akhi”, “base”, “coward”, “mean” “homosexual”. He does not mention names but just says “Cuha” For instance, the name of the story on pages 308–310 in Mesnevi Volume II is “The story of Cuha and the kid who is crying in front of his father’s corpse.
The story in short is:
“Oh Dad! Where are they taking you? You are going into a
narrow little house. Inside there is neither a rug no a mat. At night no lamp! No food, no bread in the daytime! No roof, no threshold, no neighbour!”
Cuha says “By God! They are taking him to our house. Look! He is describing our house.”
Mesnevi Volume V, pages 879–880 tells how Cuha takes part in a women’s gathering disguised in women’s clothes and behaves shamelessly.
In Mesnevi Volume IV pp. 1115–1121 the secret love affair between a Judge and Cuha’s wife is told in a comical way.
In Mesnevi Volume V pp. 883–884, he is depicted as the “man” who brings home a pound of meat. When having dinner he notices the absence of the meat and asks his wife about it.
“The cat ate it,” says the wife.
He then puts the cat on the scales, which weighs about half a pound. To his astonishment he exclaims: “If this is the cat, where is the meat? If it is the meat, where is the cat?”
It is clearly understood that the “Nasrettin Hoca” of today’s folklore is Şeyh Nasîrü'd Din Ebü'l Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî; in fact the very “Ahi Evren” himself, - Mevlana’s opponent.
So, how is it that Ahî Evren who is both despised and ridiculed by Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî’ initially becomes Hace Nasirü’d Din, and later takes his incredible place in contemporary world history of humour as Nasrettin Hoca?
First some historical facts:
We know that in 13th century Anatolia, Ahi Evren and his Babai backed Akhi organization, waged war against Mevlana. It was so fierce an onslaught that in 1247 the Akhis killed Mevlana’s Sheik Şems–i Tebrizi. Sheikh Nasirü’d Din was most likely also involved in that conspiracy.
Mevlana’s son Alaüd Din Çelebi also took part in this plot. From then onwards Sheikh Nasirü’d Din and Alaüd Din Çelebi could no longer dwell in Konya, the Seljuk capital, and they retreated to Kırşehir. They lived there for 14 years and organized the Anatolian Akhis.
In 1261, they were unexpectedly raided and killed by Nurettin Caca, the Seljukian Emir of Kırşehir an action which met with Mevlana’s approval.
Mevlana’s rage was so great that he denied his son, Alaü'd Din Çelebi, whose body was brought to Konya, a funeral service.
The primary difference between Mevlânâ and Ahi Evren was that they belonged to different social classes. Akhis were productive tradesman and poorer than the Aristocrats; as such they were subject to harassment. That’s the reason why Mevlânâ makes fun of Sheikh Nasirü’d Din’s poverty by calling him “Cuha” in a sarcastic way.
But it goes further, in another part of the Mesnevi (Vol 4 pp: 567–570) Mevlânâ makes a mockery of Sheikh Nasirü’d Din’s filthiness.
It is known that Ahi Evren was the Master of the tanner’s lodge and himself a tanner. The leather tanners in those days were working their craft in incredibly stinky workshops. By reminding everyone of this, Mevlânâ insults him by saying that by mistake Ahi Evren enters a perfume merchant’s shop and faints due to the aromatic smell of rose-geranium and musk that a tanner is not used to and cannot be revived until an acquaintance lets him smell dogs’ excrement.
The mystic philosophy of Ahi Evren has developed a world perspective that looks for God in any part of nature (Seyr–i Sûlûk–i Afâki). That’s why he does not exclude the “material”; he is “terrestrial”. On the other hand, according to the mystic philosophy of Şems and Mevlânâ, God can only be in one’s “persona”. A man can reach God only by turning into his inner self (Seyr–i Sûlûk–i Enfusi / Spiritual Subjectivism).
Baba İlyas and his followers Hace Bektaş Veli, Taptuk Emre, Yunus Emre, Sheikh Nasirü’d Din Mahmud; that is, Nasrettin Hoca are the “Sufie” that have chosen the first alternative. This difference is reflected in their political convictions and forms the basic Anatolian world vision in the 13th century and later becomes the Anatolian “Sufism” i.e. the Bektashi doctrine and the Turkmen social system of belief and Alevi Shiism.
Mevlânâ in his last Volume (VI) states that he has written Mesnevi as a struggle against some people. This is the struggle against Turkomanism that emerges in the 13th century and lays the foundations of nationalism.
For example an instance when he sees people shouting to someone that has fallen in water “Give us your hand”.
To this he comments, “He never gives anything to anyone, take my hand!”
This has been quoted from Letaif–i Hikmet.
The contrast between Mevlânâ’s thinking system that proposes a spiritual/celestial life and Nasreddin Hoca’s down to earth way of life is further strengthened by the way he mocks “divinity” which is Mevlânâ’s style in his jokes. It can be concluded that Nasreddin Hoca and Seyh Nasirü’d Din Ebû Hakayık Mahmut b. Ahmet el–Hayi are one and the same.
In this way many details of Nasrettin Hoca’s life can be clarified. We know that he was born in 1171 in Hoy in Azerbaijan, received his initial education in Azerbaijan, spent his youth in Horasan and Maveraünnehir and was in touch with scientists and philosophers there. Meanwhile, he learnt the craft of tanning and chose it as his profession. It is understood that around the year 1204 he came to Baghdad, met Sheikh Evhadü’d Din Kirmani, pledged allegiance to him and became his follower. Later he settled down in Kayseri with the Sheikh and his daughter. We understand that he married Fatma Hatun, the daughter of the Sheikh, and formed a trade guild in Kayseri that resembled the Futuwa Organisation (a semi religious Islamic movement –“Generosity”), of which he was a member in Baghdad and we understand that at a later stage it was called the “Akhi Organization” in Turkish.
As he was a tanner he worked with snakeskins and knew about snakes and how to make use of them; he was called “Evren” meaning a “snake” or a “dragon” As medicine and snakes are inherently linked, his dealings with snakes suggest that he was also interested in that profession. His research in this vocation led to his interest in İbn–i Sina and his being influenced by his philosophy.
Then we also know that in opposition to some criticism written against İbn–i Sina’s book he wrote the criticism called “Müsarilül Müsari”; translated one of İbn–i Sina’s books, and wrote a book titled “İlmü’t Teşrih” / The Science of Operation; which was mentioned in his other books, however it is yet to be discovered.
We know that Fatma Hatun, the wife of Nasreddin Hoca, was the leader of Bacıyan–ı Rum organization (Anatolian Sisterhood) and was in charge of Interior affairs in a Hace Bektaş convent in Sulucakarahöyük for over 20 years after the murder of her husband in 1261.
Mevlânâ is the defender of cultural patriarchy. Therefore, he could not understand why Turkmen women received consideration and respect by their men and he made fun of the relationship between Cuha and his wife. Women as people having an equal role with men in society did not exist in his culture of “Aristocracy”. For this reason, he insults the traditions followed by Turkmens involving Nasirü’d Din, Hace Bektaş and Taptuk Emre. He cannot understand why Turkmen “Sufis” put aside the concept of “unchangeable reality” and espouse the principle of “current truth”.
One who ever attains that sublime rank and acquires its yields
Then in all creation shall divest his entire existence in God.
One who never embraced that mystery has never seen his own essence
He who never got exalted by that light has lived his life in total darkness
Life and death are coextensive, so are the light and love;
Heaven and Earth are coextensive in the light of the Sacred Law.
SAİD EMRE (13th Century)
We can clearly see that a brand new cultural system emerged like a big subterranean river gushing out to the surface in the 13th Century Anatolia. We understand that Anatolia’s 13th century is shaped by people like Baba İlyas, Hace Bektaş, Taptuk Emre, Yunus Emre and Akhi Edebali who shared the tragedy of Türkoman Elder Hace Nasiru’d Din which one finds not so easy to ignore.
Furthermore, in the 13th century what was generously shared with the European Crusader knights who came to Anatolia and what they could have taken back out of this tragedy which was generously shared with them and what effect that could have caused in Europe when questioned, will be beyond our comprehension.
We see that “Sufism” considered superficially mysterious, a half–secretive lifestyle, popular in the west recently, is not necessarily a puzzle applauded when solved but is based on necessities of the nation.
The birth of Hace Nasirü’d Din in cultural history was the renaissance of humour. Humanity, which created the comedy in its natural milieu in 500 B.C. when in the process of forming the Aristocracy in Athena, began to consider humour as insulting. The new culture was an aristocratic culture with everyone as the serf of his superior; the social system turned into a servitude hierarchy. The main criterion is strength. The physically stronger one is the master. (No doubt in this case men are the masters of women).
The “serf” does not have the right to laugh. The culture of humour related to them cannot create humour. To laugh is the right of masters only. But those who make people laugh are still the “serfs” but the lowest caste of serfs i.e. the clowns, the jesters, the buffoons, and the jokers. For this reason, anything could be done to them, their arms could be twisted, their heads could be put into water to test how long they could survive, they could be killed by twisting their necks. Moreover, they could fight to death with each other, could be thrown to lions....
Such is the humour of the aristocrats.
That’s why Mevlana behaved in unison with the values of the Aristocrat Seljuk culture and tried to present his opponent Ahi Evren Sheikh Nasiru’d Din Mahmud as a buffoon. He was not able to realize that the ongoing universal culture had been changing. He was greatly mistaken. Hace Nasiru’d Din, whose name Mevlânâ tried to omit from the history of humanity, became a property of the born again culture of the people (which constitutes the first steps of the Bourgeois culture) and was carried to this present time of ours.
As we know in the 13th Century Anatolia, the Bourgeois Culture started to take shape with philosophers like Hallac-ı Mansûr, Ömer Hayyam, İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşt and with the unwilling contributions of Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî. It reached an orderly state and was transported to the West by the Crusaders to make Europe a very significant springboard for the Renaissance.
This 13th Century Anatolian Turkmen movement that founded Ankara and the Ottoman State, was cut off by the Aristocratic counter-revolution of Seljuks and Byzantium, which started with Murat Hüdavendigâr and came to an end with Sultan Süleyman.
As a consequence not only Hace Nasiru’d Din but Kaygusuz Abdal his successor, have also greatly contributed to the re-birth of the comedy culture. The European Renaissance was influenced by and built its foundations on this changing culture of the 13th Century Anatolia. In Literature the “Essays” of Montague, Erasmus’ “The Praise of Folly”, Hans Holden’s paintings and sketches, the works of Bosch and Bruegel all fit in to the Anatolian comedy.
Thus the comedy has again became a cultural product “unique to man” including religiousness when necessary.
I bought a goose from a woman
Its neck longer than a pipe
It exasperates forty nobles
Some forty days it boiled yet didn’t cook
Eight of us cart the wood
Nine of us light the fire
The goose stares at us its head held high
Some forty days it boiled yet didn’t cook
I bought the goose, I paid some coins
Its flesh was harder than its bones
Neither boiler nor scoop lasted
Some forty days it boiled yet didn’t cook
What a spoiled goose this is
Strolled for forty days around Caucus Mountains
It groomed its wings and tail
Some forty days it boiled yet didn’t cook
We put the goose in a furnace
But it flew off to some place
How terrible my dear fellow
Some forty days it boiled yet didn’t cook
My goose’s wing is yellow
The fox has slaughtered the ewe
As if the goose remains from the days of Noah
Some forty days it boiled yet didn’t cook
My goose’s wing is yellow
It’s bones are thicker than its meat
The woman sold it sound in body
Some forty days it boiled yet didn’t cook
My goose’s wing is speckled
Goodbye to you, happy journey
Don’t you be a burden to us
Some forty days it boiled yet didn’t cook
We mixed bulghur in its broth
The bulghur rises calling God
What is this o my friends I ask you all
Some forty days it boiled yet didn’t cook
I am Kaygusuz Abdal what more can I say
I am bound by oath and loyalty
Let’s pack up the sheepskin rug and go
Some forty days it boiled yet didn’t cook
KAYGUSUZ ABDAL (14.yy)