20 Mayıs 2008 Salı

Doğu Ütopyaları üzerine...

Resim:Mehmet Siyahkalem


Ender Helvacıoğlu ile yazışmalar

Cumartesi, Mayıs 29, 2004 11:47

Sevgili Omer Tuncer,

Oteden beri dusundugum bir dosya vardir: Dogu Utopyalari. Utopya dedigimiz zaman hep Batili yazarlar ve dusunurler akla gelir. Onlardan once bir tek Platon’un Devlet’i sayilir. Peki eski Dogu toplumlari hic mi utopya yaratamadi? Islam dusunce ve edebiyat tarihinde utopya olarak nitelendirilebilecek eserler yok mu? Ornegin Ibn Tufeyl’in Hay Bin Yakzan’i... Belki vardir da, hic bu acidan bakilmamistir. Bir ara Farabi’nin degisik eserleri oldugunu duymustum. Binbir Gece Masallari bu acidan incelenebilir mi? Aslinda Tevrat ve Kuran'daki cennet kavrami basli basina buyuk bir utopya olarak degenlendirilebilir mi? Dogu tarihinde cok buyuk halk ayaklanmalari ve bunlarin birer dusunur olarak nitelendirilebilecek liderleri var. Ornegin Seyh Bedreddin, Babek, Babailer vb. Hasan Sabbah’in dusuncelerine bu acidan yaklasilabilir mi? Hint ve Cin hakkinda ne kadar bilgi sahibisin, bilmiyorum, ama bu koklu uygarliklarda utopya olarak degerlendirilebilecek eserler yok mudur? Bu konuda hic dusundun mu, bilgin var mi? Veya konuyu bilen baska adlar var mi? Boyle bir inceleme cok esasli bir kapak olurdu. Ne dersin? Mesajini bekliyorum.

Sevgiler.

Pazar, Mayıs 30, 2004 5:26

Sevgili Ender,

Ben de doğrusu bu konuyu hiç düşünmemiştim. Şimdi saydıklarına baktığımda neden olmasın diye düşünüyorum. Bedreddin’in bize Börklüce aracılığıyla geldiği söylenen, ama hiçbir yerde yazılı bir orijinali bulunmayan düşüncelerine ütopya denilebilir gibi geliyor. Ancak bu denli dolaylı, dolambaçlı gelen bir bilgi için net şeyler söylemek ne denli olanaklı, bilemiyorum.

“Cennet” için aynı şeyi söyleyebilir miyim, bilmiyorum. O, bir ütopya olmaktan çok, sanırım bir armağan olarak kullanılmış. Doğal olarak da “olanaklı olmayan” bir mekan, Oysa ütopyalar, hep “umut”un yarattığı yerler. Cennet , daha öncesiyle Mısırlıların ölümden sonraki huzur ülkesi. Yani yine hazır bir olgu: “Zaten öyle”… Olasılıkla Musa onu alıp “armağan” haline getiriyor.

Zaten Cennet’e ütopya dersek Cehennem’e de karşı ütopya ya da korku ütopyası dememiz gerekir.

Ütopyalar, genellikle Renaissance’ın yarattığı birey kültürünün ürünleri. Renaissance öncesi insan “kul” olduğu için sahip tarafından verilen armağanlar ve cezalar söz konusu gibi geliyor bana. Oysa Ütopya, insanların “birey” olduktan sonra kendileri için yaratabileceği, mutluluk veren bir toplumsal düzen anlamını taşımıyor mu?

Hasan Sabbah’ın Sahte Cennet’i de bana kalırsa yine hazır bir armağan.

Binbir Gece Masalları için ne diyebilirim, bilmiyorum. “Umut”tan çok “fantazi” duygusunun ağırlıkla devrede olduğu ürünler sanki…

İbn Tufeyl üzerine bir kitap elimin altında, ona bakabilirim.

Farabi’nin ütopya denebilecek nesi olduğunu pek bilmiyorum, ama çok olanaklıdır. Çünkü Doğu Renaissance’ı Batı’dan çok önce başlamıştır. Farabi, İbn Sina, Ömer Hayyam, Dahası sanırım Hasan Sabbah bile Doğu Renaissance’ını başlatan insanlardır. Daha sonra Anadolu, 13.yy devrimini bu insanların düşüncelerini daha da sistematikleştirerek gerçekleştirdi, tabii çeşitli yansımaları oldu. Tasavvuf da bu yansımalardan biridir. Bir yerde Renaissance varsa ütopyanın olmaması için bir neden yoktur. Doğaldır ki Doğu kültürü “ütopya” kavramı açısından incelenebilir. Ancak yine doğaldır ki buradaki büyük şanssızlık, Sünni kaynaklar dışındaki kaynakların çevrilmemiş olması, ve bütün birinci el kaynakların Arapça ve Farsça bilenler tarafından incelenmesi gereğidir.

Ben yapamam, çünkü, Anadolu’dan öncesini bildiğim söylenemez. Üstelik bu dilleri de bilmem.

Başkaları yapabilir mi? İsterse Mikâil Hoca yapar, ama ister mi onu bilmiyorum, sormak gerekir.

Sevgili Ender,

Aslına bakarsan Doğu-Batı ayırımını doğru bulmuyorum, “Renaissance Doğu’dan başlamıştır” demek ve Anadolu’daki sistemleştirilme, dahası Haçlı şövalyeler eliyle ve Osmanlı Devleti denenmesi ile Batıya taşınmıştır demek daha doğru olur. Bu açıdan bakılırsa, “Doğu” demek yerine “Renaissance öncesi ütopyalar”, ya da “hazırlık ütopyaları” demek belki de daha doğru olur.

Derginin düşünce politikasının da “Doğu-Batı yok, tek gelişim çizgisi içinde tek dünya, tek kültür” olması, bana çok daha uygun gelir tabii. Bugüne değin yapılmış ve yapılmakta olan ve oldukça ayırımcı olduğunu düşündüğüm bir yanlışı ortadan kaldırma savaşımı da verilmeye başlanılmış olur. Sıkı tartışma açar ve sıkı da sonuçları olur bence… Günümüz politikaları açısından evrensellik ve enternasyonalizme de çok uygun olur. Üstelik insan aklının kesikli algılama hastalığını ve şu sıralarda tartışılması pek moda olan “ben ve öteki” kavramlarını da “çözmüş”, yani “aşmış” oluruz. “Çözmek” duragan/statik, “aşmak” devingen/dinamik bir edimdir. Bitirmek için çözersin, oysa aşmak, ardından yeni aşmaları çağırır. Statik aklın kültürü bize aristokratlardan gelmedir. Bir türlü ulaşamadığımız dinamik akıl ve kültürünü Burjuvalar yaratmış olmalıydı. Renaissance ile denediler, olmadı; bugün, bu açıdan bakıldığında Aristokrat kültür hâlâ baskındır. Dinler de bu yüzden bir türlü bitmiyor.

Gördün mü bak, bir ucundan tuttun, çağrıştırdıklarına bak…

Dönersek; “ütopya”nın bulunduğu yer, “birey”in umutlarının bulunduğu yerdir. Bu umutları yerine getirmek için elini bağlayanlardan kurtulma savaşımıdır ütopyalarla verilen. Belki de kendine yeni yandaşlar bulma, çoğalma çabasıdır. Ölçütleri böyle koyarsan neyin ütopya olup neyin olmadığı çok daha “iyi” ortaya çıkar. Bu bağlamda da Osmanlı’nun kuruluşundaki uygulama ile Bedreddin’in bu uygulamanın geri dönmesine karşı verdiği savaşım, çok daha iyi anlaşılabilir. Üstelik Börklüce’nin aktardıklarından anladığımıza göre, Osmanlı’nın kuruluşundaki uygulamayı desteklemekle kalmamış, üzerine yeni umutlar eklemiş ve bunların savaşımını vermiştir.

Bütün sorun ana kaynaklarda…

Bulmak ve okumak gerekiyor.

Bedreddin’in el altındaki kitapları bile daha okunmadı biliyorsun…

Umutsuzluğa mı düşmeli?

Sevgiler,

Ömer.



Pazar, Mayıs 30, 2004 11:13

Sevgili arkadaşlar,

Doğu Ütopyaları meselesine somut olarak girmeden önce sanırım Avrupamerkezcilik tartışması yapmak gerek. Ütopya tarihçilerinin ütopya eserleri listesini yaparken ilk sıraya Platon’un “Devlet”ini koymaları ve yaklaşık iki bin yıl atladıktan sonra Thomas More’un “Utopia”sı ile devam etmeleri, bana her zaman, Avrupamerkezcilerin uygarlık gelişimini Antik Yunan-Batı çizgisiyle tanımlamalarını anımsatmıştır. Bilindiği gibi bunlara göre, iki “mucize” Antik Yunan ve Batı uygarlıkları arasında kalan Ortaçağ Doğu Uygarlığı sadece bir köprü işlevi görmüştür ve özgün bir değeri yoktur. Antik Yunan öncesine ise (Mezopotamya, Mısır, Hitit vb) hasbelkader uygarlık derler. Hint ve Çin Uygarlıkları ise kendi içlerine kapalı ve dünyaya mal olamamış toplumlardır. Biz bu Avrupamerkezci tarih tezini eski Bilim ve Ütopya’da her dönemi ve doruk isimlerini tek tek ele alarak çürüttük. Tabii bunu Antik Yunan ve Batı Uygarlıklarının muazzam katkılarını yok saymadan, yani tersinden bir hataya, bir Doğumerkezciliğe düşmeden yaptık.

Suyun başını tutmuş olan Batı’nın (daha doğrusu kapitalist-emperyalist sistemin) ideologları tanımı kendilerine göre yaparlar ve geri kalanları bu tanıma uzaklık/yakınlıklarına göre değerlendirirler. Bir “bilim”, “sanat” tanımı yaparlar ve bu tanıma göre sahiplendikleri tarih çizgisinin dışında kalan toplumlarda ne bilim vardır ne de sanat, ne de felsefe vb. Güncel bir örnek verelim: Onlara göre gelişmişliğin ve refahın kıstasları vardır; kişi başına düşen otomobil, televizyon vb. sayısı örneğin. Otomobil ve tv sayısı ne kadar yükselirse o kadar gelişmiş ve refah içinde sayılırız. Siz bir de bu refah kıstasını sabah ve akşam saatlerinde yola düşen İstanbul’lulara sorun!

Ömer Tuncer, uygarlığın bir bütün olduğunu, Doğu-Batı, Kuzey-Güney diye ayırılmaması gerektiğini söylüyor. Çok doğru. Ama bu ayrımı yapanlar en başta Avrupamerkezcilerdir. Uygarlık ırmağı bir bütündür, tüm kazanımlar insanlığın ortak mirasıdır. Ve tarihin her dönemi ve her coğrafyası kendi koşullarında değerlendirilmelidir.

Ütopya kavramını da bu bakış açısıyla sorgulamamız gerekir. Ömer Tuncer şöyle yazmış: “Ütopya, insanların ‘birey’ olduktan sonra kendileri için yaratabileceği, mutluluk veren bir toplumsal düzen”dir. Ve eklemiş: “Renaissance öncesi insan ‘kul’ olduğu için sahip tarafından verilen armağanlar ve cezalar söz konusu gibi geliyor bana.” Genel olarak doğru, kalın çizgileri göz önüne alırsak doğru. Fakat tarihe kopuşlar-süreklilikler diyalektiği ile bakmak gerek. Rönesans ve sonraları Aydınlanma bir kopuştur ama, bu atılım bir mucize eseri doğmamıştır, arka planında yaklaşık 500 yıl süren bir çeviri dönemi yaşamıştır Batı. Ve çevrilen eserler de Ortaçağ Doğu Uygarlığının birikimidir. Antik Yunan birikimi de Ortaçağ Doğu Uygarlığı imbiğinde damıtılarak Batı’ya aktarılmıştır. Bu birikim olmasaydı ne Rönesans olurdu ne de Aydınlanma. Kopernik’ler, Leonardo’lar, Machiavelli’ler, Galilei’ler, Newton’lar, Biruni’lerin, İbni Rüşt’lerin, İbni Haldun’ların, Farabi’lerin omuzlarına basarak yükselebilmişlerdir. Tabii ki bu ikinci gruptakiler, birincilere göre daha geridirler, bizim bugün anladığımız anlamda bir bilim ve felsefe yapmamaktadırlar, ama bundan daha doğal ne olabilir... Doğu’da ütopya aranacaksa bu bakış açısıyla aranmalıdır. Nasıl ki orada bir Galilei bulamıyorsak, bir More da bulamayabiliriz. Ama bir Biruni, bir İbni Haldun bulabiliriz. Kaldı ki, Tuncer’in de çok iyi bildiği ve 13. yüzyıl Anadolu’sunu incelerken ortaya çıkardığı gibi, Doğu toplumlarının tarihi bu bey-kul sistemine isyanların tarihi olarak da incelenebilir. Nasıl Rönesans ütopyaları Avrupa aristokrasisine bir isyanın sonucu ortaya çıkmışsa, söz konusu isyan geleneği de Doğu’da ütopyalar ortaya çıkarmış olabilir. Rönesans ütopyaları kadar rafine değillerdir, gelişmiş değillerdir; ama onları kendi koşullarında, insanlığın o zamanki gelişmişlik düzeyine göre değerlendirmek gerekir.

Aslında bugün andığımız büyük bilimsel devrimlerin yaratıcıları da o kadar rafine ve temiz değillerdi. Büyük Newton’un yeni bir evren anlayışını ortaya koyduğu “Mathematica Principia”sının yarısından çoğunun astrolojiye ayrıldığını biliyor muyuz? Veya birçok ünlü ismin papaz ve koyu birer Hıristiyan olduklarını... İnsanlık hazinesinin başında bir süzgeç vardır, işe yarar olanlar hazine sandığına düşer, yaramayanlar yukarda kalır. “Principia”nın yarısından çoğunu oluşturan astrolojik saçmalıklar atılmıştır, anılmazlar bile, onun değeri içerdiği evren yasalarıdır. Ortaçağ Doğu bilginlerinin eserlerine baktığımızda da -süzgeçte daha fazla şeyin kaldığını görsek de- sanırım hazine sandığının içine düşecek pek çok şey de bulabiliriz.

Konumuza gelelim. Pek fazla bilgi sahibi değilim, dolayısıyla fikir jimnastiği yapacağım ve bazı sorular ortaya atacağım. İbni Tufeyl’in Hay Bin Yakzan’ı, ada romanlarının (robinsonadların) öncülü sayılır. Thomas More da bu türün en güzel örneklerinden birini yaratmıştır aslında. Ada simgesi, çoğu ütopyanın çıkış noktası olmuştur. Hay Bin Yakzan, bence ütopya bakış açısıyla incelenmeli. Ayrıca, Hay Bin Yakzan’lar Ortaçağ Doğu’sunda bir gelenektir. İbni Sina’nın da günümüze ulaşan bir Hay Bin Yakzan’ı vardır. Tufeyl, Sina’dan esinlenmiştir. Onlardan sonra Şehabeddin Sühreverdi adlı bir Doğu filozofu da benzer bir eser yazmış, adı da “El-Gurbetül Garbiye”. Son olarak İbni Nefs’in de benzer bir eseri olduğu söylenir: Er-Risalüt’l Kamiliye. Bütün bu eserleri ütopyacılık açısından incelemek gerekir; tabii More veya Campanella’daki rafineliği, berraklığı ve gelişmişliği beklemeden. Belki bunlara “ön-üt opya” diyebiliriz. Veya Tuncer’in önerdiği gibi “hazırlık ütopyaları”.

Farabi de Ortaçağ Doğu’sunun doruk bir ismi olduğu gibi çok ünlü bir Platon yorumcusudur. Platon’un Devlet’i üzerine birçok ünlü şerh yazmış. Prof. Mehmet Dağ’ın bir makalesinden okuduğum kadarıyla “Kitab es-Siyaset el-Medeniyye” adlı bir eseri var. Kent (Medine, toplum da diyebiliriz) türleri inceleniyor. Erdemli Kent, Bilisiz Kent, Fasık Kent, Değişmiş Kent gibi türleri sayıyor ve niteliklerini, sistemlerini uzun uzun anlatıyor. Her bir kenti de alt türlere ayırmış. Örneğin bu eser konumuz açısından incelenmeli. Platon’un Devlet’i ütopya sayılıyor da, Farabi’nin Kent Türleri neden ütopya sayılmasın? Farabi’nin benzer konularda daha birçok eseri var. Aslında o dönemlerde siyaset-ahlak-toplum üzerine yazan çoğu düşünüre (İbni Sina, İbni Rüşt, İbni Haldun vb.) bu açıdan bakmak gerek.

Cennet kavramına gelirsek... Kıvılcımlı, Muhammed’in cennetinin, tefeci-bezirgan çürümüşlüğünün bulunmadığı eski komün toplumuna bir özlem olduğunu ve müminlere vaat edildiğini söylüyor. Tuncer’in dediği gibi cennet bir “armağan” belki ama, bu armağan mücadele edilmeden kazanılmıyor. İyi bir Müslüman olacaksınız, İslam için mücadele edeceksiniz, kurallara uyacaksınız, ancak o zaman cennete gidersiniz. Bence dinlerdeki cennet kavramı (tabii cehennem kavramı da) ütopya bakış açısıyla incelenmeye değer. Düşündüğümüz bir dosya da “Cennet ve Cehennemin Sosyo-Ekonomik Yapısı” idi. Burada resmen bir ütopya sunulmuştur bence. Sistematik açıdan More’un Ütopya’sından çok da farklı olduğunu sanmıyorum. Ama dediğim gibi, bunlar fikir jimnastiği...

Son olarak: Tuncer’in de dediği gibi büyük halk ayaklanmalarının aynı zamanda birer düşünür de olan liderlerinin yazdıkları bu açıdan en büyük kaynaklarımız olabilir. Ömer Tuncer, 13. yüzyıl Anadolu düşünürlerinin ve eylemcilerinin düşüncelerini bu açıdan inceleyebilir. Ankara Devleti ve ilk Osmanlı nereden baksan ütopik birer girişim gibi. Batı’da da bu tür büyük köylü ayaklanmaları ütopik düşünceler yaratmış, hatta pratiği de zorlamıştır (Münzer Komünü gibi).

Son olarak dedik ama...: Hint ve Çin’i hiç bilmiyorum, ama ülkemizde çok iyi uzmanları var. Böyle köklü uygarlıkların yarattığı muazzam külliyat içinde de mücevherler bulunabilir. Çinli komutan Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”nı, Hintli vezir Kautilya’nın “Arthaşastra”sını, Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün “Siyasetname”sini inceleyip Machiavelli’nin ustalarını ortaya çıkarmamış mıydık? Bence More’un, Campanella’nın, hatta Platon’un ustaları da bulunabilir o uygarlıklarda.

Toparlarsak, Avrupamerkezci bakış açısından sıyrılarak, her eserin ve pratiğin kendi döneminin koşulları ve sınırlılıklarını göz önüne alarak incelersek Doğu’da (hadi Rönesans öncesi diyelim) zengin bir ütopya hazinesi bulabiliriz gibi geliyor. En azından araştırmaya değer. Birkaç mücevher bulursak fena mı olur? Ne güzel bir katkı olur. Bir bakarsın gelecek yılın Ütopyalar Toplantısı’nın konusu “Doğu Ütopyaları” olur. Gelin tartışmayı geliştirelim.

Ender Helvacıoğlu


Sevgili Arkadaşlar,

Ütopyalar sorununun tartışılması hoş. Eğer, metinlerdeki ütopya “kırıntı”larını toplayarak bakmak istersek Sevgili Ender’in söylediklerine tarihte, eskiden yeniye doğru Atlantis, Mu Kıt’ası, Beyaz Zambaklar Ülkesi gibi kimi düşsel, kimi özgünlük özentisi, kimi de kendi ülkesine yönelik propaganda kokan metinleri de incelemeye almak gerekir. Kaldı ki bunların içinden Koca bir okyanus’a da adını vermiş ve insanlığın hayallerini de çok kışkırtmış olan “Atlantis”in zaten alınması gerektiği kanısındayım.

Ölçüt koymalıyız önerimi yinelemek istiyorum. Neler alınmalı, neler alınmamalıdır?

Benim geçen kez yazdığım kısa not, ölçüt koymayı öneren bir mesajdı ve bir örnek ölçüt denemesiydi.


Pazar, Mayıs 30, 2004 11:13

Sevgili arkadaşlar,

Doğu Ütopyaları meselesine somut olarak girmeden önce sanırım Avrupamerkezcilik tartışması yapmak gerek. Ütopya tarihçilerinin
ütopya eserleri listesini yaparken ilk sıraya Platon’un “Devlet”ini

[ÖT] Avrupa merkezcilik tartışmasının yapılması gerektiğine doğrusu ben de katılıyor, bunu daha da genişleterek Batı merkezcilik biçimine dönüştürmemiz gerektiğini, yani Amerika’yı dışta bırakmış izleniminden kurtulmanın gerektiğini düşünüyorum.

Yine buna bağlı olarak düşünülmesi gereken konulardan biri de, antik Ege uygarlığının kalıtına Batılılar tarafından tam olarak sahip çıkılmış olmasının, İslam kökenli kültürlerin ulusçu yaklaşımlarla son birkaç yüzyıldır Antik uygarlığı yadsıma sonucunu doğurduğu, ve böylece Batılıların “bizimdir” tuzağına düştüklerini ve “tamam sizindir” sonucunu doğurduğunu görmek sorunudur. Oysa Hıristiyan ağırlıklı kültürle Müslüman ağırlıklı kültür arasında biçim ayrılıkları dışında ciddi bir ayrılık olmadığını, her ikisinin özdeş Aristokrat içerikler taşıdığını, üstelik Renaissance’a değin Doğu’da böyle bir ayrılığın da olmadığını tartışmak gerekir.

13.yy’da şu bizim Yunus’da çok rahat Calinus olarak Galinus’u, Bükrat olarak Hippokrates’i, Sokrat olarak Sokrates’i Eflatun olarak Platon’u bulabilir, kendi kültür köklerinde olduğunu söylediğini görebilirsiniz. Osmanlı da Hem Hıristiyanlığı hem de Museviliği dışlamamış, bunları hak dinler ve neredeyse kendi ümmetinin değişikleri saymıştır. Bu yüzden de Hıristiyan teb’ayla Osmanlı arasında yüzyıllar boyunca sorun yaşanmamış, Avrupa’da başı derde giren Museviler de Osmanlı’ya davet edilerek kurtarılmıştır.

Ancak bu durum, Osmanlı’nın hiç ayırım yapmadığı, kendisinden saymadığı kimsenin olmadığı anlamına gelmez. 13.yy devrimine karşı, ve kurucu ataları da o kültürden geliyor olmalarına karşın, karşı-devrim süreci içinde Türkmen-Alevi kırımını en şiddetle ve acımasızlıkla yürütmüş olan da aynı Osmanlı’dır, Yezidiler, Mecusiler gibi toplulukları da Türkmen-Alevilerle birlikte “zındık” ve “mülhid” diyerek (bu konuda Ahmet Yaşar Ocak’ın çok güzel bir kitabı vardır) ve kendi toplumunun içinde kozalarına hapsederek “tehlikesiz” kılmaya çalışan da aynı Osmanlı’dır.

Yani ilginçtir, Antik kültür için Batılının “bizimdir”, Doğulunun da “peki sizindir” dediği zaman, Avrupa Renaisance’ı sonrasıdır, bu ayrışma Doğu’yu, kendine yeni kültür kökenleri aramaya itmiştir. Özellikle Türk ulusunun yaratılmasına önem verilen son yüzyılda ortaya çıkan Güneş-Dil Kuramı gibi çabaların altında da bu temel psikolojinin önemle etkili olduğunu düşünüyorum.

Önerim, bu psikolojinin açığa çıkarılması ve Doğulu-Batılı demeden, Türk-Yunanlı demeden aynı kültür kökenlerinden gelinmekte olduğunun, bunun bir evrensel süreç olduğunun altının kalın çizgilerle çizilmesidir.

Bizans ardılı olarak gelen Ortodoks Hıristiyanlıkta, Ermenilikte Orta Asya Şaman, Arap-Fars İslam kültürlerinin ne denli karışık olduğu bugüne değin araştırılmış, dahası her iki taraftan da buna yanaşılmış mıdır? Bugünkü sentezlerde her kültürün payı olduğu, ayırımların yapay olduğu hipotez alınarak doğru ve objektif bir araştırma yapılmış mıdır?

Bence arkeolojik yaklaşımla, bu konudaki “yüzey buluntuları” son derece ilginç bilgilerin ipuçlarını göstermekte, Yunus’daki Antik Dünya izleri gibi Batı kültüründe de Avicenna, İbn Rüşt etkileri, hele hele kimsenin yadsımadığı Antik Dünya ürünlerinin Batı dillerine Arapçadan çevrilmiş olduğu bilgileri açıktan görünmektedir. Doğru bir araştırma ile bunların altından koca koca “gerçek”lerin çıkacağı kanısındayım. Bu ayırımda, Batı’da Renaissance sonrası doğal süreci içinde ortaya çıkan “birey/ben” merkezci duygunun etkin olduğunu, Doğu’da ise Osmanlı-Fatih kültürel karşıdevriminin bu duyguyu anlama yetisine sahip olmadığını, bu yüzden de tuzağa düşülmesinde önemli bir payı olduğunu düşünüyorum.

Bu kanılara bağlı olarak “ütopyalar” sorununu ele aldığımızda, ütopyaları da “batı” ve “doğu” olarak ele almanın, dahası adlandırmanın, hele hele Renaissance ütopyalarını “tam”, ya da hadi daha vurgulu söyleyeyim, “olgun”, onların temelini oluşturacağı düşünülenleri ise Doğu Ütopyası olarak almanın aynı tuzakta debelenmeyi sürdürmek olacağını açıkça düşünüyorum.

koymaları ve yaklaşık iki bin yıl atladıktan sonra Thomas More’un “Utopia”sı ile devam etmeleri, bana her zaman, Avrupamerkezcilerin uygarlık gelişimini Antik Yunan-Batı çizgisiyle tanımlamalarını anımsatmıştır. Bilindiği gibi bunlara göre, iki “mucize” Antik Yunan ve Batı uygarlıkları arasında kalan Ortaçağ Doğu Uygarlığı sadece bir köprü işlevi görmüştür ve özgün bir değeri yoktur. Antik Yunan öncesine ise (Mezopotamya, Mısır, Hitit vb) hasbelkader uygarlık derler. Hint ve Çin Uygarlıkları ise kendi içlerine kapalı ve dünyaya mal olamamış toplumlardır. Biz bu Avrupamerkezci tarih tezini eski Bilim ve Ütopya’da her dönemi ve doruk isimlerini tek tek ele alarak çürüttük. Tabii bunu Antik Yunan ve Batı Uygarlıklarının muazzam katkılarını yok saymadan, yani tersinden bir hataya, bir Doğumerkezciliğe düşmeden yaptık.

Suyun başını tutmuş olan Batı’nın (daha doğrusu kapitalist-emperyalist sistemin) ideologları tanımı kendilerine göre yaparlar ve geri kalanları bu tanıma uzaklık/yakınlıklarına göre değerlendirirler. Bir “bilim”, “sanat” tanımı yaparlar ve bu tanıma göre sahiplendikleri tarih çizgisinin dışında kalan toplumlarda ne bilim vardır ne de sanat, ne de felsefe vb. Güncel bir örnek verelim: Onlara göre gelişmişliğin ve refahın kıstasları vardır; kişi başına düşen otomobil, televizyon vb. sayısı örneğin. Otomobil ve tv sayısı ne kadar yükselirse o kadar gelişmiş ve refah içinde sayılırız. Siz bir de bu refah kıstasını sabah ve akşam saatlerinde yola düşen İstanbul’lulara sorun!

Ömer Tuncer, uygarlığın bir bütün olduğunu, Doğu-Batı, Kuzey-Güney diye ayırılmaması gerektiğini söylüyor. Çok doğru. Ama bu ayrımı yapanlar en başta Avrupamerkezcilerdir. Uygarlık ırmağı bir bütündür, tüm kazanımlar insanlığın ortak mirasıdır. Ve tarihin her dönemi ve her coğrafyası kendi koşullarında değerlendirilmelidir.

[ÖT] Onların bu ayırımı yapıyor olmasının yanlışlığını düşünüyor, ama aynı yanlışlığı sürdürerek “Doğu” kavramını kapak konusu yapacak denli öne çekiyorsak biz de aynı yanlışlığın içindeyiz demek değil midir? Bu adlandırma, onların adlandırması değil midir?
Burada bir sorun daha var: “onlar” sorunu… Kim bu “onlar”? Ve buna bağlı olarak: Kim bu “biz”?.. Onlar, hangi nitelikleriyle “onlar”?, Biz, hangi niteliklerimizle “biz”iz… Gerçekten bunu çok iyi tanımlamak gerekir. Bunu yapmadığımız sürece ayırdına varmadan onların “onlar” ve “biz” tanımlarını kullanmış oluruz.

Bana göre onlar “Batılı olan”lar değildir. Biz de “Doğulu olan”lar değiliz!..

Burada yine onlar tarafından yapılan şiddetli bir hedef şaşırtması var!..

Onlar, insanlığın, Batı, Doğu, Güney, Kuzay, Avrupa, Asya, Amerika vb. merkezci, ama mutlaka kendilerinin bulunduğu merkezde bulunan bir “merkezci” olarak görülmesini çıkarlarına uygun bulanlardır. Burjuva kültürü, iyice öne çektiği “ben” kavramıyla bu yapıyı yine doğal süreci içinde ortaya çıkarmıştır. Bu “ben” dünya yüzünde burjuva kültürüyle yaşamakta olan herhangi bir “ben”dir. Ekonomik yapıda da bu “ben” sermaye sahipleri, hadi daha soyut, ama kullanışlı biçimde söyleyeyim, “sermaye kültürünün yönlendirdiği ben”dir.

İşte bugün bizim “Batı”, ya da “Avrupa” gibi kavramlarla anlatmaya çalıştığımız “ben”ler bu “ben”lerdir.

Bunlar yalnız Batı’da ya da Avrupa’da değil, dünyanın her yanında “var”dır. “Batı” ve “Avrupa” ise şu anda egemenliği eline geçirmiş olan “ben”lerdir.

Yarışmacı yapıları içinde öteki “ben”leri görmememiz için önümüze duran yine onlardır. Çünkü başka “ben”lerin değil egemenliğini, “ben”liğinin varlığını bile istemezler. Bunun için de tek kültüre dayanamazlar. Bunun için de Avrupalı ya da Batılı batılı olmayan “ben”lerin “ben” olmaya bile hakları yoktur. Onlar yalnız “sen”, “onlar”, “Doğulu”lar, “Afrikalı”lar vb olabilirler, buna hakları olabilir.

Biz eğer kendimizi onların koyduğu yere koyar da evrene oradan bakarsak o tuzaktan çıkamayız. Biz, “biz” olarak yeni bir bakış açısı, yeni bir mantık oluşturmak zorundayız. Bunun için de yeni keşiflere gerek yoktur: Biz, “ben”lere karşı “biz olan”larız. Yeryüzünde nerde olursak olalım, hangi bölgede, hangi alanda, hangi grubun içinde olursak olalım, biz ne Doğuluyuz, ne Batılıyız, ne Afrikalıyız ne de Amerikalıyız ama hem Doğuluyuz, hem Batılıyız, hem Afrikalıyız hem de Amerikalıyız!..

Yaratmamız gereken kültür budur: “Ben”den yana yarışmacı birey kültürü yerine “biz”den yana dayanışmacı kitle kültürü…

Geleceğin kültürü budur… Zamanla zorluklar aşılacak, ayrıntılar yaratılacaktır.

Neyse, bizim konumuz, Ütopyalar konusunda “Doğu” kavramının kullanılıp kullanılmaması sorunuydu…

Ütopya kavramını da bu bakış açısıyla sorgulamamız gerekir. Ömer Tuncer şöyle yazmış: “Ütopya, insanların ‘birey’ olduktan sonra kendileri için yaratabileceği, mutluluk veren bir toplumsal düzen”dir. Ve eklemiş: “Renaissance öncesi insan ‘kul’ olduğu için sahip tarafından verilen armağanlar ve cezalar söz konusu gibi geliyor bana.” Genel olarak doğru, kalın çizgileri göz önüne alırsak doğru. Fakat tarihe kopuşlar-süreklilikler diyalektiği ile bakmak gerek.

Rönesans ve sonraları Aydınlanma bir kopuştur ama, bu atılım bir mucize eseri doğmamıştır, arka planında yaklaşık 500 yıl süren bir çeviri dönemi yaşamıştır Batı. Ve çevrilen eserler de Ortaçağ Doğu Uygarlığının birikimidir.

Antik Yunan birikimi de Ortaçağ Doğu Uygarlığı imbiğinde damıtılarak Batı’ya
aktarılmıştır.

[ÖT] Aynı kanıdayım, diyalektikte ”kopuş” görünen “akış”ın iki boyutlu bir yüzeyden görünmesidir. Sevgili Ender’in söylediği “arka plan” konunun üçüncü boyutudur. Yani biz “akış”a üç boyutlu bir ortamdan bakarsak diyalektik helezonunun arka tarafını da görürüz. Yoksa aynı helezon mürekkebe batırılıp iki boyutlu kağıt üzerine yatırılırsa birbirini izleyen ama bağımsız izler görünecektir yalnızca. Arka plan, bu nedenle üçüncü boyuttadır ve birbirine sımsıkı bağlı, dahası bağımlıdır. Buraya değin çok doğru.

Ancak çevrilen yapıtların Arapça’dan ya da Farsça’dan çevrilmiş olması gerçeğine bakarken bu dillerin Doğu dilleri olduğu gerçeğinden başka bir şeyi görmez, ya da incelemelerimizde yalnızca bu özelliği öne çekersek, yeni bir “ben” yaratma çabasına girmiş oluruz. Yani mantığımız o beğenmediğimiz Avrupamerkezciler ya da Batımerkezciler gibi işlemekte, ama içini “Doğu” ile -hadi söyleyeyim- ya da Avrasya ile doldurmaya çalışmamız anlamına gelir. Bu da Doğumerkezcilik, ya da Avrasyamerkezcilik demektir ve girdiğimiz savaşım da Batılı “ben”ler yerine Doğulu “ben”leri, ya Avrupalı “ben”ler yerine Avrasyalı “ben”leri geçirme savaşımıdır.

Mantık, yine aynı mantık!..

Ne dersiniz, yapmalı mıyız?

olmasaydı ne Rönesans olurdu ne de Aydınlanma. Kopernik’ler, Leonardo’lar,
Machiavelli’ler, Galilei’ler, Newton’lar, Biruni’lerin, İbni Rüşt’lerin, İbni Haldun’ların, Farabi’lerin omuzlarına basarak yükselebilmişlerdir. Tabii ki bu
ikinci gruptakiler, birincilere göre daha geridirler, bizim bugün anladığımız
anlamda bir bilim ve felsefe yapmamaktadırlar, ama bundan daha doğal ne
olabilir... Doğu’da ütopya aranacaksa bu bakış açısıyla aranmalıdır. Nasıl ki
orada bir Galilei bulamıyorsak, bir More da bulamayabiliriz.

Ama bir Biruni, bir İbni Haldun bulabiliriz. Kaldı ki, Tuncer’in de çok iyi bildiği ve 13. yüzyıl Anadolu’sunu incelerken ortaya çıkardığı gibi, Doğu toplumlarının tarihi bu bey-kul sistemine isyanların tarihi olarak da incelenebilir. Nasıl Rönesans ütopyaları Avrupa aristokrasisine bir isyanın sonucu ortaya çıkmışsa, söz konusu isyan geleneği de Doğu’da ütopyalar ortaya çıkarmış olabilir. Rönesans ütopyaları kadar rafine değillerdir, gelişmiş değillerdir; ama onları kendi koşullarında, insanlığın o zamanki gelişmişlik düzeyine göre değerlendirmek gerekir.

[ÖT] Buna “isyan” demek ne denli doğru olur? “İsyan” yalnızca sonuç… Gereksemelerin doğurduğu yeni bir kültürün soluk almak için burnunu suyun yüzüne çıkarma savaşımı… Temel olan o yeni kültürü gerekseten gerekçeler değil mi? Bu doğruysa, doğaldır ki isyanların tarihiyle insanlık tarihi anlatılabilir. Ama burada gene helezonun iki boyutlu izinden başkasına bakmamış olmaz mıyız?

1240 yılında Anadolu’da her şeyi başlatan Babailer isyanını yalnızca bir “isyan” olarak görmek başka şeydir, onun bir Türkmen isyanı olduğu yüzey buluntusundan hareketle, “ulus toplumlarına geçilmemiş olduğuna göre kavim/budun olma özellikleri 13.yy’da isyanı gerektirecek özellikler değildir, burada başka bir şeyler var mıdır?” diye kazmayı sürdürmek başka şeydir. Yine helezonun kağıt üzerine bıraktığı iz yerine arkadaki bağları ancak üç boyutlu bir ortamda görebiliriz.

Bence helezonun halkalarından hiçbiri birbirinden “aşağı” değildir, daha geride de değildir. Mitolojik evrenden madde evrenine geçen kültürü yaratan Thales olmadan ne kuramsal fizik olabilirdi, doğaldır ki ne de Einstein!.. Thales ile Einstein arasında önlük, arkalık, ilerilik, gerilik, gelişmişlik, az gelişmişlik gibi sorunlardan söz edilmemelidir. Enine değil, olsa olsa tarih içinde boyuna bir dayanışmadan söz edilebilir. Kuramsal fiziği, ya da hadi pozitif bilimi var etmek için Thales mutlak gerekliydi ve insanlık onu doğurdu.

Thales bir teorik fizikçi olmasına karşın Einstein niteliklerinde bir teorik fizikçi olarak dünyaya gelemezdi ve gelmemiştir, bunu aralarında bir hiyerarşik öncelik olarak görmek yanlış olur. Bu tür hiyerarşileri “kul kültürü”nden aldığı kalıtla yaratan “ben kültürü”dür. Dayanışma kültüründe bu hiyerarşinin ortadan kalkması gerekmektedir.

Dolayısıyla gelişmişlik-gelişmiş olmama, rafinelik-rafine olmama gibi ayırımlar yerine bizim teorik fiziği insanlığın tek bir teorik fiziği olarak görmemiz, Thales’i de Einstein’i da buna el verenler olarak nitelememiz gerekir. Yani her şeyde olduğu gibi Teorik Fizik de insanlığın bir dayanışma hareketiyle yaratılmıştır. Sanırım temel olan da buna bölüm bölüm imza atanlardan çok dayanışmanın kendisidir.

Aslında bugün andığımız büyük bilimsel devrimlerin yaratıcıları da o kadar
rafine ve temiz değillerdi. Büyük Newton’un yeni bir evren anlayışını ortaya
koyduğu “Mathematica Principia”sının yarısından çoğunun astrolojiye ayrıldığını biliyor muyuz? Veya birçok ünlü ismin papaz ve koyu birer Hıristiyan
olduklarını... İnsanlık hazinesinin başında bir süzgeç vardır, işe yarar olanlar
hazine sandığına düşer, yaramayanlar yukarda kalır.

“Principia”nın yarısından çoğunu oluşturan astrolojik saçmalıklar atılmıştır,
anılmazlar bile, onun değeri içerdiği evren yasalarıdır. Ortaçağ Doğu
bilginlerinin eserlerine baktığımızda da -süzgeçte daha fazla şeyin kaldığını
görsek de- sanırım hazine sandığının içine düşecek pek çok şey de
bulabiliriz.

[ÖT] Bu konuda bir bilgi aktarmak istiyorum: kendi çağında Thales, aynı zamanda döneminde “Yedi Bilge” denilen bilgelerden biridir ve ahlâk üzerine söyledikleri de bilinir.

Bilindiği gibi Thales’in yıkılmasına neden olacak hareketi başlattığı mitolojik kültür, bir yanıyla insanları doğru yola yönlendirmeyi amaçlayan bir arınma –katharsis- sürecini de şiddetle içerir, bu nedenle de bugünün camileri gibi en küçük yerleşim merkezinde bile mitolojik tragedyalarla arınmayı sağlamak üzere mutlaka bir tiyatro vardır.

Bu durum, Thales’i “kirli” olarak nitelememizi gerektirmez. Thales her şeyiyle Thales’tir, o yedi bilgelerden biridir, Mısır’da herkesin hayretli bakışları arasında binyıllardır yapılamayan bir şeyi yapmış, gölgesinin boyundan piramitlerin boyunu ölçmüştür, “maddenin özü nedir? sorusunu sormuş, pozitif bilimi başlatmıştır. Bizim bunların tümünü bilmememiz bir şey değiştirmez, Thales hepsiyle birlikte Thales’tir.

Konumuza gelelim. Pek fazla bilgi sahibi değilim, dolayısıyla fikir jimnastiği
yapacağım ve bazı sorular ortaya atacağım. İbni Tufeyl’in Hay Bin Yakzan’ı, ada
romanlarının (robinsonadların) öncülü sayılır. Thomas More da bu türün en güzel örneklerinden birini yaratmıştır aslında. Ada simgesi, çoğu ütopyanın çıkış
noktası olmuştur. Hay Bin Yakzan, bence ütopya bakış açısıyla incelenmeli.

Ayrıca, Hay Bin Yakzan’lar Ortaçağ Doğu’sunda bir gelenektir. İbni Sina’nın da
günümüze ulaşan bir Hay Bin Yakzan’ı vardır. Tufeyl, Sina’dan esinlenmiştir.
Onlardan sonra Şehabeddin Sühreverdi adlı bir Doğu filozofu da benzer bir eser
yazmış, adı da “El-Gurbetül Garbiye”. Son olarak İbni Nefs’in de benzer bir
eseri olduğu söylenir: Er-Risalüt’l Kamiliye. Bütün bu eserleri ütopyacılık
açısından incelemek gerekir; tabii More veya Campanella’daki rafineliği,
berraklığı ve gelişmişliği beklemeden. Belki bunlara “ön-ütopya” diyebiliriz.
Veya Tuncer’in önerdiği gibi “hazırlık ütopyaları”.

[ÖT] Sühreverdi el-Maktul’un Hace Bektaş öncesi Anadolu Tasavvufunda yol ayırımını yapan mutasavvıf olduğunu da söylemeliyim. Yanlış anımsamıyorsam 1190'lı yıllarda öldürülmüştür ve Anadolu devriminin temelinde bulunan ve Mevlana’nın tasavvuf anlayışına karşı olan “Seyr-i Sülûk-i Afakî / Ruhun dışsal yolculuğu” tasavvuf yolunu açan insan olması gerekiyor. Sühreverdi yeterince incelenmemiştir. Ayrıntılı incelenmeye gerek vardır.

Farabi de Ortaçağ Doğu’sunun doruk bir ismi olduğu gibi çok ünlü bir Platon
yorumcusudur. Platon’un Devlet’i üzerine birçok ünlü şerh yazmış. Prof. Mehmet Dağ’ın bir makalesinden okuduğum kadarıyla “Kitab es-Siyaset el-Medeniyye” adlı bir eseri var. Kent (Medine, toplum da diyebiliriz) türleri inceleniyor. Erdemli Kent, Bilisiz Kent, Fasık Kent, Değişmiş Kent gibi türleri sayıyor ve niteliklerini, sistemlerini uzun uzun anlatıyor. Her bir kenti de alt türlere ayırmış. Örneğin bu eser konumuz açısından incelenmeli. Platon’un Devlet’i ütopya sayılıyor da, Farabi’nin Kent Türleri neden ütopya sayılmasın? Farabi’nin benzer konularda daha birçok eseri var. Aslında o dönemlerde siyaset-ahlak-toplum üzerine yazan çoğu düşünüre (İbni Sina, İbni Rüşt, İbni Haldun vb.) bu açıdan bakmak gerek.

Cennet kavramına gelirsek... Kıvılcımlı, Muhammed’in cennetinin, tefeci-bezirgan çürümüşlüğünün bulunmadığı eski komün toplumuna bir özlem olduğunu ve müminlere vaat edildiğini söylüyor. Tuncer’in dediği gibi cennet bir “armağan” belki ama, bu armağan mücadele edilmeden kazanılmıyor. İyi bir Müslüman olacaksınız, İslam için mücadele edeceksiniz, kurallara uyacaksınız, ancak o zaman cennete gidersiniz. Bence dinlerdeki cennet kavramı (tabii cehennem kavramı da) ütopya bakış açısıyla incelenmeye değer. Düşündüğümüz bir dosya da “Cennet ve Cehennemin Sosyo-Ekonomik Yapısı” idi.

Burada resmen bir ütopya sunulmuştur bence. Sistematik açıdan More’un
Ütopya’sından çok da farklı olduğunu sanmıyorum. Ama dediğim gibi, bunlar fikir jimnastiği...

[ÖT] Bu noktada Rahmetli Kıvılcımlı’ya katılma olanağım yoktur. Muhammed Müslümanlığı bizzat kendisi, bir tüccar dini olarak oluşturmuştur. Bu da Kur’an’ın pek çok yerinde belli olur. Kur’an’ın ahlakı, bir aristokrat ahlak olmaktan çok bir tecim ahlağı değil midir? Aristokratlaşması, kendinden önceki dinlere benzetmeyle olmuştur. Bu nedenle Cennet, insanların doğal ve toplumsal açlıklarını, dahası ihtiraslarını bile doyuracak özelliklere sahiptir… Dünyadaki tecim düzenini bozmaması için yasaklanan hiç bir şey Cennet’te yasak değildir. Doyurucu mal, hırsızlık gerekmeyecek denli boldur, içki nehirlerden akar, cinsel yasakların tümü kalkmıştır, o denli ki gılman denilen genç oğlanlarla eşcinsel cinsel ilişki bile serbesttir.

Bence durum, komün toplumuna bir özenme olmaktan çok, Kıvılcımlı’nın deyimiyle bezirganların getirdiği yasaklamalara uymaları koşuluyla insanlara bu yasaklardan kurtulacakları bir yapı vaadediliyor. Amaç, dünya yüzündeki bezirgân düzeninin korunmasından başka nedir ki? (Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, Hıristiyan ve Museviliğe karşı tutumu da aslında Aristokrasiye karşı bir tutum olarak yorumlanmalıdır. Ancak toplum bir bezirgan -yani burjuva- düzenine henüz hazır olmadığı için Müslümanlık da Hıristiyanlık ve Musevilikten aldığı toplumsal yapılarla birleşip Aristokrat bir yapıya dönüşür.)

Son olarak: Tuncer’in de dediği gibi büyük halk ayaklanmalarının aynı zamanda
birer düşünür de olan liderlerinin yazdıkları bu açıdan en büyük kaynaklarımız
olabilir. Ömer Tuncer, 13. yüzyıl Anadolu düşünürlerinin ve eylemcilerinin
düşüncelerini bu açıdan inceleyebilir. Ankara Devleti ve ilk Osmanlı nereden
baksan ütopik birer girişim gibi. Batı’da da bu tür büyük köylü ayaklanmaları
ütopik düşünceler yaratmış, hatta pratiği de zorlamıştır (Münzer Komünü gibi).

[ÖT] Daha çok sanırım Sovyet Dervrimi’ne benziyor. Yani kültür olgunlaşmadan toplumsal düzeni kurma çabası… Doğaldır ki henûz gücünü yitirmemiş olan bir önceki kültür, karşı devrim için hazırlanacak ve saldıracaktır. Bütün ilk devrimler erkencidir ve mutlaka karşı devrimlerle geri döndürülürler… Bu anlamda eğer Osmanlı’ya “ütopik” bir yapılanma diyeceksek Sovyet Devrimine de aynı ölçütlerle “ütopik” diyebiliriz. Her ikisi de kendi koşullarına uygun olarak karşı devrimlerle önü kesilmiş devrimlerdir.

Ütopik düşünceler Ankara devletinde hiç yok. Gerçi bu konuda kaynak da yok. Dahası böyle bir devletin varlığı bile tartışmalı. Ancak 1350’li yılların sonuna doğru, Osmanlı’nın Ankara’ya doğru ilerleyişi ile Ahilerin kenti savaşsız olarak teslim ettikleri gibi bir bilgi var. O kadar. Gerisini biraz da tarihçiler dolduruyor. Ama şunu kolaylıkla çıkartabiliyoruz ki, Ankara bir mücadele ile ele geçirilmemiş, Ahi örgütünün olduğu yerde açılan bir yönetim boşluğunu Ahi örgütünün doldurmasıyla ortaya çıkmıştır. Yani ütopik duyguların potansiyelini taşımamaktadır. Taşıyamazdı, çünkü, içinde yaşanılan Aristokrat kültüre göre yönetim erki, yalnızca kan bağıyla tanrıya –ya da hiç değilse peygambere- değin geri gitmesi gereken bir bağlantıya gerekseme duyardı. Bu nedenle de 100 yıla yakın Ahilerin elinde kalmasına karşın ne bir büyüme, ne bir değişme, ne de herhangi bir hareketlenme görülmüştür!.. Kendilerine en yakın, en güvenilir devlet olarak ilk gelen Osmanlı’ya da kenti elleriyle teslim ederler…

Anadolu’da Osmanlı’nın kurulmasıyla sona eren kısa bir ütopik özlem dönemi varlığı belli oluyor. Kaynak eksikliği burada da söz konusu. Ahi Evren’in ölümünden Osmanlı’nın kuruluşuna değin 1261-1299 ortalık oldukça karanlık. Bu yüzden Osmanlı’nın Kuruluşuna ilişkin bilgi ve veri açısından da şiddetli yoksulluk içindeyiz. Bunca büyük boşlukları doldurmaksa bizi büyük yanılgılara sürükleme potansiyeli taşıyor (Osmanlı’nın kuruluşunda Osman’ın kayınpederi olan Ahi Edebali’nin bu dönemden önce nasıl ortaya çıktığı, dahası Ahi olup olmadığı bile -tek kaynaklı bir bilgi olması nedeniyle- kuşkuludur).

Son olarak dedik ama...: Hint ve Çin’i hiç bilmiyorum, ama ülkemizde çok iyi
uzmanları var. Böyle köklü uygarlıkların yarattığı muazzam külliyat içinde de
mücevherler bulunabilir. Çinli komutan Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”nı, Hintli
vezir Kautilya’nın “Arthaşastra”sını, Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün
“Siyasetname”sini inceleyip Machiavelli’nin ustalarını ortaya çıkarmamış mıydık?
Bence More’un, Campanella’nın, hatta Platon’un ustaları da bulunabilir
uygarlıklarda.

Toparlarsak, Avrupamerkezci bakış açısından sıyrılarak, her eserin ve pratiğin kendi döneminin koşulları ve sınırlılıklarını göz önüne alarak incelersek Doğu’da (hadi Rönesans öncesi diyelim) zengin bir ütopya hazinesi bulabiliriz gibi geliyor. En azından araştırmaya değer. Birkaç mücevher bulursak fena mı olur? Ne güzel bir katkı olur. Bir bakarsın gelecek yılın Ütopyalar Toplantısı’nın konusu “Doğu Ütopyaları” olur. Gelin tartışmayı geliştirelim.

Ender Helvacıoğlu

[ÖT] Genel olarak ve yeniden: Her türlü “Doğu” ve “Batı” kavramının kullanılmasını şiddetle sakıncalı bulduğumu özet olarak söylemek istiyorum. Tek bir insanlık kültürünün aşamaları, geçişleri ve birlikte yaratımın ürünlerine bakış olarak değerlendirmeye alınmalıdır diyorum.

Geleceğin kültürünü kurma konusunda çabalara katkı olarak!..

Sevgiler,

Ömer Tuncer.

30 Nisan 2008 Çarşamba

13.yy Anadolu Devrimi'nde Mevlânâ


13. yy ANADOLU DEVRİMİNDE MEVLÂNÂ CELÂLÜ’D DİN RÛMÎ’NİN YERİ[1]

13. yy Anadolu Devrimi, Babailerin, Ahîlerin ve bilimci kol sayılabilecek Ekberiyye’nin birlikte, sosyal alana taşıdıkları bir kültür hareketidir.

Gelen bilgiler, dogmalardan arındırılınca, toplumsal gereksemeler sonucu, Hallac-ı Mansur’la başlayan Aristokrat “kul” kültürüne karşı duruşun, İbn Sina, Farabi, Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ile, kul kültürü savunucusu İmam Gazali düşüncelerinin, Ahmet Yesevi’nin uzlaştırma çabaları ile geliştiği görülmektedir. Bunların, 13 yy Anadolu’sunda, önce düşünsel ve eylemsel alana yansıdığını, ardından da kul kültürü – birey kültürü karşıtlığının, çeşitli vesilelerle toplumsal çatışmalara neden olduğunu görüyoruz.

Anadolu düşüncesinin temel taşlardan biri Babaî hareketi’dir. Yazılı metinleri şimdilik ele geçmediği için düşünsel ayrıntılarını bilemiyoruz. Ancak Hace Bektaş’ın, Baba İlyas’ın (Babaî hareketinin önderi) halifesi (sonra geleni, ardılı) olmasından Babaîliğin düşünsel yapısına ilişkin güçlü sezinlemelerimiz vardır. İnsanlığın “kul”luktan kurtulup “birey”leşme süreci içinde önemli bir köşebaşı olduğu anlaşılıyor.

Yine yazık ki bilinen 20 kadar kitabının yalnızca üçü çevrilebilmiş[2] olan Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud’un, 1204-1225 yılları arasında Kayseri çarşısında oluşturduğu Ahî örgütlenmesi ile dünyevî esnaf hareketi, 13. yy Anadolu devriminin ikinci ayağıdır.

Bu iki akımın ardından Şeyhi ve üvey babası İbn ül Arabî’nin ölümü üzerine 1245’te Anadolu’ya gelmiş olan Sadru’d Din Konevî’nin “Vahdet-i Vücûd”, yani evren-tanrı ile bütünleşerek tanrı “birey”liğini kazanma hareketi içindeki “bilgi edinme” sürecinin temelini “akıl” ve “müşahade/gözlem”e bağlaması ile, insanlığın dogma(hazır verilmiş bilgi)’den kurtulup “birey”in kendi öz bilgisini edinebilirliğinin yolunun açılması 13. yy Anadolu Devrimi’nin üçüncü ve bilimsel ayağını oluşturmaktadır.

“Kul” kültürünün kendisine karşıt bütün bu yeniliklere tepki vermesi doğaldır. Bu tepki, Anadolu’da, Kalenderiler, işgalci Moğollar, zaman zaman Moğol valisi gibi davranan Selçuklu Sultanları ve onların İmam Gazalî ardılı düşünüş biçimini gününün toplumsal gereksemelerine uydurmaya çalışan Mevlânâ Celâlü’d Din Rûmi ile Kalenderî şeyhi Şems-i Tebrizî’den gelmiştir.

Şimdi, 13. yy Anadolu’sunun sosyal olaylarına, “Devrim Kronolojisi”ne, bu yazının izin verdiği sınırlar içinde kaba çizgileriyle, göz atarsak:

· 1204 -1225 Ahî Evren Şeyh Nasirü’d Din Mahmud’un Kayseri esnafı arasında Ahî örgütünü oluşturması.

· 1240 Babaî’lerin Selçuklu Aristokrat yönetimine başkaldırması, Selçukluların Baba İlyas’ı idamı üzerine galeyana gelip Konya’ya yönelen Babaîlerin, Kırşehir Malya ovasında önünü keserek, çoluk-çocuk demeden katletmeleri.

· 1243 Baycu Noyan komutasındaki Moğolların Kösedağ’da Selçukluları yenerek bütün Anadolu’yu ele geçirişi.

· 1243 Kayseri Savunması. Kültür Tarihinde ilk kez, bir kent halkının tanrı vekili saydığı sultanının teslim olmasından sonra kendi kentini, yalnızca “kendi kenti (vatanı)” olduğu için savunması. Bu savunmada kentlerini savunan Kayseri Ahîlerinin karşısında Moğollara destek veren Kalenderî’ler ve onların şeyhi Şems-i Tebrizî de vardır.[3] Sonunda Moğollar, Selçuklu Subaşısı Hacok oğlu Hüsamü’d Din’in Kayseri’lilere ihaneti ve Moğollara yol göstermesi ile kente girerler.

· 1244 Şems’in Moğolların ardından Selçuklu Başkenti Konya’ya gelişi.

· 1247 Şems’in Ahîler ve Moğol karşıtları tarafından öldürülmesi. (Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud ile Mevlânâ’nın oğlu Alaü’d Din Çelebi’nin de bu olaya karıştıklarını düşündürecek güçlü veriler vardır[4]).

· 1247 Bu olay üzerine Nasirü’d Din Mahmud ve Alaü’d Din Çelebi Konya’dan Kırşehir’e göçüşü (Bundan sonra Ahîlik Kırşehir’den yönetilir).

· 1261 Nasirü’d Din Mahmud ve Alâü’d Din Çelebi’nin bir ay tutulması gecesi, Moğol yanlısı Selçuklu Emîri Nuru’d Din Caca tarafından bir gece baskınıyla öldürülmesi (Ahî Evren bu sırada 90 yaşındadır. Mevlânâ, oğlu Alâü’d Din Çelebi’nin Konya’ya getirilen cenazesi için cenaze namazı kıldırmayı reddetmiştir).

· 1265 Ankara’nın, Ankara’lı Ahîlerin eline düşmesi; 100 yıla yakın süreyle “Kul”luk düzeni (Aristokrasi) olmadan bir devletin yönetilme denemesi.

· 1273 Mevlânâ’nın ölümü.

· 1299 Osmanlı Devleti’ni, Anadolu Ahîleri (Ahiyân-ı Rûm), Anadolu Gazîleri (Gaziyân-ı Rûm), Anadolu Abdalları (Abdalân-ı Rûm), Anadolu Bacıları (Bacıyân-ı Rûm) ile Bizans Aristokrasisi karşısında kendi “birey”liklerini elde etme çabası içinde olan Anadolu Rumlarının elbirliğiyle kurması.

Bu yapının içerisinde Mevlânâ Celalu’d Din Rûmî 1244’de Şems’in Konya’ya gelmesiyle etkin olmaya başlar ve Moğollardan yana, Anadolu Devriminın karşısına çıkarak durdurma çabasına girer.

Moğol işgali altındaki Anadolu’da Moğolların halkın mallarını gasbetmesini doğallaştırmaya çalışır:

“Birisi, gece-gündüz canım da, gönlüm de tapınızda hizmet etmede; fakat Moğollar'la uğraşmaktan, onların işleriyle oyalanmaktan vakit bulup da tapınıza gelemiyorum dedi.

Mevlânâ buyurdu ki:

Bu işler de Tanrı işi; çünkü Müslümanların emin olmalarına, aman bulmalarına sebep olmada. Onların gönülleri olsun da birkaç Müslüman, emniyet içinde ibadete koyulsun diye kendinizi, malınızla, bedeninizle feda ettiniz. Şu halde bu da hayırlı bir iştir. Ulu Tanrı madem ki böyle bir hayırlı işe meyil vermiş, ona aşırı rağbet göstermeniz Tanrı yardımına mazhar oluşunuza delildir.” (“Fîhi Mâfih” Mevlânâ; Çev: Abdülbakî Gölpınarlı)

İmam Gazali’nin görüşlerini, günün koşullarına uygun hale getirmeye çalışır. Toplumsal “birey”leşme gereksemelerini “kul”luğun sınırları içinde kalarak karşılamaya çalışır. Bütün evren’in tanrısallaştığı, Tanrının maddeyi de kapsadığı Vahdet-i Vücud görüşünün karşısında, Tanrısallığın yalnızca insan tarafından kavranabildiği görüşünü yerleştirmeye çalışır. Tasavvufun insan ruhunun tanrıyı bütün evrende aramak üzere yola düşmesi gerektiği (Seyr-i Sülûk-i Âfâki) görüşüne karşı, tanrıyı arama yolculuğunun yalnızca insanda olması gerektiği (Seyr-i Sülûk-i Enfusî) görüşünün savunucusudur. Böylece maddi evren, bilimin evreni, insan ilgisinin dışında kalacaktır.

Hace Bektaş’ın “Makalat”ında, insanlaşma sürecini ve insanlaştırma eğitimini anlattığı dört kapı kuramını[5] toplumsal ve gelişkin kültürel gereksemeleri karşıladığı için dışlayamaz, ama kısaca ve sığlaştırarak alır.[6]

Mesnevi’de geçen hemen bütün öyküler, 13. yy Anadolu Devrimi yanlılarını kötülemek için, komik duruma düşürmek için anlatılmıştır.
Bir düşmanını “yılan”, “ejder”, “Ahî”, “cuha[7]”, “muhannes/alçak, korkak, namert, eşcinsel” diyerek kötülemekte, onun yaşamına ilişkin kimi kötüleyici “öykü”ler anlatmaktadır. Adını anmaz, yalnızca “Cuha” der.

Sözgelimi, Mesnevi, II.Cilt, 3116-3124. satırlarındaki[8] öykünün adı, “Babasının cenazesi önünde ağlayan çocuk ve Cuha’nın hikâyesi” başlığını taşıyor. Öykü özetle şöyle:

“Hey baba... Seni nereye götürüyorlar?.. Daracık bir eve gidiyorsun. İçinde ne kilim ne hasır var!.. Gece, lamba yok!.. Gündüz aş yok, ekmek yok!.. Ne dam var, ne eşik, ne komşu!..” Cuha, “Vallahi onu bizim eve götürüyorlar” der.

“Baksana bizim evi tarif ediyor!..”

Mesnevi V.Cilt, 3325-3335. satırlarında da Cuha’nın kadın kılığında kadınlar meclisine girmesi ve edep dışı
davranışlarda bulunması anlatılmaktadır.

Mesnevi VI.Cilt 4449-4519 satırlarda Cuha’nın karısının Kadı ile arasında geçen gizli aşk serüveni komik bir dille anlatılmaktadır.

Mesnevi V.Cilt, 3409-3419. satırlarda ise bu kez “adamın biri” diye anlatılır, evine yarım okka (bir okka 1283 gr.) et getirmiş. Ancak akşam yemeğinde eti göremeyince karısına sormuş. Karısı “kedi yedi” deyince de tutmuş kediyi tartmış. Kedi yarım okka gelince, “Bu, kediyse et nerde; etse kedi nerde?..” diye sormuş...

Halkın ağzında günümüze değin gelen Nasrettin Hoca’nın, Mevlânâ’nın düşmanı Şeyh Nasîrü'd Din Ebü'l Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî, yani Ahî Evren olduğu açıkça anlaşılıyor.

Peki, ne oluyor da Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî’nin aşağılamak için yaşantısını abartarak komik duruma düşürmeye çalıştığı Ahî Evren, önce Hace Nasiru’d Din, günümüzde de Nasrettin Hoca olarak dünya gülmece tarihindeki inanılmaz yerini alıyor?

Mevlânâ ile Ahî Evren, Şeyh Nasîrü'd Din’in arasında var olan temel ayrılık sınıfsaldır. Ahîler üretici esnaftır, “kul”luk düzeninin yoksullarıdır, aşağılanan bir kesimdir. Mevlânâ bu yüzden alaylı bir dille “Cuha” diyerek Şeyh Nasîrü'd Din’in evinin yoksulluğunu alaya almaktadır.

Bu kadarla kalsa iyi; Mesnevi’nin bir başka yerinde (IV. Cilt, s:261-277), Onun “pis”liği ile alay eder. Bilindiği gibi Ahî Evren, Debbağlar pîridir, debbağ’dır. Günümüze adı “tabak” olarak gelmiş olan dericilik mesleği, son derece kötü kokan işliklerde yapılır. Aşağılamak için Mevlânâ, bunu anımsatarak, yolu yanlışlıkla attarlar çarşısına girmiş olan “debbağ”ın alışık olmadığı misk ve ıtır kokularından dolayı düşüp bayıldığını ve tanıyan biri çıkıp köpek pisliği koklatıncaya değin ayıltılamadığını anlatarak alaya alır.

Ahî Evren’in tasavvuf düşüncesi, Allah’ı evrenin her parçasında, her maddesinde arayan bir dünya görüşü geliştirmiştir (Seyr-i Sülûk-i Âfâkî / Ruhun Nesnel yolu). Bu nedenle de maddeyi dışlamaz, dünyevîdir. Oysa Şems’in ve Mevlânâ’nın geliştirdikleri tasavvuf(!?) düşüncesine göre, Allah, yalnızca insanın “kendi beni”nde olabilir. İnsan ancak kendi içine dönerek ona ulaşabilir (Seyr-i Sülûk-i Enfusî / Ruhun Öznel yolu).

Baba İlyas ve ardılları Hace Bektaş, Taptuk Emre, Yunus Emre, Şeyh Nasîrü'd Din Mahmud, birinci yolu seçmiş olan sûfîlerdir. Bu ayırım, 13. yy Anadolu Devriminin temel dünya görüşünü oluşturacak, daha sonra Anadolu Sûfiliğini, yani Bektaşiliği ve bir Türkmen inanç-toplum dizgesi olarak da Aleviliği ortaya çıkaracaktır.

Mevlânâ, son (VI.)cildin başında, Mesnevi’de, kötülerle mücadele etme amacını anlatmaktadır. Bu, Anadolu’da 13.yy’da ortaya çıkan ve daha sonra “uluslaşma”yı hazırlayacak olan Türkmencilik akımıyla verdiği savaşımdır.

Mevlânâ Celâlü’d Din Rûmî’nin önderlik ettiği karşıdevrim süreci, Osmanlı’nın kuruluşunu oluşturan 13. yy Anadolu Devrimi çizgisini[9] sürdüren “gaziyân” egemenliğinden[10] sonra, 1. Murad’dan başlayarak yeniden canlanacak, tırmanmaya başlayacaktır. Güçlendikçe Anadolu Devriminin savunucuları, kendi devrimlerini savunmaya çalışır. Yıldırım Bayezid zamanındaki Ahî başkaldırısı, Çelebi Mehmed’in iktidarına karşı duran Şeyh Bedreddin ile müridleri Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa kalkışmalarını Anadolu Devriminin kendini savunması olarak görmek gerekir.

Sultan İkinci Mehmed (Fatih), karşıdevrimi iktidara taşır. Şah İsmail’in 13. yy Devrimini yeniden iktidara getirmek için savaşması da Çaldıran’da Yavuz Selim’e karşı yenilgiyle sona erer. Kanuni Sultan Süleyman’a karşı yapılan Celâlî kalkışmaları (Köroğlu da bir Celâlî’dir), bölgesel kalır.

13. yy Anadolu Devrimi’nin önü, Aristokrat karşıdevrim ile böyle kesilir. Selçuklu-Bizans aristokrasisi, enerjisini 13.yy Devrimi’nden almış olan Osmanlı içinde yeniden doğar, kuruluşunda “birey/insan”ı ölçüt almanın dizgesini oluşturmaya çalışan Osmanlı Devletini, “kul” temelli imparatorluğa geri dönüştürür.

Böylece Mevleviliği, 20.yy Kemalist Burjuva Devrimi’nin “birey” düzenini egemen kılmasına değin, “kul”luk düzeni içindeki Osmanlı sarayının destekçisi ve baş inanç dizgesi olarak görüyoruz.

[1] BİLİM VE GELECEK dergisinde “13.yy Anadolu’sunda devrim ve karşı-devrim / Mevlânâ Hangi Sınıfın Adamı?” başlığıyla yayınlanmıştır. Eylül 2007 / Sayı:43, s:32

[2] 1)”Ahi Evren, Tasavvufi Düşüncenin Esasları” Prof.Dr Mikâil Bayram, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 165, Ankara 1995 / Bu kitabın içinde Ahı Evren’in bütün kitaplarının listesi ve bulundukları yerler ile “Tabsiratü’l Mübtedi ve Tezkiretü’l Mintehi” adlı kitabının tam çevirisi yer almaktadır.

2) “Metâli’ü’l Îman / İmanın Boyutları” Ahi Evren, Tercüme, İnceleme ve Araştırma: Prof.Dr Mikâil Bayram, Damla Ofset Matbaacılık A.Ş.

3) “El Mürâselât / Yazışmalar” Ahî Evren – Sadru’d Din Konevi yazışmaları. Çev: Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2002 / Bu kitap, “Sadreddin Konevî ile Nasireddin Tûsi arasındaki Yazışmalar” başlığıyla sunulmuştur. Oysa Prof.Dr. Mikâil Bayram, yukarıda sözü geçen “Tasavvufi Düşüncenin Esasları” başlıklı kitabının 65. sayfasında, bu yazışmaların Nasireddin Tusi ile değil, Nasiru’d Din Mahmud, yani Ahi Evren ile yapıldığını, tarihsel kanıtları ile göstermektedir.

[3] Bkz: Bayram, Mikâil Prof.Dr. “Selçuklu Döneminde Kalenderi-Ahi Çatışması” Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı:17, Temmuz 2005, s:36

[4] Bkz: Bayram, Mikâil Prof.Dr, “Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahî Evren-Mevlânâ Mücadelesi”, 1. Baskı Konya, 2005

[5] Tuncer, Ömer, “Bir Derdim Var Bin Dermana Değişmem” / Bilim ve Gelecek Dergisi; Sayı:36, Şubat 2007, s:46

[6] Mesnevi 5. Cild önsöz

[7] Soytarı

[8] Mevlânâ’nın “Mesnevi”sinin satır sayıları M.E.B. Şark İslam Klasikleri dizisinden, 5 ciltlik Abdülbaki Gölpınarlı’nın gözden geçirmesiyle yayınlanmış Velet İzbudak çevirisinden alınmıştır.

[9] Tuncer, Ömer “Kuruluştan Kurtuluşa” / Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı:24, Şubat 2006, s:33

[10] “Osman Gazi” ve “Orhan Gazi” “gazi” sanları bile “Gaziyân-ı Rûm”dan olduklarını, yani 13.yy Anadolu Devrimi’nin parçası olduklarını göstermektedir. Kaldı ki Orhan Gazi’nin öldüğünde bir kiliseye gömülmüş olması, “birey”leşme çabası içinde olan Bizans’lı Hıristiyanların bu devrimdeki içten birlikteliklerinin kanıtıdır.
Posted by Picasa

27 Şubat 2008 Çarşamba

"Akış" kavramı üzerine...


"AKIŞ" ÜZERİNE...(*)

"Akış"ı herkes görebilir, yeter ki içinde yaşadığı kültürün, Aristokrat kültürden sarkagelen "statik" paravanlar önünden çekilsin...

"Akış"ın kendisi çok somut bir şeydir. En azından kendi içerdiği "zaman" denli somut!..

Ayrıca "akış"ı görebilmek yetmez. "Akış"ı anlamak, "akış"ı solumak, "akış"ı sindirmek, yaptığımız her işte yansıtmak, düşüncelerimizin temeline oturtmak gerekir. "Akış" koca bir kültürün üzerine oturacağı kavram: "geleceğin kültürü"nün... "Akış", düşüncenizi üzerine oturtmadığınızda alacağınız her sonucun "yanlış" olacağı ölçüt. Bütün duraganlıkları, bütün statik yapıları en kökünden değiştirecek olan kültürel öge... İnsanevladının geleceğine açılan kapı, en önemli köşetaşı...

"Süreç"in İngilizcesi "process"tir. Oysa "akış" çok başka bir şey. "Akış", şu andaki kavrayışlarımızla, bütün evrenin üzerine oturduğu temel yapı.

İşte biz bu yapıyı Aristokrat kültürün "zamandan ve mekandan münezzeh" duragan bilgisinin temel bilgi olmasından günümüze sarkmış etki ile görmezden geliyoruz. Basitçe ve yalnızca "görmezden geliyoruz"...

"Nasıl" sorusu, yaygınlıkla "iman" edilmesi gereken bilgilerin bize aktardığı gibi, "nasıl oluştu?"nun kısaltılmışıdır. Eğer bu soru bizi "yaratıldı"ya yönlendirmeyi amaçlıyorsa, benim bu konuda söyleyeceğim bir şey olamaz. "Verilmiş" hazır "dogma"lardan başka hiç bir yerde bulunamayacak bilgiler bizim yaşamımızda yoktur. Çünkü bu "doğma"ları bize gönderen tanrı için de aynı "nasıl oluştu" sorusunu sorma konusunda önümüzü kesen bir "tabu"nun bulunduğu çıkmaz sokağa girmenin, yöntemsel olarak, doğru ve bilgi üretici olduğunu düşünmeyiz. Bu konuda dünyanın en çok çoğaltılmış "kutsal kitap"ları ile onları kendine öncül edinen bir sürü çıkarımı (tümdengelim) durmadan anlatan çok sayıda kitap var.

Bu kitaplar İskenderiye kitaplığında yanan kitaplar arasında değildi. Onca kitap, (yalnızca 250 000 kadarı Bergama Kitaplığı'ndan götürülmüştü) kutsal kitaplara karşı olduğu savıyla yakıldı.

"Öncül"leri, "verilmiş/vahyedilmiş" olduğuna inanılmış dogmalardan oluşan hiç bir bilgi(?) düşünme alanı içinde değildir.

"Nasıl" sorusu, eğer bilimsel bilginin teknolojiyle uygulanabilir ve yararlanılabilir hale getirilmesi ise, Geleceğe ilişkin ne "ne yapacağımızı" ne de "nasıl yapacağımızı" biliyoruz.

Renaissance sonrası bilimi de yaratan tümevarımı kullanarak kültür tarihine baktığımızda, "ne"ler ve "nasıl"ların birbirini izleyerek geldiğini görüyoruz. İnsanevladı olarak "ne yapacağımız"ı bulurken "nasıl yapacağımız"ı da birlikte düşünüyor, bir aşama çözülmeden, bir sonraki aşamayı göremiyoruz... Ancak onu çözüp bir üst basamağa tırmandığımızda bir sonra "ne yapacağımız"ı (yeni duruma göre gereksememizin ne olduğunu) görüyoruz.

Bu nedenle, "ne"ler ve"nasıl"lar iç içe. Bunların birini ötekinden soyutlayıp üzerine düşünemeyiz.

Bu durum, bilim ve teknolojinin iç içeliğini oluşturmaktadır. Basit biçimde ele alırsak "ne"ler bize "bilimsel düşünce"nin kendini çağrıştırıyor, "nasıl"lar da teknolojiyi. Tabii, her zaman böyledir demiyorum. Özellikle "nasıl"ların içinde teknolojisi henuz "ne"sinden, ayrışmamış, dizgeleşme aşamasına gelmemiş sosyoloji gibi disiplinler de var. Bu bağlamda "bilim" ya da "bilim kurum"larının işi "nasıl"lar değil, "ne"ler olmalıdır.

"Nasıl"lar gelecekte, ancak bütünüyle ve yalnızca sınırları genişletilmiş teknolojinin işi olabilir gibi görünüyor.

Şu anda "modernist" olmayan bir bilim var mı onu bilmiyorum. Ama bilim, Metafiziğin üzerinde ve onu reddederek yükselmiştir.

Bugün artık Modernizm, durdurulacak bir yapı değil, üzerine basıp ileriye fırlamamız gereken yapıdır. Nasıl Modernizm metafiziğin üzerine basıp ileriye fırlamışsa bizim de modernizmin üzerine basıp ileri fırlamamız gerekiyor. Bundan önce olduğu gibi öncenin yapılarını reddetmemiz gerekmiyor. "Akış"ı kavramış olmak, aynı zamanda, önceki süreçlerin kendi zamanında gerekli, dahası zorunlu olduğunu da kavramış olmak demek.
Modernist eğitimin karşıtı (henuz geleceğin bilgisi sistematize olmadığına göre), bir önceki dogmatik eğitimdir.
Kemalist (tutucu ve sahteci Atatürk'çü değil) devlet örgütünün 1920-1946 arasında modernizmin eğitimini veriyor olması doğru tutumdur. Bu tutumu bütünüyle reddemenin, silmeye, geriye döndürmeye çalışmanın başarıya ulaşma şansı yoktur.

Bugünkü eğitimin alternatifi, yalnızca dogmatik bilgidir. Dersanelerin duvarlarına yeniden falakaların asılmasını mı istiyoruz? Bütünüyle kişisel bir deneyim olarak DP'nin dinci oyları toplama politikası sırasında cesaret verdiği gizli bir mahalle mektebinde okudum. Ne olduğunu iyi bilirim!..

Metafizik, kimi zaman sezgiyle elde edilmiş, kimi zaman tanrı tarafından verilmiş, kimi zaman da yalnızca "kabul edilmiş" ya da "seçilmiş" ama en önemli ayırıcı özelliği "hazır bilgi" olan veriden tümdengelim yoluyla yeni bilgi çıkarma çalışmasıdır. Bu işlemi, çoğunlukla felsefe yapar. Aynı yöntem, matematiğin de yöntemidir. Ama çok daha sistemleşmiş bir biçimde. Her ikisinde de ortaya çıkan yeni bilginin, öncüllerin doğruluğunu garantileyememesi nedeniyle "doğru"luğu ve öncüllerin içinde bulunuyor olması nedeniyle de "yeni"liği tartışmalıdır.

Aydınlanma, dolayısıyla modernizm, bu yönteme deney ve gözlemi eklemiştir ve yeni bilgi bulunabilir duruma getirmiştir. Ancak hiç bir zaman sonsuz sayıda deney ya da gözlem yapılamayacağı için bu bilginin de genel geçer, "doğru" olduğu her zaman kuşkulu kalacaktır. Üstelik, zaman geçtikçe aynı bilgi üzerine çalışacak bilim insanlarına göre de değişebilecek, gelişebilecektir.
Yani bilgiyi var eden "süje-obje bağı"nın "süje" yanı her zaman değişebilir olacak, buna bağlı olarak bilgi de değişebilecektir. İnsanlığın kültür tarihinin her aşamasında ve Doğu-Batı demeden dünyanın her yerinde, "ortaçağ karanlığı"nı kıran, engizisyonları durduran, kitaplık yakmaları önleyen, "Enel Hakk" diyenin canlı canlı derisini yüzülmesine engel olan, başkalarına "ne olursan ol gene gel" diye talkın verip öte yandan kendi öz evladını ölüme gönderen ve cenaze namazını kıldırmayı reddedecek denli salkımı kendisi yutan anlayışı kıran, bu "değişebilirlik" ve "görelilik", yani bilimin kendisi olmuştur.

Bu durumda aşılması gereken eşik, "mutlak" ve "değişmez bilgi"yi aramaktan vaz geçmek, "günün doğrusu"nu "insan bilgisi" olarak almak olacaktır.
Oysa insanevladının, Aristokrat kültürden sarkan biçimde "değişmez bilgi" arayışı yazık ki sürüyor ve bizi yeniden tanrısal bilgiye doğru sürüklemeye çalışıyor. Tehlike tam bu noktadadır. Bulunduğumuz yerin akış üzerinde nerede olduğunu saptamak gerekiyor. Sürüklenmek istendiğimiz yer, akış üzerinde "dün"ün yapısıdır. Doğal ki tehlike, bu anlayışın "akışı geri döndürebilecek" güçte olmasında değil, toplumları, anlayışları, yani kültürü geriye sürüklemeye çalışanlarla, yaşanmakta olan badireyi atlatıp geleceği kurmaya çalışanlar arasında çıkacak çatışmadadır. Bu çatışma tarih boyunca oluk oluk kan akıttı. Hangisini sayayım: Hallac'ı Mansur'un parçalanarak öldürülüşünü mü? Seyyid Nesimi'nin derisinin canlı canlı yüzülüşünü mü? Tekkelerinde Yunus'un "Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver sen onu/ Bana seni gerek seni" ilahisini okudukları için yine bu ilahiyi okuyarak idama giden Anadolu insanlarını mı? Anadolu'dan dönen Haçlı şövalyelerin götürdüğü kültür yüzünden yozlaşmış sayılıp kitleler halinde odun yığınlarının üstüne çıkarılıp yakılışını mı (bkz: Mine Kırıkkanat "Gülün Öteki Adı")? Şeyh Bedreddin'in, Pir Sultan Abdal'ın ipin ucunda sallandırılarak yok edilişini mi? Marco Polo'nun, seyahatlerinin dine aykırılığı yüzünden zindana atıldığı için, seyahatnamesini zındandaki birisine anlatarak yazılmasını sağladığını mı? Galileo'ya Engizisyon mahkemesinde ölüm korkusuyla "tamam tamam, Güneş dünya etrafında dönüyor" dedirtilişini mi? Descartes'in yazacağı kitaplar engellenmesin diye dağlara kaçarak çalışmak zorunda kalmasını mı?

Daha sayayım mı?

"Akış" -yine kültür tarihine bakar ve tümevarım kullanırsak- hiç bir zaman geriye dönmemiştir. Ama akmakta olan kanlardan korkulmalıdır. Tehlikenin büyüğü budur. "Dün" yandaşları (31 Mart'ın "istemezük"çüleri) ile yarını kurmaya çalışanlar arasında her zaman bir çatışma olmuştur, olacaktır da. Somut sorun yalnızca kan dökülmesinin önlenmesidir.

Dünya sermayesinin "insan kanı"na aldırdığı yoktur. Kendi düzeninin sürmesi ve yalnızca silah dahil herşeyin tüketiminin artması adına bu çatışmaları kışkırtıyor ve nedeni ne olursa olsun, çatışmalar sürdükçe ellerini ovuşturuyor olduğunu biliyoruz. En yakın önemli örnek, 1929 ekonomik krizini (Gazap Üzümleri - J.Steinbeck) aşabilen şeyin, inanılmaz kanların dökülmesine neden olan 2.Paylaşım Savaşıdır.

Sermaye için bu savaşta başarılan şey, Hitler, Mussolini Faşizminin yok edilmesi değil, piyasa ekonomisine yeterli kaynağın pompalanmış olmasıdır!.. Kaldı ki aynı durumda olan Salazar ve Franko Faşizmi için hiç bir şey yapılmamıştır.
Bugün aynı oyun Irak gibi, Afganistan gibi, dünyadaki bütün savaşlarda oynanmaktadır.
(*) "Ütopyacılar" yazışma gurubunda 2008 yılı ilk aylarında yayınlanmış, sonradan elden geçirilmiştir.

16 Şubat 2008 Cumartesi

"Aydınlanma", "Marxçı kuram" ve "akış" üzerine...




Bir yanıt... (*)

Uzun zahmetler sonucu ortaya çıkmış olduğu anlaşılan yazınızın bir tek noktasının, ama ta yüreğinde olduğunu düşündüğüm bir noktanın çağrıştırdıklarını paylaşmak istiyorum.

Diyorsunuz ki:

====================================

Şimdi işin / düşüncenin en komik tarafına geliyoruz.

Bu eller ve başlar üzerinde tutulan Aydınlanma Hareketi'nin, bu günkü tarih olarak, ucunda küreselleşme durmaktadır. Aynı düşünce kanalı, aynı eyleme biçemi ile zihinleri, işlevsel zihni performansı, küreselleşme düşüncesine ulaştırmıştır.


İndirgemeci, Modernist Batı Bilimi'nin kendi kuralları içinde, Aydınlanma Kavramı bu gün Küreselleşme Kavramına ulaşmıştır. "ya o ya bu" kuralını burada kullanamayız. Bunların ikisi, yani Aydınlanma Hareketi / Modernite ve Küreselleşme Hareketi aynı ve tek bir sürecin düğüm noktalarıdır. Birini kabul etmemiz, ötekini kabul ettiğimizi belirtir.

====================================

Pek de kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmış olmanız ve "akış"ı göz önüne alarak yorumlarınızı bunun üzerine oturtmanız, geleceğin kültürüne doğru bir gidişi simgelediği için olumluyorum.

Ancak sanırım bunu yaparken gözden kaçırdığınız nokta şu: Akış içinde doğup, gelişip yok olan hiç bir sosyal yapı, doğumundaki "doğruluk"u, "haklılık"ı ölümüne değin taşıyamaz. Sosyal yapıların (yandaşları dolayısıyla) akışa ayak uyduramayan statik karakteri -akışın getirdiği değişikliklerle- gereklilikleri ortadan kalktığında, tutucu bir nitelik kazanarak, bir süre daha yaşamaya direnir. Üstelik bu direnç o denli keskinleşir ki, oluk oluk dökülen kanlara neden olabilir.

O denli çok ki, örnek vererek yazıyı uzatmak istemiyorum.

Bu saptamayı yaptıktan sonra işaret ettiğiniz "akış" parçasını, önce izninizle, daha da uzaktan bakarak, tamamlamaya çalışacağım:

Bir ucunda Aydınlanma öte ucunda küreselleşme olan bir süreç...

Ama daha öncesi ve daha sonrası var:

Aydınlanma, Aristokrat toplumsal kültürün bilgi edinme yöntemi olan "tümdengelim (ki metafiziğin yöntemi de budur)"in üzerine "tümevarım"ı da bilgi edinme yöntemi olarak koyan bir yapı olarak ortaya çıkar. Akış içinde bunun da kendi iç süreçleri oluşur. Rationalistler, Descartes ve Spinoza, metafiziği sistematize etmeye çalışır ve tümdengelimi matematiğin kullandığı biçimiyle, bilgi edinme yöntemi olarak almaya çalışırlar.

Ardından "Aydınlanma"yı getiren Ampiristler, Locke, Hume, Berkeley, işin içine deney ve gözlemi de katarak bilgi edinme'de "tümevarım"ı fiilen bilgi edinme sürecine katarlar.

Biraz geri çekilip bakarsak bu süreç bize kısaca şunu anlatıyor:

Statik(duragan), değişmez tanrısal hakikat (doğru bilgi) dışında, insanevladının bulabileceği başka doğru bilgiler de vardır!.. İnsanlar bunu deney ve gözlemleriyle bulabilirler (oysa tanrısal hakikat dışındaki bilginin olanaksız, yanlışlığı kesin ya da sapkın olduğu savıyla koca İskenderiye kitaplığı, aristokrat kültür yandaşı tek tanrılı din mü'minlerince yakılmış, insanlığın kültür birikimi yok edilmiştir).

Tümevarım yönteminin bilgi edinme sürecine girmesi, yapılacak her yeni deney ya da gözlemin bilgiyi değiştirebilme niteliği nedeniyle, bilgiyi oluşturan süje-obje bağının "süje" yanına değişken nitelik kazandırmıştır. "Bilgi"nin "nesne"den gelen yanı olarak "Obje", yine değişmez, dahası tanrısal özelliğini korumaktadır.

Şimdi daha da geri gidersek, bu yapı ("kul" kültürüne karşı "birey" kültürü), Aristokrat kültür yapısının (zamandan ve mekandan münezzeh "tanrı", ve tanrısal, değişmez bilgi olan "hakikat/truth" ) içinden, bildiğimiz kadarıyla Hallac-ı Mansur'la 9.yy'da doğar. Sonra İbn Sina, Farabi, Ömer Hayyam; sonra 13.yy Anadolu bilgeleri, Hace Bektaş, Ahi Evren, henuz çok iyi bilmediğimiz Sadrettin Konevi (bilgi için akıl ve gözlem yöntemlerini Rationalistler ve Empiristlerden çok önce, 13.yy'da önermiş, öğretisine bağlı Ekberiyye adlı bir bilim ekolü oluşturmuştur; bu ekolden bilim insanları Osmanlı'nın kuruluşunda İznik Medreselerinde, devlet danışmanı olarak Ulema'nın yerini almış olan İlmiyye sınıfını oluşturmuştur http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/anadolunun-bilinmeyen-bilim.html)

Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Akış içinde aynı sürecin kimi noktalarını sizin deyiminizle "kabul etmemiz", kimi noktalarını da "kabul etmememiz" günümüzün değerleriyle olanaklıdır. Söz gelimi Fransız Devrimi, Aristokrasiye karşı doğru zamanda doğru yapılmış bir devrimdir. Ama bu devrimi yapan Fransız burjuvazisinin oluşturduğu kültürün bir parçası olarak söz gelimi Fransız milliyetçiliğini (ve tabii dünyadaki bütün ulusçuluk/milliyetçilikleri) bugünün değerleriyle doğru bulmamız olanaklı değildir.

Yurttaşımız Herakleitos'un kültürünü sürdüren Anadolu'muzun güzel deyişiyle "Köprülerin altından çok sular akmıştır"...

Aydınlanma, Renaissance sonrası için doğru bir "bilgi edinme hareketi"dir. Bunun ardılıdır diye bugünkü küreselleşmeden yola çıkarak Aydınlanmayı yadsıyamayız. Tabii Hallac'ı da yadsıyamayız, Anadolu Tasavvufunu da, Osmanlı'nın kuruluşundaki ilmiyyecileri de...

Şimdi artık, bilgi edinme yöntemleri için "obje"nin de "süje" gibi akış içinde olduğunu savlayan ve sistematize eden bilgi edinme yöntemlerine gerek vardır. Geleceğin "bilgi"sinde "süje"nin ve "obje"nin, her ikisinin de akışa bağlı olarak değişebilirliğini, gelişebilirliğini hesaba katan yöntemlerin geliştirileceğini düşünüyorum http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html. Bugünkü küreselleşmenin yan ürünü gibi ortaya çıkmış olan ve bütün modernizmi bir kalemde reddeden Post-Modernizmin bu kültürel ihtiyacın üstüne oturtulduğunu ama sonunda henuz çözüm bulamadığı ve sistematize edemediği için çöktüğünü düşünüyorum.

"Akış"ı doğru dürüst inceleyip bütün özellikleriyle ele almak ve aşılması gereken sosyo kültürel yapının her dönem için hangisi olması gerektiğine, doğru karar vermek gerektiğini düşünüyorum.

Kaldı ki küreselleşme, dünyamızın sermaye egemenliğinden kurtulması sürecinde, geleceğin ulus-devlet sonrası sosyo kültürel yapılanması için, kullanılabilecek bir temel oluşturabilir. Marxçılığın gelecek için öngördüğü "enternasyonalizm"i unutmamamız gerekir.

Bu bağlamda Sosyalizm'e ilişkin aşağıdaki düşüncelerinize de bir kez daha bakmak gerektiğini düşünüyorum:

=============================

Bu bağlamda söylemek istediğim başka şeyler de var: Öncelikle "Bilimsel Sosyalizm" ve "Sosyalist Üretim Tarzı" kavramları, öğretisi, olguları, nasıl tanımlamak isterseniz; üzerinde tartışabiliriz. Bu sapak da yukarıda yapısal özelliklerini vermeye çalıştığım koridor içinde konumlanmıştır. Aynı bilimsel duruşa sahiptir, aynı metafiziği kullanır, doğrusal gelişmeye odaklanmıştır, modernist uygarlığın izleyicisidir.

Ve bence, çok önemli olan başka bir birliktelikleri vardır ki, bu nedenden ötürü 70 yıl sonra, aşağı yukarı dört kuşak sonra, reel sosyalizm ortadan kaldırılabilmiş ve kendi insanlarında büyük, kayda değer bir mental güçlük yaratmamıştır. En azından dünyada bu konuya dikkati çeken araştırmalar varsa bile bizlere kadar ulaşacak çapa erişmemiştir. Hem kendi mental sağlıkları hem de bilimsel bilgi üretiminin sürdürülebilmesi açılarından söylüyorum.

=============================

Akış içinde yerli yerine oturtursak, gelecekte ortaya çıkacağını düşündüğümüz "Sosyalist üretim tarzı"nın bugüne değin uygulanan ve adına "sosyalist" denen üretim tarzları ile ne denli ilgili olabileceği üzerinde de durmak isterim.

Osmanlı'nın başlangıcında Selçuklu-Bizans beylerinin beylik düzeni olan ve Selçuklu'da "İkta düzeni" denilen toprak yapısına karşı Osmanlı, "Dirlik Düzeni" adlı bir toprak düzeni kurmuştur. Bu, "Huzur Düzeni" demektir. Bu yapıya göre devlet toprakları (mîrî topraklar), "dirlikçi" adlı bir kişinin yetkilendirilmesiyle "yılda bir çift öküzün işleyebileceği kadar" ölçütü ile, halka, sırayla dağıtılıyordu. Bu yüzden tarımla geçinenlere "çiftçi" denilmiştir. Dirlikçi, üç yıl toprağını işlemeyenin elinden alıyor, işleyecek olan bir başkasına vermek üzere yeniden sıraya koyuyordu.

Bu yapı Hüdavendigâr Murat'la Fatih Mehmet arasındaki karşı-devrim sürecinde ortadan kaldırılıp yerine Selçuklu-Bizans aristokrasisinin beylik düzeni olan timar yöntemi yeniden diriltildi.

İmdi... "Dirlik Düzeni"nin çok uzun sürmemesi, yapının yanlışlığını da, gelecek sosyal düzenin bununla aynı toprak yapısı taşıması gerektiğini de göstermez.

Bunun gibi, 20.yy başlarında uygulanmaya başlanan ve bugün de Küba gibi kimi ülkelerde uygulanmaya çalışılan üretim tarzı, iflas etmiş bir üretim tarzı olarak algılanamaz. "Akış" göz önüne alınıp düşüncelerimiz "akış" üzerine oturabildiğinde geleceğin üretim tarzının 20.yy başlarında uygulananla aynı olmak zorunda olmadığını, ama aynı doğrultuda gelişmesinin olası olduğunu kolayca görürüz. İnsanlığın geleceğindeki üretim tarzı konusunda, gereksemelerin, dolayısıyla "akış"ın yönlendirmesi ile "geleceğin üretim tarzı"nın, yani "sosyalist üretim tarzı"nın kendini göstereceğini, ve akış içinde de durmadan gelişmesini sürdüreceğini görmek zor almasa gerektir.

14. yy ve sonrasında Şeyh Bedreddin'leri, Şah İsmail'leri, Köroğlu'ları yenerek ortadan kaldırılan şeyin yalnızca "anti aristokrat yapılanma özlemleri" olduğu ve ortadan kaldırıldığında bir daha karşılaşılmayacağı sanılıyordu. Aristokrat "kul"luk düzeninin yeniden egemen olacağı ve artık değişmeyeceği düşünülüyordu. Fatih kanunnamesi, Aristokrasinin yeniden iktidara gelmesinin, egemen olmasının resmi belgesidir.

13.yy Anadolu devriminin, nedenlerinin değil, yalnızca henuz geliştirilememiş sonuçlarının ortadan kaldırılması da, yine sizin deyiminizle "mental zorluk" yaratmamıştır. Oysa bu, ne aynı çizgide gelişen Renaissance'a ne ardından gelen Aydınlanma gibi kültürel akımlara, ne Fransız Burjuva Devrimi'ne, ne ondan sonra gelen Burjuva Devrimlerine ve ne de tipik bir burjuva devrimi olan Kemalist Devrim'e engel olabilmiştir.

Bu hareketlerin eksiksiz hepsi, "akış" içinde biriken toplumsal gereksemelerden doğmuş ve doğmakta olan hareketlerdir ve kurulu sosyal yapının karşısında güçlenip hem kültürel hem toplumsal iktidarı ele geçirmektedirler. Açık olmak gerekirse iktidarı ele geçirir geçirmez de tutucu bir kılığa bürünürler. İşte bir düşünür olarak algılandığında Mustafa Kemal'in gençiği öne çeken konuşma (Bursa nutku ve Gençliğe Hitabe) ve özellikle eğitim konusundaki uygulamalarında bu tür tutuculuğun ayırdına vardığı ve engel olmaya çalıştığını gördüğümü de söylemeliyim.

Bugüne değin "tutucu Atatürkçülük(!)"ün karşı durduğu ve örtmeye çalıştığı da Kemalizm'in bu yanı değil midir?

Diyorsunuz ki:

=============================

Öncelikle "Bilimsel Sosyalizm" ve "Sosyalist Üretim Tarzı" kavramları, öğretisi, olguları, nasıl tanımlamak isterseniz; üzerinde tartışabiliriz. Bu sapak da yukarıda yapısal özelliklerini vermeye çalıştığım koridor içinde konumlanmıştır. Aynı bilimsel duruşa sahiptir, aynı metafiziği kullanır, doğrusal gelişmeye odaklanmıştır, modernist uygarlığın izleyicisidir.

=============================

Çok doğru. Ancak bu saptamanın da yeniliği önleyici "aynı yol" olduğunu söyleyemeyiz.

Bütün yeni kültürler eski kültürlerin içinden doğmakta ve onun düşünsel malzemelerini kullanmak zorunda kalmaktadır. Bu noktada da yine çok doğru olarak saptadığınız gibi doğrusal bir gidiş değil, "yeni bir sapak" vardır. Bu nokta yeniliğin kalkış noktasıdır. Köklerini yozlaşmış, çürümüş eski kültürel yapı içine salacak özsuyunu oradan alacaktır. Üstüne basacağı, besleneceği yeni kültür henuz oluşmamıştır.

Yine Burjuva devrimleri örneği üzerinden gidersek, bir yandan (kentleri bırakıp dinsel engellemelerden dağlara kaçarak yeni bilgiler edinmek üzere çalışmalarını sürdüren) Descartes'in tümdengelim yöntemini kullanarak yeni bir matematiksel metafizik oluşturma çabası, ama Tanrı ispatlarını düşünsel dizgesinin en başına yerleştirmesi; Spinoza'nın, kuramını, aldığı Musevi eğitiminin üstüne kurması da bundandır.

Ardından, Aydınlanma'yı yaratan, yeni, tümevarımsal, deney ve gözlemin bilgi edinme yöntemleri arasına girmesini sağlayan en büyük düşünürler arasında Berkeley gibi bir piskoposun sayılması, dizgesinin içine tanrısallığın önemli bir payı bulunması, yine aynı nedenledir.

Oysa bu bakış, aynı doğrusal Burjuva Kültürü çizgisi, değişmez Aristokrat tanrısal bilgiye karşı bilimsel düşünceyi doğuracak ve sonunda atheizme değin ulaşacak, Marxizm, diyalektik materyalizmini bu yapının içinden söküp çıkaracaktır.

Bunun 13.yy Anadolu Devrimi içinde de örnekleri vardır. İmam Gazali yanlısı tutucu Aristokrat çizgideki Mevlana'ya karşı Ahi Evren (Nasrettin Hoca), Hace Bektaş, Sadrettin Konevi ve Yunus Emre, aynı zamanda dinsel bir çizgi olan tasavvuf içinde yer almaktadır. Öte yandan özellikle Ahi Evren ile Mevlana'nın ölümcül bir toplumsal-düşünsel çatışmanın da içinde olduklarını görüyoruz. Şems'in öldürülmesinde Ahilerin ve Ahi Evren'in payı olduğu izlenimi çok güçlüdür. Buna karşılık bize "hoşgörünün doruğu" olarak tanıtılmaya çalışılan Mevlana Celaleddin Rûmî, Ahi Evren'le birlikte Konya'yı terk ederek Kırşehir'e yerleşen öz oğlu Alaaddin Çelebi'nin, Ahi Evren'le birlikte öldürülmesine izin vermiş, bir baskınla öldürülmelerinden sonra da oğlunun cenaze namazını kıldırmayı reddetmiştir.


Yani, Marx'ın kuramı da akış içinde değerlendirilmelidir. O da insan aklının gelişme çizgisine ve toplumsal gereksemeler doğrultusunda, akış içinde değişecek, gelişecektir. Eğer böyle düşünülmezse, kuramın kendisine aykırı düşülmüş olur. Marxçı kuramın, akış içinde değişebilir ve gelişebilir niteliği, başka toplumsal kuramlara göre en ayırıcı özelliğidir ve geleceğin dünyasında tutucu toplum yapılarına yol açmamasını sağlama işlevi de üstlenmektedir. Her günün yeni doğrusuna kendini yeniden uyarlayabilmenin yolu budur.

Bugüne değin gelen (Stalinizm gibi) statik uygulamaların sizi yanıltmamasını dilerim. Bu duraganlık da yine eski yozlaşmış kültürlerin üzerine basma zorunluğundan ve yozlaşmış değerlerin günümüze sarkmasıyla oluşmaktadır.

Ama yaşadığımız süre içinde dünyada ilk kez, Marxçı görüşlerine karşın, bir devlet başkanının, Mihail Gorbaçov'un, Marxist olduğu savındaki koca devletini Marxizmin dışına düşmesi pahasına, akışın gerektirdiğini düşündüğü köktenci değişikliklere açtığını ve dökülebilecek kanın önünü kestiğini gördük. Bu yüzden de Marxist dünya görüşüne karşın karşıdevrimcilikle suçlanmıştır, suçlanmaktadır.

Bu tutumu, herhangi bir ulus-devlet (sermaye devletidir) başkanından bekleyebilir miyiz?
Devrimler öyle bir gecede (ya da kısa sürede) yapılıp bütün değerleri ve dizgeleri bir anda değiştirmez, değiştiremez. Devrimler çok uzun süreçlerdir. Toplumlar bu süreci yaşarken bir kültürden yepyeni bir kültürü sancılar, acılar içinde doğurmakta, yeni ortam içinde solumayı öğrenmekte, yepyeni bir "insan" yaratmaktadır. "İnsan" kavramı zaten içinde yaşadığı kültürden başka nedir ki? Bir de bu kültüre kendisinin karınca kararınca kattığı küçücük eleştirilerini, değerlerini ekleyebilirsiniz en çok...

Geri kalan hayvansı yanımız değil midir?

Bugüne değin artık yıkılma sürecine çoktan girmiş olan "birey kültürü"nün "kul kültürü" karşısında, Avrupa merkezcilerin (Burjuva toplum bilinci olan "ulusalcılık" gereği) kendi kabullerini doğru olarak alsak bile, Burjuva Devriminin oluşum süreci, Magna Carta'dan bu yana üç çeyrek bin yılı aşmıştır. Hallac-ı Mansur'la başlatırsak bu süreç bin iki yüz yıla yakındır. Bu yüzden yeni kültürlerin ayaklarını hemen kendi yarattığı düşünsel yapıya basması beklenemez. Toplumsal ve kültürel gereksemeler, değişiklikleri, yeni devrimlerin süreçlerini başlatacaktır. Bu nedenle yeni gelenlerin oluşturmaya çabaladığı değişiklikleri "akış" içinde görmeden, içinde yaşadıkları kültüre bakarak "daha önceki kültürün devamıdır" yargısına varmak, "Mustafa Kemal de diktatördü, ülkeyi tek partiyle yönetti, hem çok da adam astı" gibi, aynı düşünsel çizgide, çok haksız bir değerlendirme olmaz mı?

Ne dersiniz?
(*) "Ütopyacılar" yazışma gurubunda 2008 yılı ilk aylarında yayınlanmış, yeniden düzenlenmiştir.