19 Eylül 2012 Çarşamba

"Sermaye" ve "Emek"in politikaları üzerine...





Tedirgin olmamıza gerek yok!.. Unutmamalıyız ki her yapı (sosyal yapılar da) kendi zıddını kendi içinden doğurur. Görevimiz yanlış olduğunu düşündüğümüz sosyal yapıya, özellikle zor kullanarak engel olmak değil, içinden doğurmakta olduğu zıddı doğru saptayıp, muhalefet politikalarımızı bunun üzerinden geliştirmeye çalışmak, özellikle de bunu örgütlü biçimde ve dayanışma içinde yapma, yapabilme kültürünü geliştirmektir 
Sosyal Demokrasi de doğru muhalefet değil. Sosyolojik olarak biri büyük sermayenin, öteki küçük sermayenin partisi. Ama her ikisi de sermaye partisi. Yani düşünüşlerindeki mantık aynı. Bakkal Mehmet efendi ile Carrfour ya da Bim, birbirlerinden ayrı amaçlar gütmüyor. "Akış", "gelişme" sermayeyi büyümeye, globalleşmeye zorladığı için de geleceğe dönük proje üretme şansına sahip olan parti, CHP değil, AKePe. Yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada sosyal demokratlar, becerebilirlerse sosyal projeler üretecekler (Fransa, Almanya), ya da zorunlu olarak büyük sermayenin destekçisi (İngiliz İşçi Partisi) durumunda kalacaklardır!.. Sosyal projeleri uygulama şansı da, dünyanın içinde bulunduğu sermaye düzeninin gelişmesine engel olduğu için, Yunanistan, İspanya, Portekizde görülmekte olduğu gibi, olanaksızdır.
Çağımızın gerçek muhalefeti, ne Türk ulusalcığı ile ne Türk Milliyetçiliğine karşı Kürt ya da Ermeni milliyetçiliğini desteklemekle, ne sosyal demokratlara destek vermekle ne de 100 yıl öncenin Kemalist Burjuva Devrimi ilkelerine geri dönmeyi savunmakla olur!.. Bundan böyle dünya "tek"dir. Sermaye, dünyayı teslim almıştır ve dünden gelen anti-sosyal, milliyetçi, dahası -her dinden- dinci politikaların arkasına kendini gizleyerek dizgesini bir gün daha uzun yaşatmanın yollarını kullanmakta, şimdilik bunun en kolay yolunu da savaş kışkırtıcılığında ve doğayı çıkarı doğrultusunda yok etmekte bulmaktadır.
Net bir saptama: "Dünyada savaşlar olmasa ve doğadan alacaklarını alamasa sermaye düzeni kısa zamanda çöker!.." Sermaye düzeninin kaynağı, sermayeye para akıtan, sermayeye sermaye katan en çok savaşlardır ve doğaya yaptığı katliamdır!..
Sermaye düzeni, durmadan büyümek zorunda olan bir yapıdır. Büyümeyen sermaye çöker. Uçakların havada kalabilmek için ilerlemek zorunda olması gibi, bir noktada durabilme şansı yoktur. 
Fakat nereye kadar? Aslan Başer Kafaoğlu hoca, bunu çok önceden tahmin etmişti. http://omer-tuncer.blogspot.com/2011/12/aslan-baser-kapitalizmin-cokusunu.html
Bizim siyasal görevimiz, farkındalık oluşturarak elden geldiğince savaşları önlemek, doğanın korunmasını ve nefes alacak havamızın elimizden alınmamasını sağlamaya ve gelecek kuşaklara bırakmaya çalışmaktır. Ama bunlardan daha önemlisi gelecek bir sonraki sosyal yapının kültürünün ve sistematiğinin toplumsal gereksemeler doğrultusunda oluşmasının engellerini kaldırmak, süreci hızlandırmak ve "akış"a yardımcı olmaktır.
Ortaya çıkan gereksemeler önce bir “insan kültürü” yaratma gereğini göstermektedir. Bunun, “dayanışma kültürü” olması gerektiği kolaylıkla tahmin edilebilir. Bu, bütün yönetilenlerin (günümüzde “yönetilenler / halk” kavramı bütünüyle ve yalnızca üretime emekleriyle katılanları, emekleriyle geçinenleri -proleterya- anlatmaktadır) aralarındaki geçmiş kültürlerden sarkan dinsel ya da ulusal bütün ayrılıkları ortadan kaldıracak “insan kültürü”nü, “dayanışma kültürü”nü yaratarak olanaklıdır. http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html

"Devlet" ve Komünistler üzerine...

 



"Devlet", insanlığa hizmet etmek için değil, feodalizmin (aristokrat sınıfın) insanlığı (kulları) denetim altında tutmak için oluşturduğu ve insanlığa armağan ettiği tanrısal (üst) bir enstrumandır. Bugüne değin, "komünizm denemeleri"nin başarısız olması, karşı-devrimle önünün kesilmesinin en önemli nedenlerinden birisi, komünistlerin, "devlet"i yok edecek süreçleri başlatmak yerine "kamu" olarak kullanma isteği, dolayısıyla baskın feodal bürokrasinin bütün donanımıyla yaşatılma zorunluğu nedeniyle aşılamaması sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle de hiç bir zaman "kamu" yerine geçememiştir ve gelecekte de bugüne değin oluşmuş olan tepkiler nedeniyle geçebilecek gibi görünmemektedir!.. 
Feodalizmin enstrumanı olan "devlet"i yok etmek için gereken donanım, komünizmde yoktur. Bu donanım, feodalizmin zıddı olarak kendi içinden doğmuş olan liberalizmdedir. Bu yüzden "akış"a uygun gereklilik, komünistlerin "devlet"i yok etme politikaları, iktidara gelmek üzere enerji tüketerek, ya da iktidara gelerek değil, içinde yaşadığımız liberalizmi "devlet"i yok etmek üzere sürekli baskı altında tutarak oluşturulmalı ve uygulanmalıdır.
Dolayısıyla komünistler, Dünya'nın bugünkü burjuva sosyal yapısında, 1) onlar süreç içindeki işlevlerini tamamlayıncaya değin, 2) daha da önemlisi, komünistler kendi sosyal yapıları için gerekli kültürel, sosyal ve ekonomik donanımlarını doğru olarak ve iktidar olmaya yetecek denli tamamlayıncaya değin, "iktidar savaşları"nda enerji harcamak yerine, muhalefette olmayı seçmeli, politikalarını bu doğrultuda çizmeli ve uygulamalıdır. Bu tutum, üstelik, yeterli kültürel, sosyal ve ekonomik donanıma sahip olmadan iktidar olduklarında bugüne değin olduğu gibi, ne yapacaklarını şaşırmayı ve bir sürü yanlış yapmayı da önleyecektir. Komünistler, burjuva iktidarları eleştirme, onların kendi içinde zorunlu olarak yaratmak zorunda oldukları zıtları göz önüne çıkarma, sürekli savunucusu olma doğrultusunda politika geliştirmeyi seçmeli ve uygulamalıdır.

II

KAVRAMLAR, KONUMLAR, DURUMLAR...

Liberalizm'in, sınırları bütünüyle kaldırabileceği görüşü gerçekleşebilir görünmüyor. İşgücü (emek) dolaşımını denetim altında tutması gerekiyor. Ancak bu yolla dünyanın çeşitli yerlerinde daha ucuz emek bulabilmekte, oralara doğru kayıyor. Ama sermayenin ve tüketicilerin kolaylıkla dolaşabileceği, ama "emek"in engellerle karşılaşacağı "kevgir / delikli" sınırlar oluşturuyor. Bunu da sözümona "milli devlet"leri destekliyor ve koruyor görünerek yapıyor. Bir taşla birkaç kuş yani: Hem emek "milli" sınırlar dışına çıkamıyor, hem de istediğinde milli devletler arasında sorunlar çıkarıp silah tüketimini artırarak piyasaya para akıtıp, liberalizmin sürekli canlı kalmasını (çökmemesini) sağlıyor.

Hiç bir zaman Kapitalist Globalizm ile Komünist Enternasyonalizm, aynı sınıfın çıkarlarına uygun olmayacaktır. Dolayısıyla Globalizm’in Enternasyonalizm’e dönüşümü söz konusu değildir. “Enternasyonalizm”i yeniden oluşturmak için dünya Komünistleri tarafından mutlaka, bu “kevgir”in (delik deşik edilmiş ulusal sınırlar) bütünüyle ortadan kaldırılmasını sağlayacak dayanışma politikaları geliştirmek ve uygulamak gerekecektir!..

Liberalizmin “güç”ü elinde tutmasının önemli nedenleri vardır:
a) Silah tüketiminin artırılarak piyasalara para akışının sağlanması, dolayısıyla sermaye birikimi artışının sürekliliğinin sağlanması;
b) “Emek”in liberal kurallara uygun olarak serbast piyasa koşullarına göre fiyat oluşturmasının önlenmesi için denetim altında tutulması;
c) Çöküş sürecindeki sosyal yapıların sertleşme eğilimi bunlar arasında sayılmalıdır.

Sosyal Demokrat yapıyı “anlaşmacı-uzlaşmacı”, “daha sakin” ama “muhalif” bir yapı olarak niteleyemeyiz. Sosyal Demokrasi’yi, “küçük sermaye tarafından, kendini kurtarmak için sermayenin büyümesine umutsuzca direnen, sermaye-içi bir yapı” olarak tanımlamak yanlış olmaz. “Sermaye”nin iç-mantığı ve kültürü ile işler. Kendini, “emek”in değil, “küçük sermaye”nin (esnaflık, köylülük vb) yaşamının sürdürülmesi politikalarını yürütmekle görevli sayar. Bu nedenle de geleceğe açık değildir. Geleceğe ilişkin proje üretememesinin temel nedeni de budur!.. Yalnızca kaplumbağa gibi kabuğunun içine çekilerek “korumacı” yani sosyolojik anlamda “tutucu” politikalar yürütmekten başka yapabileceği bir şey de yoktur!..

Yani sosyal-demokrasi, günümüzde, “sermaye”ye muhalif bir yapı değil, “sermaye”nin iç gelişmesine engel olmaya çalışan umutsuz tutucu bir yapıdır. Bu nedenle de onun üretebildiği “muhalefet” sermaye düzeninin işine gelmekte, kendisiyle aynı çöplükte yakaladığı bu fareyle, kedinin oynadığı gibi oynamaktadır!..

Komünist’lerin “yönetici sınıf” diye bir bölümünün varlığı, “kuram”a temelden aykırıdır!. Eski, özellikle de feodal kültürlerden gelen “yönetici sınıf” (hele hele “sınıf”) gereği, komünistler için hemen (“derhal”, “behemahal”) yok edilmesi gereken kültürel yapının en başında gelir. Sovyetler Birliği denemesinin önünün karşı-devrimle kesilmesindeki başarısızlığın (ki bu çok doğal bir süreçti, kazaya uğramadan kansız geçmesini de Gorbaçov’un büyük "teslim olma başarısı(!)"na borçludur - hiç olumsuzlamıyorum!..) en önemli nedenlerinden biri de bu yapının ortadan kaldırıl(a)mamış olmasıdır!..

Komünizm, “yönetilen sınıfın” (ki bu, bizim dönemimizde, “üretime emeğiyle katılanlar”dır), bir dayanışma içinde kendilerini yönetmeleri, dahası yönetilmeye gerekleri kalmamış olması durumudur. Bunu başarabilmek için gereksemelerden doğan pratik çözümlerin bulunmasına gerek duyulur, "dayanışma(/imece) kültürü"nün yeniden oluşması gerekir. Bu da ancak "akış" içinde olanaklı olabilir (68 kuşağından gelen İP geleneğinin hâlâ bir “önder” gerektirmesine karşılık, ÖDP ile başlayan ve yeni TKP ve EMEP’de süren doğru tutumla bir “önder” adı bilmemiz gerekmemektedir). Bu aşamada “gerçek anlamda demokratik, (topluluğun gereksinim ve eğilimlerini doğru olarak sürekli izleyerek  değişebilir, gelişebilir ve gençleşebilir) ekip”lerin yönetimi doğru olacak gibi görünmektedir.

Liberaller dünyanın her yerinde “yönetilen(-halk)”leri istedikleri gibi yönetmek, görünürde onların temsilcisi olarak yönetimde bulundukları izlenimini vermek ve kendilerine destek sağlamak için, yönetilenlerin içinde bulundukları, önceki kültürel dönemlerden sarkan kutsalları (ki bugün için dinsel ya da ulusal karakterlidir) kendileri için paravan olarak kullanmakta ve onlarla aynı sınıfın insanları gibi görünmeye çalışmaktadır. Günümüzde dünyanın bütün “tutucu (muhafazakâr / conservative)” akımların konumu budur (Bu tutum ayrıca liberalizmi “değişimci”, “yenilikçi” yani “ilerici” gibi göstermeye de yarar. Oysa günümüzde, dinci ve milliyetçi-/ulusalcı- paravanların ardına saklanan gerçek tutucu yapı, liberalizmin ta kendisidir.)!..

İşte liberallerin iktidarda kalabilmesinin önemli nedeni budur. Bir başka çok önemli neden, “yönetilen”lerin henûz kendilerini yönetebilmeleri için gereken kültürü yarat(a)mamış, gereksemelerini karşılamak üzere kendi dizge(sistem)lerini oluştur(a)mamış olmalarıdır. Dünya’da liberallerin karşısında henûz “gerçek bir muhalefet dizgesi” yoktur. Üstelik liberaller bunun oluşmasına engel olmak için bilimsel (halkla ilişkiler / propaganda) yolları çok iyi kullanmakta ve dinsel ve ulusal paravanların ardına saklanmayı başarmaktadır.

Halk (yönetilenler) için kullanılan “cahil”, “kalabalık”, “güce tapma” kavramları, bizi çözüme götürecek kavramlar olmaktan çok “duygusal” diyebileceğimiz ve kendimizi arkasına attığımız “sütre”ler, yani “bahane”lerdir. Yönetilenlerin çokluğu bizim gücümüzdür. Yeter ki onların gereksemelerini doğru saptayıp çözüm önerilerimizi doğru yer ve zamanı da gözeterek bulalım!..

Kültür tarihi örneklerine bakarsak yeni ortaya çıkan gereksemelere karşı oluşturulan yeni çözümler her zaman çok az kişi tarafından benimsenmiş, toplumun büyük bölümü önce direnmiştir. Bu direnç ilkin o toplumların iktidarlarında da görülür ve “yeni çözümler” büyük cezalarla karşılanır. Toplumlarda cezaların büyümesi kendine güvensizliğin de büyümekte olması anlamına gelir (yöneticilerin kendilerine tam güveni, karşı çıkışların ceza ile karşılanmaması sonucunu doğurur).

Gereksemeler arttıkça ve direnenler -toprak olup- azaldıkça toplumlar ileri doğru “akar”. Bu aşamada devrimcinin görevi, durumu olabildiğince doğru saptamalarla çözümlemek ve engelleri ortadan kaldıracak politikaları doğru olarak geliştirmek ve uygulamaktır. Devrimcilerin duygusallığa ve tepkiselliğe düşmesi, umutsuzluk yaratır ve tutucuların işine gelir. Günümüzde bir “bilim” olarak nitelenen “halkla ilişkiler(!)”in siyasal görevlerinin önemli bir amacı, yılgınlık, umutsuzluk yaratmak ve tepkiselliğin ortaya çıkmasını sağlamaktır.

16 Eylül 2012 Pazar

"Kadınlara mı gidiyorsun?.. Kırbacını Unutma!.."



Birkaç sözcükle Nietzsche'nin söylediklerini anlamak öyle kolay değil doğrusu. Bunu özellikle yapar. Kendisi gibi "karanlık (zor anlaşılır)" yazmış bir filozof olan yurttaşımız Ephesos'lu Herakleitos'un bu davranışından övgüyle söz ederken "anlayamayacak kel zeka, hiç anlamasın" diye yaptığını söyleyerek kendi karanlık yazmasının nedenini de açıklamış olur.
(Anadolu tasavvufunda da aynı karanlık yazma geleneği vardır ve buna "görünür anlamın altındaki asıl anlam" nitelemesiyle "Batınîlik", gizli anlamı ortaya çıkarma becerisine de "İlm-i batın" denir - Ayrıca, Renaissance'da ve sonraki bütün sanat akımlarında yani "Burjuva kültürü"nde bu anlayışı günümüze değin bütün Dünya'da bulabilirsiniz.)

Bütün insanları ilgilendirdiğini düşündüşüm, "Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını Unutma!.." sözü, "Zerdüşt Böyle Dedi" ya da "Böyle Buyurdu Zerdüşt" olarak Türkçe'ye çevrilmiş olan ünlü kitabının "Kadın" bölümünün son tümcesidir. Bana kalırsa önce bu bölümün bütününü okumak gerekir. (https://www.facebook.com/note.php?note_id=397329644842)
Ardından da Nietzsche'nin felsefesine bütün olarak göz atmak gerekir. Ancak bu durumda sözü yerli yerine oturtabilirsiniz.
Nietzsche'yi bütünsel olarak en iyi anlatan yazı, bana kalırsa, sevgili hocam Prof.Dr. rahmetli Nermi Uygur'un "Güneşle" kitabındaki "Nietzsche'nin Yaşama Felsefesi" adlı, Nitzsche'yi zorluklarından arındırarak anlattığını düşündüğüm yazısıdır.https://www.facebook.com/notes/omer-tuncer/prof-dr-nermi-uygurun-friedrich-nietzschenin-ya%C5%9Fama-felsefesi-ba%C5%9Fl%C4%B1kl%C4%B1-denemesi/10151417675838332
Nietzsche, Nermi Hoca'nın yazısına bakarsanız, güçlülüğün, güçlenme sürecinin filozofudur. Akılsal, bedensel, irade (hoca "istenç" terimini kullanmış) ya da her ne olursa... Anlattığı bireyler, "kadın", "erkek", "ben/(Ecce Homo)", ya da "Zerdüşt" gibi ad vererek anlattıkları her zaman, okuyanın örnek alması için anlatılır. "Kadına giderken kırbaç"ın, sado-mazoşist bir duygu olarak şiirsel bir yanı da vardır ama felsefi gerekliliğinin nedeni çok basittir: kadın, erkeğe göre bedensel bakımdan daha güçsüzdür. Bu açıdan da örnek alınacak bir varlık değildir. Üstelik yalnız erkekler için değil, kadın ya da erkek, bütün insanlar için... "Kadınlara gitmek", kavramını "kadını örnek almak" olarak anlamalıyız. Bedensel gücü olmayan bir örneği, örnek olarak kullanmaya olan teknik ve yöntemsel bir durumu anlatarak uyarıyor...
Nietzsche kolay değildir. Şiirsel görünen her şeyin altında mutlaka insanın "güç-istenci"ni geliştirecek bir şey aramak gerekir. Kendine usta saydığı Herakleitos gibi tam bir "Batınî"dir. Anadolu tasavvufunu bilse hayran olurdu sanırım!.. Üstelik kendisinden 600 yıl önceki Anadolu tasavvufunda bulunan "İnsan-ı Kâmil" kavramı ile kendi "üstinsan/übermensch" kavramının tam tamına çakıştığını bilse düşer bayılırdı her halde...

12 Eylül 2012 Çarşamba

Sermayenin "halk" ve "kimlik" tuzakları üzerine...



Zaza, Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Rum, Çingene gibi adlarla anılan topluluklarin hiç biri, sosyoloji biliminin terminolojisinde "halk" değil, "millet/ulus"dur. Siyasal düzlemde "ulus" savaşımı ise, günümüzde, devrimci değil, gerici bir eylemdir. İki amaçla sermaye tarafından provoke edilmektedir: 1) Devrimci potansiyeli saptırıp, kendi amaçları doğrultusunda kullanmak; 2) "Emek"i parçalı ve birbirine düşman tutarak daha kolay yönetmek!.. 

Asıl vermemiz gereken savaşım, "halk", yani "yönetilenler"in savaşımıdır!.. Bu savaşım ulusal ayrılıklarla yapılamaz!.. Günümüzde "yönetilenler/halk" üretime emeğiyle katılanlardan başkası değildir!.. "Halk" kavramının "ulus" anlamında kullanılması sermaye tarafından yöneltilmiş net bir provokasyon, net bir saptırmadır!..

Kültürel savaşımımız "ulus kültürleri” için ancak ve ancak “biz”im, öz kültürümüz olan "insan" kavramı bağlamında yapıldığı ve her türlü ulusu kapsadığında değerlidir!.. Ulusal kültürleri ezen başka uluslar değil (bu da tuzak bir saptırmadır), sermayenin ta kendisidir ve “ezen ulus” nitelemesinin, "Türk" örneğinde olduğu gibi, nitelenen uluslar da pek çok yöntemle, en azından "ezen görünümüne sokulmuş olmakla" gerçekte sermaye tarafından ezilmektedir!..

Ana savaşımımız, sermaye tarafından saptırılmış devrimci potansiyelimizin yönelmesi gereken ana siyasal yapı, sermayenin kurulu sosyal düzenine muhalefet etmektir!.. "Sermaye", insan denetiminden çıkmış, dünya yüzeyinde (globalleşme) kendi kendine çalışan ve insanı (burjuva sınıfını bile) kullanan robot bir güç haline gelmiştir. Doğru savaşım, "halklar" saptırılmış başlığı altında uluslar olarak birbirimizi boğazlamak yerine, savaşımımızı bu güce karşı yöneltmektir. Arkasına saklandığı "ulus" ve "ulus-devlet" görünümünü çürütmek, arkasındaki asıl "sermaye canavarı"nı görünür kılmaktır!.. Siyasal anlamda demokratik bütün partilerin, emek örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının bu amaçla politikalar üretmesi ve uygulaması ana politikamız olmak zorundadır.

Bana kalırsa ulus ağırlıklı sivil toplum kuruluşlarının, varlığı, kültürel görünümlü, çok da haklı olan istekleri, doğru yönelimli politikaların saptırılması için sermaye tarafından kullanılmakta, çok da başarılı olmaktadır!.. Bu başarının en büyük suçlusu “halk” (şimdilerde “kimlik”) kavramı altında “ulus” ve “ulusalcılık” tuzağına düşmüş olan, ama kendini “devrimci” sanan, bütün ulusların ulusalcılarıdır!.. Sosyolojik bakımdan, “Kıralcı-Cumhuriyetçi”, “Ümmetçi-Kemalist” vb olunamayacağı gibi “ulusalcı-devrimci”lik de olanaklı değildir, olunamaz!.. Günümüzde devrimcilerin, artık bu tuzağın ayırdına varıp kendilerini kurtarmaları gerekmez mi?.. http://omer-tuncer.blogspot.com/2007/11/sosyal-snflar-kltrler-ak-kuram-ve.html


2 Eylül 2012 Pazar

Attila İlhan'a (24 Mart 1998) - Güncelliği nedeniyle...


MUDANYA, 24 Mart 1998 Salı
Sevgili Attila ilhan,
Çocukluğumdan bu yana, ağırlıkla şiirlerinizi, sonra da zaman zaman yazılarınızda ve televizyon sohbetlerinizde bulduğum düşüncelerinizi soluk aldığım ortamda buldum. Soludukça keyif duydum, keyif duydukça soludum...
Dünya görüşümdeki tuğlaların arasında bulunan harca sizin de renginiz önemli oranda sindi...
Marx'la Kemalizm arasında olduğunu düşündüğüm toplumsal görüşünüze de çok itirazım yok...
Ancak bir şeyi gözden kaçırdığınızı düşünüyorum.
İnsanoğlu'nun Herakleitos'dan bu yana getirdiği "akış" kuramı, kuramsal olarak Marx'dan, eylemsel olarak Mustafa Kemal'den gelerek sizin dünya görüşünüze sinmiş olmalı, ve bütün düşünce, yargı, yorum ve ürünlerinizi temelden yönlendirmeli diye düşünüyorum.
Ancak sanırım bunu bulmak yerine, insan beyninin, bence, şimdilik kalıtımsal olarak gelen en yaygın ama yanlışlara düşürücü hastalığının izlerini sizin yazılarınızda da görmek beni umutsuzluğa düşürüyor.
Bu, evrende duragan bir yapı, dolayısıyla değişmez bir gerçek arama, böyle bir gerçek olmadan düşünememe hastalığı... Çember çizebilmek için pergelin sivri ucunu koyacak bir noktanın mutlaka bulunmasının gereği gibi...
Bu "maluliyet"ten bütünüyle kurtulmanın yolu var mı bilmiyorum.
Uygulamalara bakarsak, en azından bugün için "yok" gibi görünüyor. Ama biyolojik gelişme, insan beynini nerelere dek götürecek bugünden bilmek de sanırım olanaklı değil...
Kemalizm'den aldığınız "ulusçuluk" ilkesinin sizi çok fazla etkilemiş olduğunu düşünüyorum. Oysa Kemalizm'in uygulamalarına dikkatlice bakılırsa, bunu, toplumsal tarih için "aşılması gereken" bir eşik olarak belirlemiş olduğu zorlanmadan çıkarılabilir.
Zaten Mustafa Kemal neyi "aşılması gereken bir eşik"ten başka bir şey sayar ki?.. Benim için, "kişi" olarak önemi de buradan gelir.
Bana göre Mustafa Kemal, yeterince yazamamış bir filozoftur...
Bir ulusun, bir ulusal kurtuluş savaşının önderi olmasının bence pek -belki de hiç- önemi yok... Bu dünyada ulusal kurtuluş savaşı önderi çok...
Ama "filozof”ların her biri "tek" ve özgündür.
Arada bir "aynı" şeyi birlikte savunanlar olmuşsa da Felsefe Tarihi, "tek"liğin özgünlüğünü bozmamak için olmalı, onlardan tek kişi gibi söz eder; haklıdır da... Marx-Engels böyledir; Leukippos-Demokritos böyledir...
Bence Mustafa Kemal'in yaşamının satır aralarını okuyabilmek gerek...
Kemalizm'de sanırım, kalıcı ilke yok gibi... Aşılması gereken eşikleri ise "kalıcı ilke" (tanrısal düzenin "hakikat" kavramı gibi) olarak görmek bizi yanlışlara düşürüyor...
Pek çok yazınızdan, kimi böyle eşikleri "değişmez ilke" olarak alıp yargılarınızı etkileyecek olan dünya görüşünüzü bunların üstüne kurmuş olabileceğiniz gibi bir yargıya kapılıyorum. Bu da beni korkutuyor.
Bu mektubumu, size "kötüleme" amacıyla değil; bizim, yargılarımızı vermiş "ihtiyar"lar olarak birbirimize yararlı olmaya çalışmalı olduğumuz gibi bir vehimle değil, bizden sonra geleceklerin dünya görüşlerine "doğru (değişmez gerçek değil)" renk tonları sinmesi için elimizden geleni yapmamız gerektiği öngörüsü doğrultusunda yazmaya çalıştığımı söylemek isterim: yazdıklarınızın genç insanları "uluscu" yani "ayırımcı" politikalara itmesinden kaygı duyuyorum.
Örnek olarak son yazınızı; "Ulusal Savunma Kavramı!.." başlıklı olanı almak istiyorum.
Birinci paragrafın sonunda
"NATO'nun ‘Sistem’e, ‘Sistem’in ABD'ne ‘çalıştığı’, açıkça görülüyor."
diyorsunuz.
Bu değerlendirme, "ulusçu" yaklaşımla yapılmış bir değerlendirme değil midir?
Bu yargınızda "bizim için önemli olan yan"ın, devlet olarak yaptığımız bir işin bir başka bir devletin işine yarayarak "ters tepme potansiyeli taşıması" olarak algıladığımız görülmüyor mu?
Yani burada, bir ulusun kaderinin, bir başka ulusa (ABD'de yaşayan insanların uluslaşma sürecinde olduğunu düşünüyorum) teslim edilmiş olduğu ölçütünü kullanıyoruz.
Bu ölçüt, dolayısıyla bu değerlendirme, Kemalist ulusçuluğa göre "doğru"dur.
Kuşkusuz, Kemalizm’in yaşadığı döneme göre de...
Ama biz 1998'de Kemalist ulusçu bir dönemde yaşamıyoruz.
Çünkü ulusçuluğun, Kemalist bile olsa, gerekleri ortadan kalkmıştır. Ulusçuluğun gereği, aristokrat ümmet toplumları için vardır. O toplumların içinde savaşımı verilir. Burjuva toplumlara geçildikten, hele bunun içinde bir süre yol alındıktan sonra gerekleri ortadan kalkmış olduğu için yalnızca "ayırımcı" yanı ortada kalır ve "gerici" bir niteliğe bürünür. Ayırımcılıktan da yalnızca "çıkar çevreleri" yarar görmektedir.
Kemalist ulusçuluğun öncesi ile sonrasına da göz atmak gerek..:
Osmanlı, kendini öyle bir yüce gücün vekili olarak ümmetinin başında sayıyordu, yaşamsal ölçütlerini bu yücelikten almıştı ki, tepeden baktığı başka devletlere sözgelimi kapitülasyonları vermekte sakınca görmemişti...
Kendi kültürüne ve bu kültürden alınmış ölçütlerine göre bu, yanlış da değildir. Çünkü Aristokrasi'de "ticaret", öyle tanrısal yüceliklerdekilerin ilgileneceği bir şey değildir. "Pis"tir. Oralarda neler olduğu Aristokratları ilgilendirmez. Aristokratların sahip olduğu temel, "toprak" ve onun üzerinde çalışan -ve çeşitli adlarla anılan- "köle"lerdir.
Bu yüzden Osmanlı'nın kapütilasyonları vermesi ya da Anadolu'daki antik yapıtları "Mülk-ü Osmanî'de taş mı kalmadı, verin gitsin" diyerek peşkeş (sözcük bugünün değerlendirmesidir) çekmesi kendi zamanında Mustafa Kemal'in NATO'ya girmeyecek olması kadar doğaldı.
Bu öncesiydi... Bir de "sonra"sına bakalım:
Artık dünyada "devlet" gibi görünüyor olsalar da egemen olan, "sosyal sınıf”lardır. Bir dizge olarak ABD, "burjuva" sınıfının ta kendisidir. Önemli olan, bizim NATO'ya girmemizin ABD'ye yaradığı değildir. Kaldı ki, sosyal sınıflar açısından bakıldığında, Türkiye'nin NATO'ya girmesi son derece doğaldır, çünkü NATO bir burjuva korunma paktıdır. ABD, dünya burjuva sınıfının devlet örgütüdür, Türkiye devleti de zaten uzak gelecekte bu örgüte katılmak istemektedir.
Örgüt silahlanmaktadır. Hem de yine doğru olarak, o yıllarda Hitler'e karşı örgütünü büyük bir kahramanlıkla savunduğu için çok büyük bir güce sahip olduğu izlenimi veren (gerçekte hiç de öyle olmadığı çok sonra anlaşılacaktır) ve "emek"i elinde tuttuğu düşünülen (bunun da böyle olmadığı daha sonra anlaşılacaktır) proleterlerin devlet örgütlenmesine karşı...
Yani sosyolojik olarak Türkiye'nin NATO'ya girmesinde hiç de mantıksız bir yan yoktur.
Yine yazınızın bölüm başlığında söylediğiniz ve sonra kendi sözleriyle kanıtlamaya çalıştığınız gibi:
"Gazi sağ olsaydı..."
Eğer sizin dediğiniz gibi Gazi, bir burjuva devrimini yapmış ve herşeyin rayına girdiğine, en doğru yola varıldığına inanan biri olsaydı sağlığındaki değerlendirmeleri NATO'ya girilecek olan yıllarda da yapardı.
Bu doğru...
Ama ben, Mustafa Kemal'in her gün, her saat, her an yeni verileri değerlendirecek bir "filozof” olduğunu düşünüyorum. Böyle bir bakışla Gazi'nin bir burjuva devrimcisi olarak yukarıdaki değerlendirmeyi yaparak NATO'ya girme kararı almasında hiç bir mantıksız yan olmayacaktı.
Ama ya Gazi, daha da ileri gitse ve zamanın doğrusuna daha bir uyum sağlayarak “burjuva devrimciliği”nden vaz geçseydi?.
Bir filozofun ardından gelen genç kuşaklar, "o sağ olsaydı ne yapardı?" demek yerine, filozofun gösterdiği yoldan giderek yeni yollar açmayı seçmiş ve başarmış olanlardır.
Bu anlamda Marx ve Engels hem Hegel'cidir, hem değildir. Böyle olması da kendi düşüncelerine pek yaraşır doğrusu!..
İşte 1998'de Kemalizm, böyle olabilirse değer taşır...
Gazi'nin ardılları, sınıfsal değerlendirmeyi doğru olarak yapmayı artık anlamış, dünyadaki kutuplaşmanın uluslar (ve ulusal devletler) arasında değil, sınıflar arasında olduğunun bilincine varmış, emek-sermaye çatışmasında doğru yerini almış olmalıdır.
Günümüzde sınırlar emek ve sermaye arasına çizilmeli her türlü değerlendirme bu doğrultuda yapılmalıdır. Günümüzün doğrusu budur. Bu anlamda genç insanlar öncelikle kendilerine "ben kimim" diye sorduğunda "Türküm" yanıtını vermeyi kültüründen çıkarıp atabilmiş olmalıdır. Yönetilenlerin yanında olduğunu ve çağımızda yönetenlerin “sermayeyi ellerinde tutanlar olduğu”nu bilebilmeli ve ABD' nin değil, "sermayenin örgütü olduğu için "NATO'ya girilmemesi gerektiği"ni savunabilmelidir.
İşte Kemalizm’in günümüzde toplumumuzu getirmeyi amaçladığı yer buydu. Bu amacında da son derece başarılı olmuştur. Yani günümüzde "Nato'ya girilmesi" konusunu değerlendirirken "Kemal yaşasa ne yapardı?" değerlendirmesi, soruyu baştan yanlış sormuş olmak demektir.
Bence Kemalizm, amaçlarını doğru görmüş ve ulaşmıştır. Kemalizmin oluşturduğu toplumsal yapının NATO'ya girmesini "yozlaşma" olarak görmek yanlıştır. Evet, o yapı NATO'ya girerdi ve girdi. Şimdi ise, NATO'ya girmenin yanlışlığını göstermek üzere birtakım insanlar yetiştirmiş olmalıydı ve yetiştirmiştir!..
Özetle:
Günümüzde içinde olduğumuzun bilincine varmamız gereken toplumsal grup "Türkler" değildir. Böyle olursa, en ipe sapa gelmezleri (Kürt milliyetçiliği, MHP milliyetçiliği vb) ile birlikte aynı çöplükte ötmeye ve "şurasına değmiş, burasına değmemiş" yapmaya başlarız.
içinde olmamız gereken grup, "yönetilenler", yani "halk"tır. Bu da dünyada bir tanedir ("halklar" kavramı,. "ulus" kavramının yerine ve hedef şaşırtma amacıyla kullanılmaktadır). Bana göre günümüz için "halk", "emekleriyle geçinenler'dir.
Bunu, kültürel olarak "insan" la karşılayabiliriz.
Artık karşılamalı ve ayırımcılığa neden olacak her türlü kültürel öğeyi bir kaşık suda boğmalıyız!..
Sanıyorum, Kemalist aydın'ın günümüze değin geçmesi gereken yol bu olmalıydı. Bana göre bilinçle ve programlı olarak saptırılmaya, hiç değilse geciktirilmeye çalışılan da yine bu yoldur. Ama tarihin hiç bir döneminde benzer çabalar yeterli olmamıştır.
Sanırım aşılması gereken eşikler aşılırken acı çekilmemesi, bir toplumun aydınlarının insanlarını geriye doğru çekmemesine bağlıdır.
Ardımızdan gelecekler için açtığımız yolun nerelere değin varabileceğini en azından Mustafa Kemal kadar doğru görmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Saygılar,

Ömer TUNCER.

NOT: Cumhuriyet gazetesindeki köşesinin altına koyduğu, mektubun içeriğine değinmediği nottan, okumuş olduğu anlaşılıyordu.